-Delilik bir sanat mı, yoksa bir zanaat mı?
-İkisi de değilse; ne?
-Ama ne olursa olsun zor bir şey dostum zor!
**
Arıyorum arıyorum, bulamıyorum. Yok, yok, yok... Sanki yer yarıldı da içine girdi. Aramaktan başım döndü, şakaklarım zonkluyor, gözlerim kararıyor. Biraz dinlenip tekrar aramaya başlıyorum, hem de bulamayacağımı bile bile... Tabii gene yok, yok, yok...
Kızıyorum. Kime mi? Kendime kızıyorum, okura kızıyorum.
Okur da şimdi diyecek ki “Bu adam çizmeyi iyice aştı! Bizim ne suçumuz var da bize kızıyor?” Var, evet sizin de suçunuz var; hem de çok. Siz değil misiniz “Deli ile çıkma yola başına getirir her türlü bela.” diyen? O nedenle başınıza geleceklere de katlanacaksınız.
Pekiyi yalan yanlış şu sözleri uyduran da siz değil misiniz?
“Delidir ne yapsa yeridir.
Atın dorusu yiğidin delisi.
Bir adama kırk gün deli dersen, deli olur.
Deli deliyi görünce çomağını saklar.
Devletli ile deli bildiğini işler.
Köy yanar deli kız taranır.”
Ya bize yakıştırdığınız şu yaftalar:
“Aklını oynatmış, kafayı üşütmüş, keçileri kaçırmış, tahtası eksik, tımarhane kaçkını, kafayı yemiş.”
Benim aradığımı bulamamamla yukardaki sözlerin ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Var ya da yok! Ben bir bahane uydurup size karşı saldırıya geçeceğim. Suçsuz olmanız, size suç yüklememe engel değildir. Hani kurt-kuzu hikayesinde bir bahane arayan kurdun ırmağın alt tarafında bulunan kuzuyu suyunu kirlettiği için yiyeceğini söylemesi gibi.
İsterseniz bütün bu olanlara bir çizgi çekelim ve barışalım. Ama bir şartım var: Bana ne aradığımı söyleyeceksiniz. Çünkü ben ne aradığımı bilmiyorum ki... Belki bulunca ne olduğunu öğreneceğim. Siz de mi ne olduğunu bilmiyorsunuz?
Tahmin etmeliydim, sizden bir fayda gelmeyeceğini. Şimdi daha da hırslandım, aramayı sürdüreceğim.
Aradım, aradım... Sonuç aynı: Yok...
Öfkeyle kendimi dışarı attım; sinek tutmuş öküz gibi koşmaya başladım. Bu kadar hızlı koşabilmeme şaşırdım. Son sürat hızla geçiyorum bankların, ağaçların, insanların arasından. İki kere yüzüstü yere kapaklandım. Ayağım taşa takıldı da mı düştüm, yoksa biri çelme mi taktı? Bunu araştırmakla uğraşamam. İkisinde de kalkıp koşmaya devam ettim. Nefes nefese kalmıştım. Futbol sahasının yanında nefes almak için biraz durdum. Fazla değil, bir-iki dakika kadar.
Bütün bahçeyi koşarak turaladığımda sakinleştiğimi fark ettim. Koşarken her şeyi unutuyordum. Muzır düşüncelerin aklıma tekrar geleceğinden korktuğum için bir tur daha -gerekirse iki tur- atmaya kararlıydım.
İkinci turun yarısında pes ettim. Bir banka oturdum. Hızlı hızlı nefes alıyordum, terlemiştim. Hafif bir rüzgar vardı ve bana haz veriyordu. Nefes almam normale döndüğünde etrafa bakındım. İleride bizim Psikiyatrist'i gördüm. Bir hastayı muayene ediyordu; iki hasta da ayakta muayene sırasını bekliyordu.
Bizim Psikiyatrist bakan olmuştu ama bir kere bile onu makamında otururken gören yoktu. Bütün zamanını yurttaşların arasında geçirirdi. Yönetim, toplantılara da katılmadığı için ona çok kızıyor ve bir yolunu bulup bertaraf etmek istiyordu. Bunlar tabii kulaktan dolma bilgiler, doğru da olmayabilir. Ancak doğru olma ihtimali çok yüksek, çünkü ne zaman bahçeye çıksam doktoru bir veya birkaç hasta ile ilgilenirken görüyordum. Bütün günü burada geçiyor, bakanlık görevlerini yapacak zamanı kalmıyor ki...
Yönetim bizim Psikiyatrist'e zarar verecek bir davranışta bulunmaya kolay kolay cesaret edemezdi. Çünkü doktoru sevmeyen, onun tarafını tutmayan bir tane bile yurttaş yoktu. Eğer Psikiyatrist'e bir zarar verirlerse bu devlet onların başına yıkılırdı. Bu adamlar bunun mutlaka farkındaydılar.
“İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş.” derler. İşte doktor oradaydı ve ben de gidip derdimi ona anlatıp, yardım isteyebilirdim. Gidip gitmeme konusunda kısa bir tereddüt geçirdiysem de kalkıp doktorun yanına doğru yürüdüm. Beni gördü, niyetimi anlamış olmalı:
-Kargacı, neden öyle deli danalar gibi koşuyorsun? Şu diğer banka otur, bekle! Bu hastaların işini bitirdikten sonra seninle de ilgileneceğim. Dedi.
Cevap vermeden gittim gösterdiği banka oturup beklemeye başladım.
Çimenlerin arasında bir kuş gözüme ilişti. Küçük bir kuş, bir karga. Kaybettiğim arkadaşım karganın yavrusu olmasın! Değil. Kesinlikle değil, çünkü dikkatli bakınca onun karga olmadığını bir güvercin olduğunu anladım. Başını öne eğmiş, bir şeyler düşünen bir insan gibiydi. Gözlerine bakmak istedim, göremedim. Yerimden kalkıp yanına yaklaştım. Öylece duruyordu. Ne yürüyüp kaçıyor ne de uçuyordu. Halbuki her kuş bir insan ona yaklaştığında oradan uzaklaşıp giderdi. Gözlerini gördüm. Hasta olmalı. Onun için bir şeyler yapmak isterdim. Ancak elimden ne gelirdi ki...
Doktor bir yandan hastalara bakarken bir yandan da beni izliyormuş, seslendi:
-Kargacı, bir yere ayrılma!
Bu uyarı ile yerime döndüm. Oturur oturmaz başka bir olay yaşadım. Ayakta duran bir yurttaş kökünden kesilmiş bir ağaç gibi olduğu yere yığılıp kaldı. Şaşırdım ve de korktum. Henüz bu korkuyu üzerimden atamamışken bir başkası daha aynı şekilde yere düşmez mi? Bitmedi. Bir tane daha, bir tane daha... Tam beş kişi yerde yatıyor. Silahla vuruldular desem silah sesi duymadım, bu insanlar düşerken bırakın çığlığı en ufak bir ses de çıkarmadılar.
Aklıma hemen Mucit'in müthiş silahı geldi. O görünmez silahla insanların bu şekilde öldürüleceğini söylememiş miydi? Ama arada bir fark da vardı. Mucit'in silahı insanları sadece öldürmekle kalmıyor aynı zamanda bedenlerini de yok ediyordu. Mucit'e güldük, adamla alay ettik ama işte dediğine benzer bir silahla insanlar öldürülmüşlerdi.
Bu olay nedeniyle heyecanlandığımı gören bizim Psikiyatrist, gene seslendi:
-Kargacı korkma, önemli bir şey yok. Basit bir toplu histeri vakası. Biraz sonra hepsi ayağa kalkar.
Doktorun dediği çıktı, birkaç dakika sonra yerdeki bu insanlar, birer birer ayağa kalkmaya başladılar. Yaşadıkları olaydan haberdar değil gibiydiler. Üzerleri tozlananlar olduğu halde bunları silkelememişlerdi bile... Hepsi hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler.
Son hasta da ayrılınca Psikiyatrist'in yanına gidip oturdum. Hemen sordu, kızmış gibiydi:
-İyi görünmüyorsun. Neden daha önce bana gelip sıkıntılarını anlatmadın?
-Rahatsız etmek istemedim sayın bakanım.
-Önce şu “bakan” sözcüğünü bırak, ben bundan hoşlanmıyorum. Benim isteğimin dışında gerçekleşen bir şey.
-Ben de milli kahraman olmak istemedim ama yaptılar. Bu yüzden çok zorlukla karşılaştım.
-İstersen en baştan başla ve sırayla anlat.
-Tamam doktor bey,
Dedim ve nasıl milli kahraman olduğumu, insanların bazılarının bu yüzden beni düşman olarak gördüklerini, bugünkü arayışımı; kısacası kafamdan geçen düşünceleri, korkularımı, hissettiklerimi, yaptığım saçma sapan hareketleri anlattım. Uzun sürmesine rağmen sabırla beni dinledi. Ben susunca:
-Kargacı işe önce aradığınla başlayalım. Ben senin ne aradığını biliyorum: Kendini arıyorsun. Bu zor bir arayıştır, o nedenle de sinirleniyorsun. Sadece sen değil her insan zaman zaman bu tür bir arayış içine girer. Tatmin edici bir sonuca ulaşamazsa da senin yaptığın hareketlerin benzerini yapar.
-Ben nasıl kendimi arıyorum ki... İşte ben buradayım ve bulmak için çaba harcamam da gerekmiyor.
-Senin burada dediğin bedensel varlığın, aradığın “ben” ise ruhsal, düşünsel kişiliğin.
-O dediğiniz “ben” nasıl bulunur?
-Aslında kişi zorlu geçen bir süreçten sonra bu “ben”i bulur. Çok kişi bulduğunu fark etmez. Bazıları da bulduğu “ben”in mi yoksa önceki “ben”in mi gerçek kişiliği olduğunu sorar kendine. Hatta tekrar bir başka kişilik, bir başka “ben” aramaya başlar. İnsanın ruhsal yaşamı oldukça karmaşıktır, fizik olaylarda olduğu gibi her zaman aynı nedenler ruhsal yaşamda aynı sonuçları meydana getirmeyebilir. Bazen bir insanı severiz, bazen aynı insandan nefret ederiz, bir bakarsın gün gelir aynı insanı tekrar sevmeye başlayabiliriz. Bütün bu tepkiler aynı kişiye ait değil mi? Pekiyi öyleyse bunların hangisi gerçek? Belki de hepsi...
-Anladığımı söylersem yalan olur.
-Anlamadığının farkındayım. Sana şöyle söyleyeyim: Birçok kişiliğimiz varmış gibi görünüyor ama değil. O görüntüler tek bir kişiliğin farklı yönleri. Bu farklı yönlerden en çok baskın olanlarla hayatımızı sürdürürsek fazla ruhsal sorun da yaşamayız.
-Ben şu içinde bulunduğum durumdan bir an önce kurtulmak istiyorum. Bunun bir çaresi yok mu?
-Var. Tamam, öyleyse sana şimdilik paranoyak düşüncelerini daha tahammül edebileceğin bir hale getirecek, seni rahatlatacak ve uyku düzenini sağlayacak bir sakinleştirici ilâç yazıyorum. Bunu revire git hemen al ve akşam yemeklerinden sonra bir tane iç. Bir hafta sonra da kontrole geleceksin ve durumun hakkında bana bilgi vereceksin.
-Teşekkür ederim.
-Ayrıca bunalıma girdiğin her anında geleceğine dair bana söz vermeni de istiyorum. Gündüz gece fark etmez, hatta saatin de önemi yok; yani istediğin zaman gelebilirsin.
Dedi ve Toprak Baba gibi o da başımı okşadı. Bu sevgi dolu hareketinin yani okşamasının bedenimi mutluluk veren bir enerji ile doldurduğunu hissettim. Güler yüzle yanından ayrılıp soluğu revirde aldım.
İlacı içeli çok olmadığı halde üzerime çöken ağırlığın etkisiyle yatağıma sürüklendim. Zevkli, rahatlatıcı, hoş bir ağırlık. Uyku öncesi hissettiğim o tadı tarif etme yeteneğinden maalesef yoksunum... Deliksiz bir uyku olacağa benziyor. Uyumuşum.
Bu tatlı uykudan gecenin bir vakti bir patlama sesi ile uyandım. Yatağımda oturup gözlerimi açtım, biraz sersem gibiyim. Tam uyanamamış olmalıyım, çünkü rüya gördüğümü ya da bir savaş filmi izlediğimi sanıyordum. İkinci bir patlayan bomba ve bunu izleyen tabanca seslerini duyunca ayağa fırladım. Artık uyanmıştım.
Ne oluyordu acaba? Devletimiz bir dış düşmanın saldırısına mı uğramıştı? Ya da tekrar bir darbe girişimi mi yaşayacaktık?
(Devam edecek...)