Dedem böyle deyince dikkatimi çekti. Annem sofrayı hazırlamış ama ben farkında bile değilim. Oturup yemeğimizi yedik. Dedem yemekten sonra anlatmaya devam etti:

-Bizim köyün en zengini Halil Ağa'dır. Düşman buradan kaçtıktan otuz sene kadar sonra bu Halil Ağa, köyde Kenar'daki tarlasını sürerken sabanına bir şey takılmış. Hayvanları ne kadar zorladıysa da sabanı çıkaramamış. Bunun üzerine orayı kazmaya başlamış. Bir de bakmış ki, tabut-sandık karışımı bir şey var orada. Kapağını açmış, içinin altın dolu olduğunu görmüş. Bulduğu hazinenin üstünü toprakla örtüp, hayvanları arabaya koşmuş ve köye evine gitmiş. Karısına hemen büyük bir kilim hazırlayıp, onunla beraber gelmesini söylemiş. Kadın denileni yapmış ve birlikte tarlaya gitmişler. Defineyi çıkarıp arabaya koyup, üzerini kilimle iyice örtüp, tekrar evlerine dönmüşler. Eve gelince defineyi arabadan indirip içeri taşımışlar. O kadar ağırmış ki, taşırken çok zorlanmışlar. Sonra, evin perdelerini çekip altınları bir sofra bezinin üzerine dökmüşler. Altınlardan adeta koca bir yığın oluşmuş. Onlar bu işleri yaparken, perdenin aralık kalan kısmından bir köylü, ne yaptıklarını gözetliyormuş. Bu adam daha sonra bu hikayeyi yeminler ederek defalarca anlatmış. Tabii Halil Ağa'nın sık sık İstanbul'a gidip gelmesi de, bu hikayeye inananların sayısını çoğaltmış. Güya, Halil Ağa İstanbul'a giderek, oradaki sarraflarda altınları bozduruyormuş. Hikaye doğru mu, uydurma mı bilemem ama şurası bir gerçek: Halil Ağa, çok kısa zamanda köyün en güzel evini yaptı, Çerkezköy'den de bir ev aldı. Motoru filan da var. Hasat zamanı, bizim gibi düven sırtında aylarca dönüp de birkaç kile buğday çıkarmak için uğraşmaz, gündelikçi tutar ekini biçtirir, batosu çağırır makine bir gün içinde harman işini bitirir. Ayrıca İstanbul'da da birçok gayrimenkülü olduğu söyleniyor.

Dedem konuşurken ben daldım gittim; gözümün önünde ninemle yani babaannemle olan anılarım canlandı:

Mevsimlerden yazdı. Köye geleli iki gün olmuştu. Dört ila beş yaşlarındayım. Ninemi avluda bir tavuğu kovalarken gördüm. Tavuk bazen koşuyor bazen de az da olsa uçuyordu. Kovalamaca uzun sürdü, sonunda galip gelen ninem oldu. Mısır ambarının yanında tavuğu kıstırıp yakaladı. Koltuğunun altına sıkıştırdı, odunluğa doğru yürüdü ve eline nacağı aldı. Tam o sırada bağırdım:

-Nineee, ne yapıyorsun?

-Ne yapıcam? Tavu(ğ)u kesecem.

-Yazıktır be nine!

-Neden yazık olsun, onlar biz yeylim diye yaratılmış. Deyip kütüğün üzerine kafasını koyduğu tavuğun boynunu, bir vuruşta kopardı.

-Kızanım ta nerelerden gelmiş, bi köy tavu(ğ)u yemeden mi gidecek?

Deyip, kesik tavuğu bir lengerin içine koydu, aşevinden bir bakır sıcak su getirip üzerine döktü. Suyun buharı tüterken hızlı hızlı tavuğun tüylerini yoldu. Bıçakla karnını yardı, yıkadı. Aşevinde altı ateş dolu sacayağının üzerine içi su dolu tencereyi koyup tavuğu içine attı.

Ninemin evi, iç içe iki göz odadan ibaretti. Kapının hemen girişindeki odaya aşevi deniyordu. Burası yemek yapmak ve ekmek pişirmenin yanısıra, yayık dövmek filan için de kullanılıyordu. Sağ tarafta duvara çakılmış, iki tane tahta askı vardı ve bunlara içi su dolu bakırlar asılıydı. Dün, bu bakırlardan birinin altı delinmiş olmalı ki, şıp şıp diye su damlatıyordu. Ninem bakkala gidip bir tane sakız alıp geldi, ben de sakızı bana verecek sandım, ama çok az dişi olmasına rağmen kendi çiğniyordu. Sakız iyice yumuşayınca, bakırın içinde kalan suyu bir güğüme boşaltıp, bakırın delik olan kısmına sakızı yapıştırdı. Sonra, tekrar içine suyu koyup yerine astı. Şıp şıplar durmuştu.

