Uzaktan arkadaşlarım bana bu yaz misafirliğe gelmişti bir
haftalığına. Ben de Trabzon’un tanınmış mekânlarını gezdirdikten sonra, havalar
da güzelken yaylaya götürmek istedim. Annem yazı yaylada geçiriyordu. 4 tane
ineği ve 1 buzağısı vardı. Annem yalnız değildi; yengem ve kız kardeşim de
vardı.
Yayla evimiz iki oda bir salondu. Odaların alt katında genişçe bir ahırımız ve
onun dışarısında küçük bir samanlığımız vardı. İki büyük bahçemiz ve obamızın
serbest otlak bahçesi vardı. Ve bu bahçe çok büyüktü.
Arkadaşlarım benden çok heyecanlıydı o gün. Tüm hazırlıkları yaptıktan sonra
benzin istasyonuna gidip arabanın benzin deposunu doldurup köyün yolunu tuttuk.
5 kişiydik. Bir arkadaşım Ankara’dan, diğerleri İstanbul’dan gelmişti. Güle konuşa dağları tepeleri aşarak köye
ulaştık. Köyüm Sidiksa, merkeze 1 saat uzaklıktaydı ve çok yüksekti. Bulutlarla
dost olan köyümün güneşle arası limoniydi. Sık sık sis gelip köye çöker.
Sidiksa ile olan sevdalığı günler sürer. Sidiksa ismini de sisten almıştır.
“Sisin altında” anlamına geliyor.
Köye vardığımızda karanlık çoktan çökmüştü ve mahalleye sessizlik ve sakinlik hâkim
olmuştu.
-“Yasemin, ben biraz sıkıştım tuvalete gitme imkânımız var mı?” diye sordu
Gamze kulağıma eğilip.
-“İki dakika sonra bizim eve geçiyoruz, orada
ihtiyaçlarımızı görüp yola çıkarız.” Diye cevapladım Gamze’yi.
***
Evde ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra tekrar yola koyulduk. O gece her zaman
olduğu gibi sis vardı. Yukarı çıktıkça sisin yoğunluğu artıyordu. Elif
sessizliği bozarak:
-“İçim daraldı benim, hem karanlık hem sis bu ne ya” deyip
güldü.
-“Sidiksa adı üstünde “sisin altında” yani. Ama inşallah yarın açar hava.” Dedim.
Nuray da:
-“İnşallah ya” diye iç geçirdi.
-“Kızlar o değil hiç erkek yok mu aramızda ya” deyip güldüm.
Gamze yanında uyuyan Ferda’yı dürtüp:
-“Var olmaz mı? Erkek Fatmamız var bir adet” diye cevap
verince kahkahayı bastık.
Ben içten gelerek gülemedim, gülerken içimi acıtan bir şey vardı. İçim huzursuz
olmaya başladı. Belki de olumsuz hava koşullarından kaynaklanıyordu.
Ormanı aşıp yukarı çıkmayı başardık. Hava değişimi bizimkilerde derin bir etki
bırakmaya hazırlanıyordu. Gamze ve ben hariç herkes uyuyordu, müziği
kapatmıştım. Gamze sessizdi.
-“Herkes yorgun düştü. Annem yataklarımızı hazırlamıştır. Gider gitmez uyur
dinleniriz.” Dedim. Gamze gülümsedi ve:
-“Yarın sabah kahvaltıda pişmemiş kaymak yemek istiyorum.” Dedi.
-“Ben de” deyip güldüm. Yavaş yavaş ilerlerken birden arabaya bir şey çarptı.
Bu o kadar gürültülüydü ki arkada uyuyan herkes fırlayarak uyandı. Hemen arabayı
durdurup aşağı indim ve arabanın kaportasını tekerleklerini kontrol etmeye
başladım. Ama görünürde bir şey yoktu.
-“Bir şey yok.” Dedi Gamze.
Arabaya binip yola devam ettik.
-“Noldu ki?” diye sordu Ferda.
-“Biz de anlamadık, araba kırıldı sandık ama bir şey yok yani.” Diye cevapladı
Ferda’yı Gamze.
-“Umarım da bir şey yoktur.” Dedim iç sıkıntısıyla. Çok geçmeden bir ses duyduk
ve durduk. Bu bir çığlığa benziyordu. Hepimiz arabadan indik ve etrafa göz
gezdirmeye başladık.
-“Bu neydi böyle?”
-“Çocuk falan mı acaba?”
-“Çocuktan öyle çığlık çıkmaz.”
