-“Delinin ipiyle kuyuya inilmez!” Diyor biri.
-Deli sana ipini verdi de, sen de kuyuya inmedin, öyle mi? İnanmıyorum!
-Dikkat et, o aptal değil; sadece deli!
Bu, sabahı gelmemekte direnen gecelerden biriydi. Uyuyamayan sadece ben değilmişim. Çünkü o gece; konuşmalar, bağırmalar, çığlıklar, koşuşturmalar, çekilen eşya sesleri hiç eksik olmadı. Uykusu kaçanların dışında çok sayıda hasta da sinir krizleri geçirmiş. Doktorlar bunlara yüksek dozda sakinleştirici ilaç vermişler.
Ortalık aydınlanınca kendimi bahçeye attım. Hayret! Bu saatte bahçe hasta doluydu. Güvenlik elemanları bahçede dolaşanları izliyorlardı.
Bodur Onbaşı’nın cansız bedenini kaldırmamışlar. Oysa ben cesedin oradan alınıp gömüleceğini ummuştum. İmparator kaldırılması için izin vermemiş olmalıydı. Böylece herkesin içine biraz daha korku salıp gözdağı vermek istiyordu.
Bodur Onbaşı’nın cesedinin yanına gittim. Arkamı cesede dönüp ruhunun huzur bulması için dua ettim. Sırtımı ona döndüğüm için af diledim. Bakamıyordum, daha doğrusu korkuyordum. Birkaç metre ileride infazda kullanılan tabure devrilmiş halde duruyordu. Onun üzerine oturmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Tabureyi düzeltirken ne yaptığımı merak etmiş olmalı ki bir güvenlik elemanı bana doğru geldi. Buralarda fazla dolaşmamam konusunda beni uyardı. Hemen oradan ayrılmam gerekiyordu. Öyle de yaptım.
Futbol sahasına doğru yürümeye başladım. Karşıdan binlerce, belki de on binlerce sığırcık geliyordu. Bana çarpacaklar diye düşündüm. Çarpmadılar. Birden yükseldiler, hastanenin bahçe duvarının üzerinden aşıp gözden kayboldular. Bu kayboluş uzun sürmedi, tekrar geldiler. Bahçede birkaç tur atıp gittiler. Defalarca bana aynı oyunu oynadılar. Her defasında artık gelmeyeceklerini sanıyordum, ama onlar kıvrak dans hareketleri yaparak tekrar tekrar kendilerini gösteriyorlardı.
Benim hayret ettiğim, bu kadar çok sayıda kuş aralarında santimle ifade edilebilecek bir mesafede birlikte nasıl uçabiliyorlardı? Her an birbirlerine çarpacaklarını zannediyordum, ama yanılıyordum. Doğrusu sığırcıkların bu gösterisi moralimi düzeltmişti. Büyüleyiciydi.
Bir ağacın altına oturdum. Derin derin nefes aldım. Çimen kokusuna karışmış gül kokusu doldu ciğerlerime. Çimenlerin üzerine sırt üstü yatıp bir müddet gökyüzünü seyrettim. Bulutlar saklambaç oynayan çocuklar gibiydiler. Birbirlerinin arkasına geçip görünmez oluyorlar, sonra “ceee!” diyerek aniden kendilerini gösteriyorlardı. Saklambaca son veren, asık suratlı bir ebeveyne benzeyen kocaman gri bir bulut oldu. Her tarafı kaplamıştı. Küçükleri içine karıştırıp yok etmişti. Çok durmadı. Gökyüzünde kaybolup gitti. Amacını gerçekleştirmiş olmalıydı: Küçük bulutların oyununu bozmakla kalmamış ayrıca onları yutmuştu.
Münakaşa eden iki kişinin bağırışlarını duyunca ayağa kalktım. Az ötemdeydiler. Birbirlerini iteleyip çekiştirmeye başladılar. Aralarına girip kavgaya engel olmak istedim. İçlerinden biri bu hareketime kızmıştı, karnıma inen yumruğu bunun kanıtıydı. Acıdan iki büklüm oldum. Sonra doğruldum, bütün gücümü sağ yumruğumda toplayıp gözüne bir tane çaktım. O kadar şiddetli vurdum ki yere yıkılmaması imkansızdı, ama yıkılmadı. Sadece sendeledi, sarhoş gibi sallandı ve yediği yumruğun acısını çıkarmak için üzerime saldırdı. Benden çok güçlüydü, boyu da uzundu. Tekme, yumruk bana girişti. Diğeri de geri kalmadı, o da bana saldırdı. Arkadan bir cisimle enseme vurdu. Bunlar kendi kavgalarını bırakmış birlikte beni dövüyorlardı. Filmlerdeki dövüş sahnelerine benziyordu: Biri yumruk atıyor, sallanarak diğerinin yanına doğru gidiyordum. Sonra bir tane de o vuruyor ve ben bu sefer ötekinin yanındaydım… Sonunda ayakta duracak gücüm kalmadığından, yere kapaklandım.
