14 Ağustos 1878 (15 Şaban 1295) Göçün Yüz Otuz Dördüncü Günü;
Göç, bana iltimas geçmedi ve benim ailemden de bir can aldı. Karım Sabiha'yı kaybettim/kaybettik. Bu acıya, bir de ona bir mezar bile yaptıramamış olmamın ızdırabı eklendi.. Eğer onunla konuşabilseydim bana derdi ki: “Boşver, mezarım gene olmayıversin. Ben ve beni sevenler nerede olduğumu bildikten sonra, mezara ne gerek var?” Bunu biz üzülmeyelim diye söylemezdi; bilirdi ki onun yeri, gerçekten sevenlerinin kalbidir.
Büyüklenmeyen, kusurları affeden alçak gönüllü yani mütevazi bir insandı. O, daima ikinci planda kalmayı tercih ederdi. Öne geçmek hakkı iken geçmezdi. Bizim arkamızda adeta üçüncü bir gözümüz gibiydi. Zorda kaldığımızda, başımıza kötü bir iş geldiğinde onu önce arkamızda, sonra hemen yanıbaşımızda görürdük. Nereden haber alırdı, nasıl çabucak yetişirdi bilemem. Ayağım kestiğim ağacın altında kaldığında karım, olay yerinden birkaç kilometre uzaktaydı. Ağacın ağırlığı benim gücümün çok üstündeydi; kaldırabilmem imkansızdı. Ne yapacağımı düşündüm bir-iki saat. Düşünsem ne olacak? Hiçbir şey yapamazdım. Umudumu kesmiştim. Bir de baktım ki karım yanımda,..
Biz evlenmeden önce, büyük bir aşk yaşadık diyemem. Öyleyse aramızdaki bizi biz yapan duygu neydi? Sevgiydi. Birbirimizi çok sevmiştik geçen zaman içinde. Artarak büyüdü sevgimiz. Sadece sevgi değil aynı zamanda birbirimize karşı saygımız da vardı. Şu sözü ondan duymuştum: “ Sevgi çiçeği, saygı suyu olmadan yaşayamaz. O nedenle sevdiklerimize karşı saygıda asla kusur yapmamalıyız.“
O beni, çocuklarını severdi; çiçekleri, havvanları severdi; toprağı severdi; yağmuru, doluyu, karı severdi. Köyümüzü severdi. Bir hayvana kötü davrandığını, kıyıp da bir çiçeği kopardığını, bir metre kar yağsa da kardan şikayet ettiğini, ortalığı sel götürse de yağmurdan yakındığını duymadım, görmedim. Onu tanıdıktan sonra anladım ki; sevgi, yüreğin doğal temizleyicisiymiş. Yürekleri sevgi dolu olanların insanları ve doğayı çok sevmelerinin nedeni de bu olmalı.
Çocuklarımızı, terbiye edeceğim diye bırakın dövmeyi; onlara bağırmazdı bile. Çünkü bilirdi ki korkutarak iyi insan yapamazsınız, sevgiyle evet…
Ona göre her mevsim güzeldi, her ağacın, her bitkinin meyvesi lezzetliydi. Hastaları ziyarette de düğünlerde de en baştaydı.
Ölmeden bir saat önce, çocukları bir bahane ile arabadan gönderdi. Ben başucunda oturuyordum. Gözlerini iri iri açtı, birkaç damla yaş yanaklarından süzüldü, elimi tuttu; sıkmak istedi, gücü yetmedi ve dedi ki:
-Çocuklarımız sana emanet; sen onlar için yaşamak zorundasın! Bana bir de söz vermeni istiyorum: Ben bu dünyadan ayrıldığımda ağlamayacaksın. Söz mü?
Ağlamayayım diye bana söz verdirmeye çalışan karım, kendi ağladığının farkında değil miydi? Elimle yanaklarındaki gözyaşlarını sildim. Cildi sertleşmişti. Ne cevap vereceğimi, nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Konuşmak o kadar zor geliyordu ki. Konuşursam, sesim titreyecek, dilim dolaşacak sanıyordum.
Çok zor konuşuyordu. Konuşmak için büyük bir mücadele veriyordu. Duymamazlığa geldim. Anladı ne yapmak istediğimi. İki kere daha tekrarladı:
-Söz mü? Söz mü?
Mecbur kaldım ve:
-Söz, dedim.
Bir süre sonra da, son nefesini verdi. Elini tuttum, hâlâ sıcaktı. Bu sıcaklık bana, yaşadığı umudunu verdi. Kalbini dinledim, nabzını tuttum; ölmüştü. Eli de biraz sonra soğumaya başlamıştı, ama yüzündeki kırmızılık aynı kalmıştı. Genç kızlığında da, kadınlığında da, öldükten sonra da yüzündeki o hafif kırmızılık hep vardı.
Anladım ki ölüm; bir mum, bir lamba söner gibiydi; bir daha hiç yanmamak üzere... Ya da hani, cılız bir alev aniden kaybolur ya, işte öyle...