-“Ben tırstım, arabaya binip bir an önce eve gidelim.” Dedim ve arabaya bindik
ama tir tir titriyorduk hepimiz. Direksiyonu nasıl sallayacağımı düşünüyordum.
-“Yasemin acele etsene ya.” Diye bağıran Elif umurumda değildi. Derin bir nefes
alıp arabayı çalıştırdım ve yola devam ettim. Yol da aşırı derece de taşlı
olduğu için arabanın içinde hoplayıp zıplıyorduk. Böbrek taşı sıkıntısı
olanlara birebirdi yayla yolları.
Büyük bir virajı dönüyordum ki arabanın bir farı söndü. Durmak zorunda kaldım
tabi ki.
-“Hay ben senin farına sıçayım gene noldu” diye bağırıp
arabadan indim ve farı kontrol ettim. Anlayamadığım bir şekilde bozulmuştu.
Kısık sesle küfür ede ede arabaya bindim.
-“Arkadaşlar, yolumuza tek farla devam edeceğiz.” Dedim. 5 dakika daha gittim
gitmedim tak diye öbür far da söndü. Kısık sesle ettiğim küfürleri sesli etmeye
başladım. Kızlar ne olduğunu anlamaya çalışırken arabanın torpido gözünden
büyük el fenerini alıp Gamzeye uzattım:
-“Yolumu aydınlatmanı istiyorum. Yavaş yavaş ve dikkatli
gideceğiz.” Dedim. Gamze de hızla başını sallayıp el fenerini alıp yola
doğrulttu. Nuray ağlamaklı bir ses tonuyla:
-“Neler oluyor böyle ya?” diye sordu. Elif:
-“Ben bildiğim bütün duaları okuyorum şimdi.” Dedi Nuray.
-“Bence inip yürüyerek devam edelim yola Yasemin.” Dedi Ferda.
-“Mümkün değil Ferda, bu karanlıkta bu yerde yürüme deliliğini uygulamaya
alırsan kurtlar da seni boğazından kavrar mideye indirir.” Diye cevapladım
Ferda’yı. Aslında bu fikir aklıma yatmıştı. Ama şimdilik gidiyorduk arabayla.
Elif çekingen bir şekilde:
-“Yasemin arabayı biraz hızlı sürsen de eve biraz daha erken gitsek? ”diye
öneride bulundu. Ama bu beni öfkelendirdi.
-“He Elif he oldu, önümü görüyorum da hızlı sürmem kaldı. Töbe töbe ya” diye
çıkıştığım anda araba durdu. Sinirlendim
ve arabayı tekrar çalıştırdım ama tekrar motor durdu.
-“Seni tasarlayan mühendisin kafasına domates sosu dökeyim.” Diye bağırdım.
-“Sakin ol ya” diyen Gamze’yi elimin tersiyle ittim. Öfkeden gözüm dönmüştü.
-“Motordan anlamıyorum ben” diye sitem ettim. Ferda:
-“Ben bakayım” diyerek beni şaşırttı.
Birkaç incelemeden sonra bana dönüp:
-“Dostum burda bir şey yok.” Dedi.
-“Nasıl yok Ferda, niye gitmiyor bu araba!” diye haykırdım suçlusu Ferda’ymış
gibi. Tabi tokadı ağzımın ortasına yemem de gecikmedi.
-“Ne bağırıyorsun eşşek misin sen?” diye kızdı bana.
Afallamıştım.
-“Ben senin çocuğun muyum beni azarlıyorsun.” Diye devam etti. Yerin dibine girdim öfkem kırılmıştı.
-“Çok özür dilerim.” Demem çok fazla bir şeyi değiştirmedi.
-“Eşyaları alın yürüyerek devam ediyoruz.” Deyince hepimiz arabadan
alabildiğimizce eşya aldık ve:
-“Şu yolu dümdüz gidiyoruz arkadaşlar.” Deyip yürümeye
başladık. Nuray’ın arkamızda kaldığını çığlığını duyana kadar fark edemedik.
Hepimiz geri döndük ki ne görelim! Nuray’ın yerinde çirkin bir yaratık
duruyordu. Nuray’ın çığlığı da kendisi de kayboldu. Karşımızda duran yarı ölü,
canavara dönüşmüş olamazdı bu kadar kısa sürede Nuray. Hareketsiz ve bize doğru
dönüktü yüzü. Yüzünün kemikleri görünüyordu resmen. Üzerinde parçalanmış
çamurlu kirli bir kıyafet vardı. Bir eli yoktu ve kanları kurumuştu. Ne
olduğunu çözmeye çalışırken yapayalnız kalmıştım. Arkadaşlarım kaçmış olmalıydı
onları bulmam gerekiyordu. Elime bir taş alıp o yaratığın kafasına fırlatıp
koşmaya başladım. Bir yandan etrafıma göz gezdiriyordum bir yandan arkamı
kolluyordum. Gördüğüm o şeyden karşıma çıkma ihtimali vardı. Bir yandan
bağırıyordum: “Gamze, Nuray, Elif, Ferda!” ama sesime karşılık yoktu. Önümü
doğru dürüst göremeyişim beni adeta çıldırtıyordu. Sis ve soğuk suratıma
Osmanlı tokatları indiriyordu. Ağlamamak zorundaydım güçlü olmak zorundaydım.