Aşevinde tabak, çanak, çömlek, kaşık, hamur teknesi, sırana, kürek, maşa, yayık, sacayağı ve iki çuval da un vardı. Burada yemeklerin pişirildiği ocağın ve kubbesi öteki odada bulunan fırının dumanı aynı bacadan çıkıyordu. Kışın fırını ekmek yapılsa da yapılmasa da her gün yakmak gerekiyordu. Çünkü öteki odanın ısınması ancak bu şekilde mümkün olabiliyordu. Çok sıcak havalarda fırın yakılamayacağından, ayrıca bu zamanlarda ekmek pişirmek için bahçeye de bir fırın yapılmıştı. Bu odanın yerlerinin yarıdan fazlası toprak, diğer yarısı ise yer yer yırtıkları ve hatta yanıkları olan bir hasırla kaplıydı.

Aşevinden öteki odaya geçerken, yüksek bir eşikten atlamak gerekiyordu. Bu odada hem yemek yenir, hem oturulur ve hem de yatılırdı. Aşevinden biraz daha büyük yapılmış, çünkü zaten fırının kubbesi birkaç metrelik alanı kaplıyordu. Perde olarak, un çuvalarının kullanıldığı iki tane küçük penceresi vardı. Yerden yüksekliği yarım metre civarında olan, sağ taraftaki yüklükte yatak ve yorganlar ile yastıklar yer alıyordu. Duvar içine oyulmuş, ninemin “öcere” dediği yere iplik, iğne, kibrit gibi şeyler konulmuştu. Öcerenin iki karış ötesinde, duvara çakılı bir çivide gaz lambası asılıydı. Yerlere yaygılar serilmiş, duvar kenarlarına da içleri saman dolu yastıklar konmuş. Ayrıca bir küçük iki büyük pösteki ile beş-altı tane şilte de üzerlerine oturulmak için kullanılıyordu.

Ninemin evindeki eşyaların hepsi bu kadardı. Ev kapısının ne içinde ne de dışında kilit vardı. Gündüzleri bir yere giderken çoğunlukla kapı açık kalırdı. Gece yatarken bazen ninemin kapının arkasına komislayı dayadığını görmüştüm. Komisla, iki kertikli ucuna su getirmek için bakırların asıldığı uzunca bir ağaç askıydı. Genç kızlar ve kadınlar, komislanın ucuna iki boş bakır asarak camiinin yanındaki çeşmeden evlerine su taşırlardı. İçme, çamaşır ve banyo için kısacası her şey için gereken su, bu yolla temin edilirdi. Çeşme, ninemin evine dört yüz metre uzaklıktaydı ve çeşmeden eve dönüş yolu da yokuştu. Komislaya takılan bakırların büyüklüğünün aynı olmasına dikkat edilirdi; yoksa omuzda taşınırken denge sorunu ortaya çıkabilirdi. Yolda oynarken susayan çocuklar, evlerine su götürenlerin bakırlarından kana kana su içerlerdi. Kimden su isteseler hemen durulur, bakır çocuk rahat içsin diye hafifçe eğilirdi. Suyunu içen çocuk ağzını siler, hiçbir şey demeden oradan uzaklaşırdı. Su taşıyan erkeğe çok seyrek rastlanırdı. Genelde bu işi kızlar ve kadınlar yaparlardı.

Bir keresinde, açık bırakılan kapıdan bir komşunun kedisi, ninemin aşevine girip, oradaki hamur mayasını yemiş. Ninem bunu yakaladı, kuyruğu dışarda kalacak şekilde bir çuvalın içine soktu ve nacağı eline alıp, kuyruğunu kökünden kesip bıraktı. Ben hayret ve korkuyla olanları seyrediyordum. Bana:

-Bi da(h)a gelemez... Diyerek davranışının nedenini açıkladı.

(Devam edecek...)

( Göçe Göçe- Kızılpınar'da İçi Altın Dolu Sandık Bulundu-33 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 9.10.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu