Dedem, iki gün sonra Kızılpınar'a gideceklerini söyledi. Üzüldüm.
-Sağ kalırsak gene geliriz. Üzülme. Zaten sizin karne tatili de üç gün sonra bitecek. Siz yokken burada benim canım sıkılır. Söz, gene geleceğiz... Dedi.
Ama ne yazık ki dedem sözünü tutamadı!
Dedeme sormak istediğim o kadar çok soru vardı; oysa şimdi aklıma hiçbiri gelmiyordu. Somurtarak oturuyordum. Dedem, konuşmak için bir şeyler anlatmaya başladı.
-Kızılpınar'a Dobromirka'dan gelenler yaşadıkları müddetçe, fırsat buldukça hep eski vatanlarından bahsettiler; duydukları özlemi böyle gidermeye çalıştılar. Orada da kim bilir ne kadar kötü/zor günleri olmuştur; ama onlar bunları değil hep iyi/güzel hatıralarını hatırlayıp anlattılar. Onlar öldükten sonra, Dobromirka'dan bahseden çok az oldu ve zaten bir müddet sonra da unutuldu gitti. Dobromirka muhacirlerinin torunları, Kızılpınar'da uzun yıllar çok zor günler geçirdiler. Cumhuriyetle birlikte biraz refaha kavuşur gibi oldular, İkinci Dünya Harbi çıktktan sonra gene zor günler başladı. Aksilik bu ya, o yıllarda hava şartları da çok kötüydü. Devlet de ürettiğimiz her şeyden aldığı vergiyi çok artırmıştı. Öyle ki ekin daha harman yerindeyken devlet memurları gelip ne kadarını devlete vereceğimizi tespit ediyorlardı. Birçok kişi devlet memurları görmeden kendi ekininden çalmak zorunda kalıyordu. Bir lokma ekmeğe muhtaç olduk. Ekmek karneye bağlandı ve biz ekmek alabilmek için karnemizle birlikte yıllarca Çerkezköy'e gidip geldik. Bizim burada pazıya benzeyen, ama tadı acımtrak lopuşka dediğimiz bir bitki vardır. Bazen günlerce bu bitkiden aş yapıp yemek zorunda kaldık. O yıllarda bizde savaşla ilgili haberleri öğrenebileceğimiz ne bir gazete ne de radyo vardı. Savaşın ikinci yılında köy kahvesine radyo geldiği haberini duyunca oraya koştuk. Radyoyu dinleyip evine giden bir genç olayı şöyle anlatmış anasına: “Valla ana, kutunun içine bir adam girmiş. O konuşuya...”
-Dede, köyde anneye kimi “ani” kimi “aney” diyor; kimi de ana...
-Oğlum, biz birçok şeyde olduğu gibi, dilimizi de tam olarak oturtamadık. Göçebeliğin sonucu olsa gerek. Bizde küçük kızanlar yani çocuklar annelerine “aney” ya “ani” diye seslenirler, gençler ve yetişkinler çoğunlukla “ana” der, İstanbul'da çalışanların bazıları da “anne” demeye başladılar.
-İstanbul'a çalışmaya gidenlerin sayısı çok mu köyde?
-Kızılpınar'da çiftçilikten başka yapacak iş yoktur. O da zaten bırak para kazandırmayı, karnını bile doyurmaz. Bizde birçok kişi, Kızılpınar'daki zenginlerin işlerine ya da civar köylere gündelikçi olarak gittikleri gibi, Çerkezköy'e gidip orada çeşitli işlerde çalışanlar da olur. Çerkezköy'de demiryollarında bazıları iş bulabilir. Tabii esas çalışabilecek nüfusun çoğunluğu da, İstanbul'a gider. İkinci Dünya Savaşı'nın olduğu o yokluk yıllarında, iş bulurum umuduyla neredeyse gençlerin hepsi İstanbul'a gitmişti. Köyde kalanlar hep çocuklar, yaşlılar ve kadınlardı. Gerçi sonradan, gidenlerin çoğu döndü ya...
(Devam edecek...)