Arkadaşlarım kaybolmuştu. Neler olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Koşmaktan
nefes nefese kaldım ve yere çöktüm. Derin ve hızlı nefes aldım ve geri dönüp
koşmaya başladım. Rüzgâr gerdanımı yalayarak korkuma korku katıyordu.
Göremediğim için ayağım sivri taşlara basıyor hızlanmamı engelliyordu.
-“Ferda! Nerdesiniz yahu!” derin bir sessizlik, rüzgâr dâhil bütün doğa
olayları sükûta büründü. Bu beni korkutsa da biraz cesaret verdi. O an bir
silahım olsa diye geçirdim içimden ama silah denince illa patlayan makine mi
olmalıydı? Bir taş, bir odun da silah sayılır. Yeter ki kullanmayı bileyim
yeter ki sağlam olsun dedim. Arabanın kapısını açtım sessizce ve dikkatlice
sert cisimler aradım. Gözüme kestirdiğim 2 demir çubuğu aldım ve çıktım. Onlar
işimi görürdü. Etrafımı gözleye gözleye arabanın yanından uzaklaştım ve orman
yoluna doğru ilerledim. Biraz daha sakindim, demir çubuklar bana güç vermişti.
Kızlardan hala bir eser yoktu ve sis biraz dağılır gibiydi. Derken yol
bitiminde gölgemsi bir şey görür gibi oldum ve durdum. Bir süre izledikten
sonra harekete geçmeye karar verdim ki gerdanımda bir soğukluk hissettim.
Birisi bana dokunmuştu. Çığlığı basıp geri döndüm ve hızlı bir refleksle demir
çubuğu bana dokunan şeyin kafasına indirdim. Amele sümüğü gibi yere yapışınca
ne olduğunu anladım. Zombi.
Bu gece işim uzundu, kolları sıvayıp bir şeyler yapmam gerekiyordu. Kaçmak bana
göre değildi savaşmayı tercih ettim. Arkadaşlarımın sağ olmasını dileyip
uzaktan gördüğüm o karartıya doğru yavaşça yaklaşmaya başladım. Planım şuydu:
büyük bir taşla birinin kafasını ezecektim elimdeki demir çubuklardan birini de
öbürüne fırlatıp hakkından gelecektim. Diğerinin de canını almak için peşine
düşecektim. Bu imkânsız değildi yapabilirdim. Biraz daha yaklaşınca elime sivri
bir taş alıp hedefe doğru fırlattım. Hedefi 12’den vurmanın sevincini yaşarken
diğerleri ne olduğunu anlayamadan demir çubuğu da fırlattım. Demir çubuk hedefi
iki kaşının ortasından vurdu. Sona kalan hedef çıldırmış bir vaziyette kaçmaya
hazırlanırken yanında bittim ve demirin sivri ucunu kalbine sapladım. Çığlık atarak
yere yığıldı. Hızla oradan ayrılıp ormana doğru koşmaya devam ettim. Yola devam
ettikçe gördüğüm Zombi sayısı artıyordu. Bunlarla baş edebilecek miydim, bir
fikrim yoktu. Etrafta normal yaşama da denk gelemedim. Neler oluyordu? Bir
normal insana denk gelsem gidip sarılacağım. Rüyada mıydım yoksa? Düşünceler
denizinde kulaç atarken etrafımı kolaçan etmeyi de ihmal etmiyordum. Bir an
durup dağılan sisin arasından karşılara baktım. Hiçbir yerde yaşam belirtisi
yoktu. “Bi bokluk var hayırlısı olsun” diye söylendim. Karşı dağlara bakınmayı
bırakıp ormanın diplerine bakmaya başladım. Nihayet bir ışık gördüm. Kızıldere
ırmağında bir ateş yanıyordu. Aşağı doğru koşmaya başladım. Ayaklarımı çizen
orman altı çalılıkları, böğürtlen dikenleri umurumda değildi. Zombi göremedim, görsem de umurumda değildi. Kâbus dolu bir
geceden sonra bir yaşam belirtisi gördüm ya beni bir Allah’ın kulu tutamazdı
orada. Düşe kalka, kaya uça Kızıldere Irmağına attım kendimi. Beni gören Kızıldere sakini kaçmaya başladı.