Yüzükoyun sert toprağın üzerine düştüğümü görünce de dövmeyi bırakmadılar. Karnıma, sırtıma, hatta kafama tekme atmaya başladılar. Bu da yetmedi, biri ayağı ile başıma bastırdı. Yüzüm iyice toprağa gömüldü. Sanki bir haşereyi ezer gibiydi. Burnumdan oluk gibi kan akıyordu. Kan ve toprak birbirine karışınca kırmızı renkli çamura dönüşmüştü.
Güvenlik elemanları yetişmemiş olsalardı, belki de şimdi hayatta olmayacaktım. Ağzım, burnum, gözlerim yani yüzümün her tarafı toz toprak ve kan içindeydi. Kulaklarımın içine bile toprak dolmuştu. Hiçbir ses duyamıyordum.
Beni yerden kaldırdılar. Parmaklarımı kulaklarımın içine sokup oradaki toprağı temizlemeye çalışmak ilk aklıma gelen oldu. Yere tükürdüm, burnumu attım. Gözlerime ellerimi götürmekten çekindim. Ovuşturursam daha kötü olacağını sanıyordum. İnsanları, ağaçları karışık kuruşuk görüyordum. Bu beni içeri götürüp lavaboda yüzümü yıkayıncaya kadar devam etti. Ellerimi, yüzümü, gözlerimi, burnumu iyice yıkadıktan sonra yatağıma yattım.
Yatınca acılarım azalmadı, arttı. Her tarafım ağrıyordu. Kaburgalarımdan bir kaçı kırılmış olabilirdi. Bir yanımdan diğer yanıma dönmek istesem ağrıdan inlemeye başlıyordum. Hep aynı tarafa yatmak sıkıcı olduğu gibi o taraftaki kolumu da uyuşturuyordu. O nedenle acı da verse dönmeyi denemek zorundaydım.
Ertesi günkü kahvaltıya kadar yerimden kalkamadım. Çok acıkmıştım. Biraz da açlığın etkisiyle kalkmak için kendimi zorladım, duvarlara tutuna tutuna yemekhaneye gittim. Karnımı doyurunca kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Dönerken duvarlara tutunma ihtiyacı duymadım.
Tekrar yattım. Öğlen yemeğine kadar uyudum. Yemekten sonra odama giderken iki güvenlik geldi koluma girip beni sürüklemeye başladı. Hapı yuttum, diye düşündüm. Öyle ya ortada bir kavga vardı! Suçum yoktu fakat benim bu olayda suçsuz olduğumu kim bilecek, kim söyleyecekti? En iyi ihtimalle tecrite atarlardı. O lanet yere bir daha gitmek istemiyordum. Oraya gitmektense ölmeyi tercih ederdim.
Başka nasıl bir ihtimal olabilirdi? Düşünceler hızla beynimden geçiyordu. Belki de bu kavga suç sayılıp bizi mahkemeye vereceklerdi. Tabii mahkeme de bunu bir vatana ihanet suçu olarak değerlendirip idamla cezalandıracaktı. Böyle basit bir olay için insan hayatı sonlandırabilir miydi? Neden olmasın? Çünkü olağanüstü şartlar içinde bulunuyorduk. Sevinç çığlıkları atarak ilanını kutladığımız bu devletin ne yapacağı belli olmazdı.
Gitmemek için güvenlik elemanlarına direnmeye karar verdim. Sanki başarabilecekmişim gibi… Direnince bana karşı sert davranacaklarını, döveceklerini, hatta orada öldüreceklerini sanıyordum. Aksi oldu. Biri:
-Kargacı, korkma! Sana bir kötülük yapılmayacak. Dedi. Ben de:
-Kavgayı başlatan ben değilim. Benim hiçbir suçum yok. Sadece kavga edenleri ayırmak istemiştim. İyilik yapayım derken ikisi birden saldırıp beni dövdüler. Dedim.
-Kavgayı görenler senin anlattıklarını doğrulayan ifadeler verdiler. Senin suçsuz olduğunu biliyoruz.
-Öyleyse neden beni zorla götürüyorsunuz? Suçsuzsam bırakın…
-Seni Maliye Bakanı getirmemizi istedi. Muhasebe odasında bekliyor.
Derin bir nefes aldım. Buna rağmen çok emin değildim. Beni kandırmış olabilirlerdi.
Muhasebe odasına girdiğimde Maliye Bakanını görünce çok sevindim. Neredeyse adamı sarılıp öpecektim. Odada hastanenin muhasebecisi de vardı. Önündeki evraklarla uğraşıyordu.
Maliye Bakanı söyleyeceklerinin İmparator’un emri olduğunu hatırlatarak söze başladı. Para ile ilgili işlerin başına İmparator güvenilir bir adam koymak istemişti. Ben mali konularda bilgim olmadığını söylediğimde, bu konuda bilgili olmak gerekmediğini, yapacağım işin sadece gelen paraları sayıp nereden ve ne miktarda olduğunu kaydedip kasaya koymak olduğunu, kendisinden veya İmparator’dan emir gelmedikçe kimseye para vermemem gerektiğini anlattı. Buradaki işlerimi bitirdikten sonra zamanımı istediğim gibi geçirebileceğimi de sözlerine ekledi.