Ona verdiğim ağlamama sözümü, o gün de bugün de tutamadım. Bu yüzden karımdan özür diliyorum, beni affetsin. Onun öldüğünden emin olunca, günlerdir birikmiş olan gözyaşlarım akmaya başladı. Uzun bir süredir ağlayamadığım için, kendimi duygudan yoksun bir varlık sanıyordum, işte şimdi karım benim hisseden bir insan olduğumu da bana hatırlatmış oldu.
Bohçasından bir tülbent çıkarıp çenesini bağladım. Gözlerini hafifçe dokunarak kapattım. Sonra da “İşte uyuyor!” diyerek kendimi teselli etmeye, daha doğrusu kandırmaya çalıştım. Ellerini tutup, çocuklar arabaya dönene kadar öylece oturup kaldım.
Çocuklar arabaya binip, annelerinin öldüğünü görünce ağlamaya başladılar. Ağlama seslerini duyan geldi; duyanlar duymayanlara haber verdi. Ortalık insan doldu. Çok sevilirdi ve herkes üzüntü içindeydi. Dostlar beni ve çocukları teselli etmeye çalışıyorlardı.
Burada Osmanlı, ölülerin uzun süre açıkta durmasına ve ailesi tarafından defnedilmesine izin vermiyor. Bir ailede ölen olduğunda, hemen haber vermek mecburiyeti var. Zaten günde üç kere, cenazeleri toplamak üzere iki araba konaklama yerinde dolaşıyor. Arabanın birine erkek, diğerine kadın ölüler konuyor.
Başsağlığı dilemek için gelenlere, karımın öldüğünü yetkililere haber vermemelerini söyledim; çocuklarımla ben bu gecemizi onunla beraber geçirmek istiyorduk. Ancak tabii ki yanlız kalamadık, sabaha kadar arabamızın etrafında hep insan vardı.
Sabahleyin yetkililerle, eşimi gömmeme müsaade etmeleri için konuşmaya gittim. Ne kadar ısrar etsem, hatta yalvarsam da ağızlardan hep aynı kelimeler çıktı:
-Katiyyen olmaaazzz!
Öğlen öncesi, tek atlı cenaze arabası bizim arabanın yanında durdu. Karımın cesedini alacaklardı. Ben vermemek için direnince, gidip asker çağırdılar. Askerlere de direndim, beni her an vurabilirlerdi. Bunu anlayan köylülerim kollarıma girerek, biraz iyilikle biraz da zorla beni oradan uzaklaştırdılar. Onlara da kızdım, hatta hakaret ettim; hiç aldırmadılar. Çünkü acımdan dolayı böyle davrandığımı biliyorlardı. Karımın cesedini götürdüler. Nereye? Nasıl gömdüler? Bu konuda ne bana ne de diğer ölü sahiplerine en ufak bir bilgi verilmiyordu.
Onun yokluğuna nasıl alışacaktım? Gözlerim arabada onu arıyor; yeri boş kaldı... Gözyaşlarımın arkasından onun yattığı yere bakıyorum, her şey karışık kuruşuk görünüyor. Belki de yanlış görüyorum diye gözlerimi siliyorum; yanlış değil, evet artık o yok! Ne yapmalıyım, kendimi nasıl toparlamalıyım? Daha da önemlisi, niçin toparlamalıyım? Hemen aklıma onun son sözleri geliyor. Çocuklarımı ya da çocuklarını demedi; ısrarla “çocuklarımızı” dedi. Bu sözde bana önemli bir mesaj vardı. Güçlü olmak ve yaşamak zorunda olduğumu bana anlatmak istemişti karım. Kimin için? Çocuklarımız için... Bugüne kadar acaba karım benden bir şey istemiş miydi? İstediğini hatırlamıyorum. Galiba bu benden ilk isteğiydi!
Ölüm, en son ve en acı ayrılık... Biliyorum ve şimdi de işte bu acıyı yaşıyorum. Bir çıkış yolu bulmak için kendime diyorum ki: Gün gelir yaprak ağacından ayrılır ve yere düşer, ama bu ayrılıktan ötürü sitem etmez, yakınmaz. Gün gelecek sen de bu dünyadan bir yaprak gibi, sevgili karın gibi ayrılacaksın; ayrılırken yaprağı ve karını örnek al.
Artık yazmak istemiyorum. Yazmak bana anlamsız geliyor, yaşamak da öyle. Yazsam ne olacak? Benim yazdıklarımı başkaları okusa ne olur, okumasa ne olur? Bu neyi değiştirecek? Diyelim ki bazı şeyleri değiştirdi; bana ve diğer insanlara getirisi ne olacak? Sadece bedenen değil, zihnen ve ruhen bir çöküntü içindeyim. Karamsarlığım had safhada. Beni ilgilendirecek, yeniden hayata bağlayacak bir şey olduğunu sanmıyorum.
İsteksizim, umursamazım, ruhen halsiz/mecalsizim; hiçliğin sessizliği içinde yalnız bir hiçim artık ben...
“Hayatında biri olmalı, yanında biri olmalı, dayanacağın biri olmalı, zorda kaldığında sana koşacak biri olmalı, biri olmalı, biri olmalı…” Diye defalarca bu sözleri duydum. İyi de o “biri” yoksa ne olacak? Öldüm, bittim mi demektir? Bana “biri” olmadan yaşamanın yollarını gösterin!
Ve son noktayı, koyuyorum...
(Devam edecek...)