–“Heeoooo kaçma dur ben dostum heeey ablaaa!”
-“Uy sen da kimsun?” diye sorup bana doğru yürümeye başladı. Ben yere diz çöküp
derin derin nefes aldım ve:
-“Bırak benim kim olduğumu bir sorun var!” Dedim. Yavaş
yavaş etrafım meraklı kabile sakinleri tarafından çevrilmeye başladı. Her
kafadan ses çıkmaya başladı. İçlerinden biri kafasını uzatıp:
-“Yavrum sen tecavüze mi uğradın bu ne hal.” Diye sordu.
-“La sade ben değil bütün köy tecavüze uğradı. Köyde bi lanet var bu ne hal!
Yürüyen ölüler var her yerde, altıma sıçtım korkudan. 4 arkadaşım kayıp, onları
bulmak için birkaç Zombi öldürdüm. Yardım umuduyla buralara kadar düştüm bana
yardım edin.” Diye yalvardım. Herkes sus pus oldu ve biraz sessizliğin ardından
iri yarı uzun boylu yaşlı biri geldi yanıma ve oturdu sakince.
-“Ben bu kabilenin reisiyim.” Sakin konuşması beni çileden çıkardı oflayıp
puflamaya başladım.
-“Yavrum aç mısın? Ne yersin?”
-“Fuşki yerim amca, bana fuşki getirin çikolata sosu da olsun.” Dedim alaycı
bir ses tonuyla. Ama bu kabile reisinin istifini bozmadı, gülümsetti. “Deli lan
bunlar” diye söylendim.
-“Yavrum, çok gerginsin bu halde hiçbir şey yapamazsın. Önce bir karnını doyur
dinlen öyle-“
-“Sizdeki bu genişlik Konya Ovasında yok anasını satayım.” Deyip ayağa
fırladım. Sinirden tir tir titriyordum.
-“Sizin bana yardım edeceğiniz yok ben gidiyorum, ne haliniz
varsa görün.” Diye söylenip Kızıldere Irmağından ayrıldım, birkaç yüz metre
ileri gidince onlarca Zombinin koca bir ayıyı yemekte olduğunu görünce geri
döndüm. Kızılderelilerin bulunduğu Kabileye girdim. Herkes dışarıda
toplanmıştı. Kabile reisini pür dikkat dinliyordu:
-“Her şey yakında açıklığa kavuşacak. Kara büyü bozulacak ve
bu köy özgürlüğe kavuşacak. Kara büyü bozulduğu zaman zombiler sonsuza dek yok
olacak.” Diye sürdürdü konuşmasını.
“Ulan bu akıl hastaları benimle niye kafa buluyor?” diye söylendim.
Kabile reisinin konuşması bitmişti ve kalabalık dağılmaya başlamıştı. Kabile
reisinin bana doğru geldiğini görünce doğruldum.
-“Hayırdır evlat bakıyorum da yolun buralara düşmüş? ”deyip güldü.
-“Amca Allah aşkına benimle kafa bulmayı bi kes, yeter ya. Sıkıntıdan saçlarım
döküldü. Neler oluyor beni bir aydınlatın.”
-“Gel benimle.”
Peşine düştüm ama benim de yürüyen ölüden bir farkım yoktu. Yıkıla yıkıla
yürüyorum. Büyük bir çadırın içine girdik, gaz lambası ve mumların aydınlattığı
loş ortam beni bir nebze de olsa rahatlatmıştı. Kabile reisi köşede duran bir
sandığı açtı ve içinden titiz bir şekilde bir bez parçası çıkardı. Uzun uzun
baktıktan sonra derin bir nefes alıp yanıma geldi. Merakım büsbütün artmıştı, ne
olabilirdi ki o?
-“Bu elimde gördüğün bez parçası sıradan bir bez parçası değil evlat. Bu bez
parçasının dışarıda cebelleştiğimiz yaşayan ölülerle sıkı bir ilgisi var. Zira
bu bez parçası 17. Yüz yılda köyümüze yapılan kara büyüyü bozma talimatnamesi.”
