“Arada bocalayıp dururlar. Ne şunlardan yanadırlar ne bunlardan yana. Allah'ın şaşırttığına sen asla yol sağlayamazsın.” Nisa, 143
Sanki denizim, dalgalarım dertlerim olmuş, hızlıca kayalara çarpıyor, kayalarda suyumu çırpıyor, dönüyorum tekrar geriye. Yeniden dalga oluyorum, yine çarpıyorum… Ne dalga olmaktan bıkıyor, ne çarpmaktan tınlıyor ne de tekrardan usanıyorum. Korkularım daha da artıyor. dalgalarım daha da hırçın, içimdeki açmazlar bermuda üçgenine dönüyor. Dönüyor, dönüyorum.
İçimde fırtınalar esiyor… Başka bir boyuta geçmişim. Harabelerde dolaşıyorum. Eski zamanlarda yaşanıp terk edilmiş, yıkılmış evlerin temelinin üstündeki çimenlere basa basa ilerliyorum. Kim bilir burası oturma odası olmalı diyorum, sevinçleri üzüntüleri dinliyorum… Çocuk seslerini işitiyorum. Sanırım birisi mektup okuyor. Kulak misafiri oluyorum... Mektup da, okuyan kişinin iki ay sonra kardeşi çok uzaklardan gelecekmiş, mektubunda yazıyormuş… Derdine çare için doktor arıyormuş. Misafir kalacakmış yanlarında, sanırım ev sahibinin kardeşiymiş. Ağlaşmalar başlıyor. Telaşlar hayli çok. Ne yapacaklarını bilmiyorlar... “Ah şu uzaklık!” deyip veryansın ediyorlar. Çocuk ağlamasıyla iyice geriliyorlar. Zaten hazanlar yüreğimde... birde bu manzara beni hayli geriyor oradan hemen uzaklaşıyorum.
Hava öylesi sıcak ki, bir çınar ağacının gölgesine oturuyorum, yarı uykulu, sessizce... İki sevgilinin kalp kazılmış yazıları gözüme ilişiyor. Neredeyse kaybolmak üzere. Sesleri kulaklarımda yankılanıyor. Sevdalarına aileleri karşıymış galiba. Buraya gelip bir çözüm arıyorlarmış. O yana bu yana gitseler, çınarı dolansalar olmuyor, en son çare kaçma planı yapıyorlar, o da olmuyor, elde yok avuçta yok, ne yiyip içecekler ki… Çaresizlik içindeler… Kulaklarımı tıkıyorum… Onlardan çok ben geriliyorum. Varsın güneş yaksın tenimi diyor, adeta yüz metre dünya rekoru kırarak, çınar ağacının gölgesinden uzaklaşıyorum…
Küçük bir derenin kenarına geliyorum. Eskiden suyu gür akarmış… Konuşan kurbağaların veryansınlarından işitiyorum. Hayıflanıyorlar...”Nerede eski yağmurlar… Şu berbat kokudan bıktık, usandık ya… Nerede gür akıntı ve temiz sular...” diyorlar ağlaşarak! Koklamaya başlıyorum çevreyi, nedense nasıl koktuğuna eskiden aldırış etmezdim buraya ne zaman gelsem. Gerçekten çok kötü kokular alıyordu burnum... iğreniyorum… Ana yola yöneliyorum, bu kokudan kurtulmalıyım diyorum.
Hızla geçen arabalara bakıyorum. El kaldırıyorum beni alsınlar diye. Sanki başka gezegendeyim görende olmuyor beni... Karıncalar geçiyor yanımdan. Bana gülüyorlar... “Eskiden insanlar yürürlerdi, araba nedir bilmezlerdi... Siz niye yürümüyorsunuz?” dediklerinde utandım birden... “Ama eskiden bu kadar uzaklığa kim giderdi ki… Sefer zamanı olsa neyse diyorum!” içimden. Beni anlamıyorlar ... Bende anlatmaktan vazgeçiyorum. Ceketimi üzerime örtüp, yaşadıklarımın da üstünü örtüp, mis gibi kokan çimenlerin üstünde, uyumaya karar veriyorum. Oda ne! Bir kaç dakika sonra, el kaldırıp durmasını istediğim arabalar nasıl olmuş da durmuş, her yeni gelen merakla sorunca, açıklama yapıp hakkımda senaryo üretiyorlar durmadan... “Vah zavallı, ölmüş herhalde... Kim bilir hangi zalim vurmuş garibe, Hastaneye bile götürmemişler, kimse görmesin diye üzerini örtmüş kaçmış gitmişler...” ağlaşanlar, dizlerini vuranlar… Dualar edenler… Dayanamıyorum, ceketimi kaldırıp sesleniyorum “Ben ölmedim… Bana kimse de çarpmadı ya...” sanki ağzımdan çıkan naram bir dev yada ucube sesi gibi geldi ki, kimi bayılıyor, kimi kaçıyor, kimi olduğu yerde kala kalmış şaşkınlıkla bakıyorlar bana... En sonunda birisinin arabasına biniyor ve oradan hızlıca uzaklaşıyorum... Dertlerimden mi? Hayır kendimden...Bir süre ertelediğim dertlerimden... Kaçıyorum! Tekrar geriye dönebileceğim bir yerden, tarihin benden eski olmadığı, beni yansıtan gölgelerine, çözümsüzlüğe!
Saffet Kuramaz