Pazaryerinde son hazırlıklar yapılıyor. Hava kararmak üzere olduğundan pazarcılar acele ediyorlar. Çadırlar sökülüp toplanıyor, sergi tahtaları bir dahaki hafta kullanılmak üzere dikine duvara dayanıyor; bir yandan da kalan mallardan bir kısmı yere dökülürken bir kısmı da araçlara yükleniyor. Dökülenlerin tamamı sebze-meyve türünden bozulmuş ya yakında bozulacak olan yiyecekler.
Bağırarak konuşan pazarcıların gürültüsü çekilir gibi değil. Bu konuşmaların çoğu küfürlü. Pazarda müşteri yok, tabii olmaz; çünkü adamlar artık gidiyorlar. Şalvarlı, başları örtülü iki kadın, yanlarında on yaşlarında bir kız çocuğu atılan sebze-meyve çöplerini karıştırıp içlerinden sağlam olanları ayırıyor ve poşetlere dolduruyorlar. Pazarcının biri toplanmasın diye döktüğü domateslerden sağlam olanları ayaklarıyla eziyor. Bunu gören Kadın:
-Allahın cezası, nimet ezilir mi? Bırak da toplayıp eve götürelim, salça filan yaparız bari, diye konuşuyor kendi kendine ama sesi sadece fısıltı şiddetinde. Belli ki korkuyor.
Benim gibi pazaryerine gelen üç tane daha köpek var. Buradan bize bir şey çıkmaz ama, umut işte! Belki bozulan peynir ya da sucuk filan atılmış olabilir diye düşünüyorum. Sebze çöpleriyle işim olamayacağından pazarın başına doğru ilerliyorum. Peynir filan orada satılıyor çünkü. Burası diğer taraflara göre daha temiz görünüyor. Gazete parçaları, kartonlar, boş tenekeler, boş kavanozlar var.
Başımla tenekelerden birini deviriyorum. İçindeki su dökülünce ortalığı peynir kokusu sarıyor. Küçük parçalar var, idare eder. Bunları başka bir köpek gelmeden yemeliyim. Yiyorum. Çabucak bitiyor. Zaten ne kadarcıktı ki... İleriden bir dişi köpek geliyor, sarı-beyaz karışımı temiz, düzgün tüyleri var. Çok da güzel. Bu Köpüş. Bütün erkek köpekler Köpüş'e hayran, onun peşinde. Tabii ben de. Ama birçok köpeğe evet demesine rağmen bana nedense hiç yüz vermiyor. İşte yanımdan geçti, beni görmemesi imkansız olduğu halde kafasını çevirip de bakmadı bile. Kendini beğenmiş, kasıntı şey!
Böyle diyorum da aslında Köpüş için ölüyorum, bitiyorum. Onu her gördüğümde mest oluyorum. Bütün vücudumu tatlı bir uyuşukluk sarıyor. İnsanların aşk dedikleri duygu bu mu acaba? Olamaz, ben insan değilim ki... Değilim, tamam da neden her geçen gün biraz daha insanlara benziyorum? Bu iyi bir şey mi?
Bu düşünceleri bir tarafa atıp Köpüş'ün dikkatini çekecek bir hareket yapmalıydım, mesela bir yiyecek bulup ona ikram edebilirim. Peşinden gidip baktım ne yapıyor diye. Pazardaki çöpleri karıştırıyor. O çöplerle uğraşırken koşarak pazar sokağından çıktım, cadde üzerindeki bir lokantanın önüne geldim. Burada şansımı deneyecektim. Bu lokantada piliç çevirme de yapılıyor, bazı müşteriler kaldırımdaki masalarda yemek yiyorlar; belki bunlardan biri bir parça et atar bana. Daha önce burada şansım yaver gitmişti.
İşte şu kapıya yakın olan masada yaşlı bir adamın yanında on iki yaşlarında bir çocuk var. Önünde de yarım kızarmış tavuk... Bu kadar tavuğu bitiremez. Arka ayaklarımın üzerine oturup gözlerimi çocuğa diktim. O da beni gördü, gülümsedi. Umutlandım. Çocuk bir tabağındaki tavuğa bir de babasına baktı; çatalın ucuna taktığı bir parça eti ağzına attı. Bekledim biraz... Acaba boşuna mı bekliyorum? Vakit kaybetmeden başka bir yere mi gitmeliyim? Ya bu arada Köpüş'ü de kaybedersem! Aklım karışık, kararsızım.
Neyse ki imdadıma çocuğun babası yetişti. Adam masadan kalkıp içeri girdi, belki de tuvalete gitmiştir. Bunu fırsat bilen çocuk kopardığı kocaman bir parçayı bana fırlattı.
Eti kaptığım gibi pazaryerine koştum. Köpüş'ün yanına yaklaşmıştım ki başka bir mahalleden geldiğini sandığım bir köpek önümü kesti. Eti kurtarmak amacındaydı. Hızla köpeğin üzerine yürüdüm, ona çarptım. Savruldu. Fırsattan istifade edip Köpüş'e ulaştım. Beni güleryüzle karşıladı. Yere bıraktığım eti aldı ve bir kere de yuttu. Savrulan köpek yanımıza ulaştığında et met kalmamıştı. İkimiz bir olup bu yüzsüz köpeğe saldırdık. Baktı ki pabuç pahalı, kuyruğunu kısıp oradan gitti.
İşte Köpüş ile olan ilişkimiz böyle başladı. Daha sonra onunla acı-tatlı birçok anımız oldu.
Köpüş'le vedalaşıp koşarak Cafer Aga'nın yanına gittim. Dilim iki karış dışarıda, hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Ellerini arkasına bağlamış dolaşıyordu. Hayret! Onu böyle dolaşırken daha önce hiç görmemiştim.Sonradan anladım ki bu kızgın bir insan hareketiymiş. Cafer Aga beni görünce:
-Ulan Kalo, neredesin kaç saat? Öle keyfince dolaşma yok! Buradan, benim yanımdan ayrılmaycan! Valla biri gebertir, belediye zehirler... Karışmam ha...
Saydırdı da saydırdı. Dinledim. Tuvaletten birinin çıktığını görünce sustu. Ben de parktaki masalara doğru gittim, çimenlerin üzerine yattım. Çok yorulmuştum.
● ● ●
(Devam edecek...)