-“Ne kara büyü mü?” diye bağırdım. Kabile reisi evet şeklinde başını
salladıktan sonra:
-“Kara büyü bir yıl önce gerçekleşti. Bu bez parçasını da tamamen tesadüf
sonucu bulduk. Benim büyük babamın dedesinin büyük babası bu olacakları
biliyordu, o yüzden bu bilgileri bize nesilden nesile aktarılmasını sağlamış. O
gördüğün yaşayan ölüler 17. Yüzyıl düşman askerleridir.” Diye devam etti. Benim
şaşkınlığım kat be kat artmaya devam ediyordu.
-“Ee nasıl bozulacak bu büyü?” diye sordum.
-“Parçalı ay tutulmasının gerçekleştiği gece Kolopna deresinin yukarısından
kuzey tarafına doğru 5 km ötesinde bulunan bir mağarada bir düzenek var. O
düzenek bozulduğu zaman büyü de bozulmuş olacak.” Diye cevap verdi Kabile
Reisi.
-“Düzenek mi? Nasıl bir düzenek ki bu?” diye sordum. Kabile reisi bana çaresizce bakıp:
-“Bir bilgim yok evlat.” Diye cevap verdi.
-“Eğer bu büyü bozulamazsa ne olacak?”
-“Önce Sidiksa yerlileri yok olacak, sonra Sidiksa yerlilerinin kanlarından
beslenip güçlenen zombiler dünyaya hükmedip insan ırkını yok edecek.”
Düşüncesi bile tüylerimi diken diken eden bu durum beynimi çalışmaya zorladı.
-“Parçalı ay tutulması ne zaman olacak?” diye sordum.
-“10 günün sonra, Gece yarısı.”
Çok zamanımız kalmamıştı, bir şeyler yapmamız gerektiğini anladım.
-“O düzeneğin bulunduğu mağara tam olarak nerede, biliyor musunuz?”
-“Evet, tabi ki. Orada muhafızlarım var.”
-“Gidip görmek mümkün müdür?”
-“Birkaç mil uzaklıkta fakat şimdi gidip görmek mümkün değil evlat.”
Tam o sırada içeri apar topar bir kızıldereli girdi. Son
derece telaşlıydı:
-“Reis! Başımız belada! Kabilemize saldırdılar!” demesiyle
kendimizi dışarı attık. Reis bana bir mızrak fırlattı:
-“Ok yay kullanmayı biliyorsan söyle.”
-“Küçükken kendim yapar oynardım ama gerçeğini kullanabilir miyim bilmem.”
-“Neden olmasın” deyip ok ve yay verdi. Peşine takıldım.
Yaklaşık 20 tane zombinin saldırısına uğramıştı kabile. Yerliler zombilerle
savaşıyordu. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Ben de elime geçirdiğim mızrakla, ok
yayla zombilere saldırmaya başladım. Kolay da ölüyorlardı, bu benim işime
geldi. Tek darbede canlarını alıyordum.
Ama bir şey fark ettim, bizimkilerde plan yoktu ve gelişigüzel savaşıyorlardı.
Bu böyle olmaz dedim ve kabile reisinin yanına gittim.
-“Bana 10 kişilik bir grup ver. ”dedim. Kabile reisi cevap vermeden yanındaki
adamın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı sonra adam hızlıca yanımızdan
ayrıldı. Kabile reisi başını evet şeklinde salladıktan sonra büyük çadıra
girdi. 5 dakika geçtikten sonra yanıma 10 kişi geldi. Gayet de güçlüydüler. Onları çadıra götürdüm ve planımı anlattım.
Ayrı noktalarda zombilerin dikkatlerini çekip ormanın kuytu köşesine çekip bir
araya topladıktan sonra diri diri yakacaklardı. Bu fikir hepsinin aklına
yatmıştı. Belirlenen yer Şoroğma’ya çıkarken orman tarafının tersinde kalan
küçük otlaktı.
-“Evet dediklerimi anladınız. Şimdi başlıyoruz, haydi!” dememle çil yavrusu
gibi dağıldılar. 10 dakika içinde zombilerin dikkatlerini çekmeyi
başarmışlardı. Zombiler bizimkilerin peşlerine takılınca bu iş oldu dedim. Yerliler
derin bir nefes almıştı. Kabile Reisi bana bakıp gülümsedi ve:
-“Sen aslansın.” Dedi. Ben utançla başımı öne eğdim. Bir 10
dakika daha geçtikten sonra burnumuza yanık kokuları gelmeye başladı.
“Başardılar sanırım.” Dedim. Herkes bir araya toparlanıp yukarıya baktı. Kara
kara dumanlar savruluyordu göğe doğru. Kabile sevinç gözyaşlarına boğuldu ve
hunharca dans etmeye başladılar. Çok
geçmeden kahraman askerler de dönünce ortalık iyice şenlik alanına döndü. Şarkı
söyleyip dans ettiler. Gece boyu kutlama yapıldı. Şafak sökünce her şey normale
döndü. Kara büyü hariç.