Muhasebecinin odasında olmasına bir anlam verememiştim; oysa iki gün içinde önemli gelişmeler meydana gelmiş ve kararlar alınmış: Doktorların hepsi gündüzleri odalarında hastalarla ilgilenecekler; mutfak, temizlik görevlileri ve hasta bakıcılar aynı şekilde işlerini aksatmadan sürdüreceklerdi. Gündüzleri tecritte kalacak olanlar sadece eski güvenlik elemanlarıydı. Gece olduğunda nöbetçilerin dışında tüm personel tecrit bölümüne götürülecekti. Günde sabah ve akşam olmak üzere iki kez yoklama yapılacak, firar olayına asla izin verilmeyecekti. Emirlere uymayanlara çok şiddetli cezalar uygulanacaktı.
Odada iki masa vardı. Büyük olan bana ayrılmıştı. Döner koltukluydu. Maliye Bakanı gidince yerime oturdum. Rahattı, keyif vericiydi. Vücudumdaki ağrıları bile unutmuştum. Muhasebecinin ilk işi kasa ve oda anahtarlarını bana teslim etmek oldu. Bana karşı oldukça çekingen ve saygılıydı. Benden korkuyor gibiydi. Birbirimizle hiç konuşmadan uzun süre oturduk. Zaten konuşacak ortak bir konumuz da yoktu ki… Üstelik aramızda statü farkı vardı. O bir köle, ben ise özgür bir yurttaş; hem de önemli bir görev üslenmiş olan bir yurttaş!
O gün muhasebede yapacak hiçbir işim olmadı. Para da gelmedi. Kasada sadece birkaç yüz lira vardı. Saydıktan sonra bir kâğıda yekûnu yazıp, günün tarihini attım ve paraların yanına koydum. Kasayı kilitleyip dışarı çıktım.
Devrimin üçüncü günü…
Paralar gelmeye başladı. Personelin bankadaki hesaplarından güvenilir adamlara para çekme görevi verildi. Onlar şehre inip banka kartlarıyla bankamatiklerden hesapları boşaltmaya başladılar. Para gelince benim işim arttı. Bu konuda tecrübesiz olduğum için paraları saymak bir hayli uzun sürüyordu. Benim bu halimi yani perişanlığımı gören muhasebeci, para sayma makinesi ile bu işin çok kolay bir şekilde yapılabileceğini çekinerek bana söyledi. Ben para sayma makinesini hayatımda ilk defa görüyordum ve nasıl kullanılacağını da tabii ki bilmiyordum. Öğretti.
Böylece ben rahatladım, ama asıl fayda paraları teslim etmek için kuyrukta bekleyen elemanlara oldu. Kısa sürede ellerindeki parayı bana teslim edip görevlerinin başına gitmeye başladılar.
Akşamüstüne doğru en son gelen görevliden de paraları alıp saydıktan ve evraka kaydını yaptıktan sonra o günkü işimi bitirmiş oldum. Kasanın yarısı dolmuştu bile. Bunun bir sebebi kasanın küçüklüğü idi ama bir sebebi daha vardı: Gelen paraların çoğu ufak banknotlardı. 10, 20, 50 lira gibi. 100’lük çok azdı 200’lük hiç yoktu. Hatta bazen demir para getirenler bile oluyordu.
Sınırları içinde para geçmeyen bir devletin para işlerinden sorumlu bir elemanı olmama şaşıranlar olabilir. Evet para, devletimizde bir işe yaramazdı, ama devletimizin dışındaki yerlerden ihtiyaçlarımızı alabilmek için gerekliydi.
Önceden anlaşmaları yapıldığı için yiyecek, ilâç, temizlik malzemeleri ve diğer ihtiyaç maddeleri her gün araçlarla hastaneye getiriliyordu. Burada da şöyle bir sorun çıkmıştı: Afişteki “karantina” sözünü okuyan araç sürücüleri içeri girmek istemediklerinden malzemeleri hastanenin dışında bırakıyorlardı. O nedenle dışarıya derme çatma bir bina yapıldı ve kapısına “Mal Teslimat” yazıldı. Böylece gelen mallar içeri taşınana kadar açıkta bekletilmemiş olacaktı. Tabii bu uygulama sürücülerle olan tartışmaları da sonlandırmıştı.
Mal getirenlerin dışında muayene olmak için gelen hastalar ve ziyaretçiler de oluyordu. Bunlar da afişteki yazıyı okunca hızla oradan uzaklaşıyorlardı. İçlerinden bir kişi bile içeride neler olup bittiğini merak edip bu konuda kapıdaki nöbetçiye bir soru bile sormuyordu.
Ayağa kalktım. Gideceğim. Gidemedim. Çünkü şiddetli bir patlama beni olduğum yere adeta çiviledi…
(Devam edecek...)