Kabile reisi ve birkaç yerliyle beraber ormanda gezintiye çıktık. Uzaklardan
zombilerin seslerini duyuyorduk ama buna aldırmıyorduk. Uzun bir yürüyüşten
sonra Kabile reisinin sözünü ettiği mağaraya geldik.
-“İşte bu mağara evlat. Bu mağarada bulunuyor sana sözünü ettiğim düzenek.”
Dedi Kabile reisi.
mağaranın içini gezmeye başladım. Uzun bir mağaraydı, ucu bucağı yok gibiydi.
İçinden bir dere akıyordu. Sarkıtlar ve dikitler vardı. Epey bir inceleme
yaptıktan sonra:
-“Ben bir düzeneğe benzer bir şey göremedim.”
-“Şimdi göremezsin evlat. Parçalı ay tutulmasının gerçekleştiği gece
göreceksin.”
-“Yok şansımızı son ana bırakamayız mutlaka bir işaret olmalı.” Deyip tekrar
mağaranın içinde dolaşmaya başladım. Dikkatimi bir şey çekti, mağaranın
tavanında bir delik vardı. O deliğe bakmaya başladım.
-“Reis,burada bir delik var nedir acaba?”diye sorunca reis yanıma gelip uzun
boylu bir adamın omuzlarına çıktı ve delikten içeriye baktı.
-“Bu delik dışarıya bakıyor direkt.” Dedi. Benim gözüme toz düşünce mağaradan
çıkmak zorunda kaldım.
-“Kusuruma bakma gözlerim çok hassas. Çok fena yanıyorlar.”
Kabile Reisi diğer adamlarına başıyla işaret verince mağaradan çıktılar.
-“İyi misin evlat?” diye sorunca cevap bile veremedim. Gözlerim çok kötü
yanıyordu anlam veremediğim şekilde. Acıdan kıvrandığımı görünce yola koyulduk.
-“Tanrı aşkına sadece toz düştü gözlerine, neden bu kadar
yandı ki gözlerin? Anlam veremedim.”
Gözlerimden kan akmaya başladı.
-“Aman Tanrım, gözlerin kanıyor!” deyip beni durdurdu Kabile reisi. Gözlerimin içini
incelemeye başladı.
-“Muhtemelen tozların içinde taş kırıntıları vardı, yaralamış.” Der demez eline
kırmızı cama benzer bir taş geldi.
-“Bu da nesi?”
-“Bira şişesinin camı olabilir.” Dedi Kızılderelilerden bir tanesi. Ben de çok
merak etmiştim:
-“Bakmak istiyorum.” Deyip elime aldım.
-“Bu elmasa benziyor. Elmas değilse de onun gibi değerli bir taşa benziyor.”
-“Elmas ne arar Sidiksa’da?” diye sordu Kabile Reisi.
-“Neden olmasın ki? Sonuçta maden yok nerden bileceksiniz yerin altında elmasın
olmadığını?”
-“hımmm”
-“Gözlerim yanıyor, doktor var mı kabilede?”
-“Var tabi. Şifacımız var bizim. Sana şifalı bitkilerden bir karışım hazırlar
iyileşirsin.”
-“Kör olur muyum acaba?”
-“Sanmıyorum evlat.”
Nihayet kabileye döndük ve ilk iş
kabilenin şifacısına görünmek oldu. Gözümü kanatan o kırmızı parçayı saklamaya
karar verdim. Şifacı gözümün iyileşmesi için erimiş mum parçaları ve şifalı
bitkilerden bir karışım hazırlayıp özenle gözüme sürdü. İyileşmem 5 günümü
aldı.
Bir gün mağaraya gidip mağarayı incelemeye başladım. Dikkatimi bir şey daha
çekmişti, yerdeki delik. Tavandaki deliğin tıpatıp aynısıydı. Belki de
düzeneğin bir parçasıydı.
Bir gün kabile reisi ve birkaç yerliyle beraber atlarımızla köy meydanına
gittik. Hayat yok denecek kadardı. Evler yağmalanmış, yerlerde insan kemikleri,
kanlar, uzuvlar. Başıboş gezen zombiler her yerde önümüze çıkıyordu ve bağcılar
apaçileri gibi grup grup takılıyorlardı. Ne zamandır güneş yoktu hep kapalıydı
hava. Her an yağacak gibi ama yağmıyordu. Kabile reisine baktım ve dedim ki:
-“Reis, parçalı ay tutulmasına pek az bir zaman kalmış, ama hava kaç gündür
kapalı. Ya o gece de kapalı olursa?” Kabile reisi atını durdurdu ve uzun uzun
ufka baktıktan sonra:
-“Son duamızı edelim evlat.” Dedi.
Bu çok korkunçtu, her gece dua etmeye başladım havanın o
gece açık olması için. Ama bir sorun vardı; kabile reisi dâhil hiç kimse
mağarada ne olduğunu bilmiyordu. Bilseler Parçalı ay tutulmasının yaşandığı
gece rahatça büyü bozulurdu. Bu işi kafaya takmıştım mutlaka ben çözecektim. Kabile
reisinin torununu alıp sık sık mağaraya gitmeye başladık. Mağaraya gitmelerimiz
bir şeyi çözmüyordu ama aşinası oluyorduk. Kabile reisinin torunu çok zekiydi.
Ben ne dersem hemen kavrıyordu ve feleğimi şaşırtacak sorular soruyordu bana.
10. Gün gelip çattığında akşama doğru kabile reisinin torununu alıp mağaraya
gittim. Kabileye bir sessizlik hâkimdi. Kırmızı cam parçasını yanıma almıştım.
İki deliğin yanına gidip delikleri incelemeye başladım. İkisi birebir aynıydı.
Tavandaki delik kuzeye bakıyordu. Yanıma el fenerini almıştım.
-“Aba”
-“Efendim canım”
-“Şimdi bu tavandaki deliğin ay ışığı ile bir ilgisi olabilir mi?” diye sorunca
kafamda şimşekler çaktı. Şok olmuştum. Bu çocuktaki zekâ Sidiksa’da kimsede
yoktu. Hayranlıkla sarıldım ve alnından öptüm çocuğu. Sevinç çığlıkları içinde el
fenerini tavandaki deliğe sabitleyip ışığını açtım ve beklemeye başladım. Heyecandan
elim ayağım titriyordu. Bir ses işitince sesin geldiği yönü aradık. Ses yerden
geliyordu, eğildim ve tam konumunu aradım. Ses yerdeki deliğin sol tarafından
geliyordu. Hafif bir kıpırdama olunca yerde, korkup mağaradan dışarı attık kendimizi. Tam o sırada kabile sakinleri telaşlı bir
şekilde yanımıza vardı. Hepsi korkmuş, ağlamaklıydı. Neler olduğunu sormaya
kalmadan Kalabalığı yaran Kabile reisi elinde bir asayla yanıma geldi.
-“Zombiler kudurdu, kabilemize saldırdılar; halkımızı öldürdüler çadırlarımızı
yağmaladılar.”
Gözleri dolmuştu, boğazı düğümlenmişti. Kabile reisini ilk defa böyle
görüyordum, ilk defa olmasa da titredim. Kabile sakinlerine baktım erkekleri
bile mahvolmuş durumdaydı.
-“Bu son şansımız evlat. Son dualarımızı edip kara büyüyü bozmaya çalışacağız.”
dedi kabile reisi.
-“O zaman ben de dua edeyim.” Dedim. Ama içimde bir umut vardı. Hava iyice
kararmıştı. Gökyüzünde bulutlar aralanmaya başladı.
-“Eğer bulutlardan fırsat bulabilirsek, parçalı ay tutulması kuzeyde
gerçekleşecek.” Deyince kabile reisi, uyandım! Tavandaki delik de kuzeye
bakıyordu!
-“Biz torununla inceleme yaptık, tavandaki delik kuzeye
bakıyor. Demek ki ay ışığı o delikten girecek.” Dedim. Kabile reisi şaşırarak:
-“Bu çok mantıklı bir teori! Elimdeki talimatnamede pusula kuzeyi gösteriyor.
Ancak çözemediğim iki şey var: iki tane taş biri beyaz biri kırmızı; ikisi de
şeffaf.” Deyince gözlerim kabile reisinin elindeki asanın ucuna gitti. Beyaz
bir şeffaf taş vardı.
-“Asanın ucundaki taşın bununla bir alakası var mı?” diye sordum.
-“Olabilir. Bu asa ata yadigari 17. Yüzyılda yaşamış dedemden kalma bir asa bu.
Ucundaki şeffaf taş da bir meteor parçasıdır.”
-“O asayı bana verebilir misin?” diye sorunca reis hiç tereddüt etmeden asayı
bana uzattı. Gökyüzüne baktım, ay ışığı karanlığı aydınlatıyordu. Tam o esnada
ormandaki bütün kurtlar ulumaya başladı.
-“Vakit yaklaşıyor evlat.”
Gülümsedim ve reisle beraber mağaraya girdik.
-“Parçalı ay tutulması gerçekleştiğinde boruları 3 kere öttürün.” Diye talimat
verdi reis. Ben yerdeki deliğe umutla bakıyordum. Neler olacaktı kim bilir.
-“Bana talimatnameyi verir misin?” diye sordum. Talimatnameyi bana uzattı reis.
Talimatname harita gibiydi. Kırmızı ve beyaz taşın yanlarında birer işaret
vardı. Kırmızının yanında x beyazın yanında + vardı. Bunun anlamı kırmızı
olumsuz beyaz olumluydu. Kara büyünün bozulma tariflerini veriyordu açık açık.
-“Bir şey deneyeceğim.” Deyip el fenerini aldım ve tavandaki deliğe sabitledim
asayı da yerdeki deliğe diktim ve sabırla beklemeye başladım. Az önce yaşadığım
gürültü tekrar gerçekleşmeye başladı ama kaçmadım bu sefer, bekledim. İki delik
açıldı, yerden beyaz ve kırmızı şeffaf taş yükselmeye başladı. Ben ve kabile
reisi şaşkınlıkla izlemeye devam ettik. El feneri direkt kırmızı şeffaf taşa
vurunca olayı anladım.
-“Ha, büyü bozuldu bilin.” Dedim gülümseyerek. Tam o sırada insanlar çığlık
atmaya başladı ve ardından 3 kere boru çaldı. Elim ayağıma dolaştı, kabile
reisi telaşa kapılarak:
-“Elini çabuk tut büyüyü boz evlat!” diye bağırdı. Ay ışığının beyaza vurmasını
sağlayacaktım fakat nasıl? Taşların yerini değiştirmek işe yaramazdı daha
sağlam bir fikir gerekiyordu. Buna bir çare bulmam gerekiyordu; bir yandan
çevreme yavaşça göz gezdiriyordum. Kabile Reisi sakalını kaşıyarak bir şeyler
düşünüyordu. Dışarıdan bir yerli koşarak geldi:
-“Parçalı ay tutulması kuzeye doğru yaklaşıyor.” Diye haber verdi. Elimizi çabuk
tutmalıydık, kabile reisine bir göz kırptım o da omuz silkti. Elimdeki el
fenerine baktım ve bir şey fark ettim: üzerinde ayna şeklinde cam vardı. Bu benim
işime yarayabilirdi! Dışarıdan çığlıklar çoğalmaya başlayınca al acele el
fenerindeki ayna parçasını söktüm ve ay ışığının ilk vuracağı nokta olan
kırmızı taş üzerine sabitledim. Kabile reisi şaşkınlıkla beni izlerken torunu
yanına geldi:
-“Reis büyük an geldi! Dışarı çıkıp seyretmelisin.” Diye bağırdı heyecanla.
Kabile reisi:
-“Asıl büyük an burada evlat!” deyince bütün kabile mağaranın önüne toplandı. Kalbim
heyecandan küt küt atıyordu, ellerim tir tir titriyordu. Biraz sonra dünyayı
kurtaran kız olacaktım ve adım tarih sayfalarında altın harflerle yazılacaktı. Tavandaki
deliğe baktım, ay ışığı tam deliğe ulaşmıyordu ama ramak kalmıştı. Sabırla
beklemeye devam ettim.
-“Az kaldı reis, başarıyoruz.”
-“Biz değil sen başarıyorsun evlat!”
Dışarıdan kurt ulumaları gittikçe artıyordu. Ay ışığı yaklaştı, yaklaştı,
yaklaştı ve ışık delikten içeri sızmaya başladı. Ben bir adım geriye gittim ve
olanları izlemeye koyuldum. Yüreğim ağzımda atıyordu.
Işık tam planladığım gibi kırmızı taşın önüne yerleştirdiğim aynaya çarpıp
asadaki taşa sonra beyaz taşa dönünce başım döndü gözlerimin önü karardı
bayıldım.
Ayıldığımda güneş vuruyordu, davul zurna sesleri ve neşeli insan sesleri
duyuyordum. Neler oluyor demeye kalmadan kabile reisi alnımdan öptü ve:
-“Başardın evlat.” Dedi.
-“Kız ne zaman çıkıyoruz yaylaya?” diye bir ses duydum. Arkadaşlarımdı.
Şaşırdım ve gülümsedim ayağa kalktım:
-“Sizi bir daha kaybetmeyeceğim.” Deyip hepsine sarıldım.