Havanın ilk kar atıştırdığı gün, sıcaklık fazla düşmemişti. Yağan kar, yere iner inmez eriyordu. Bu böyle birkaç gün devam etti, sonra kar şiddetini artırdı. Yerler bembeyaz oldu, ağaçların üzeri karla doldu, dallar aşağıya doğru eğildi, asfalt yol rengini değiştirdi yani artık siyah değildi. Geceleri soğuk arttığı için daha iç kesimlere kaya kovuklarının olduğu yere çekildik. Buralarda birbirimize sokulup yatıyorduk. Gündüz olunca da uzun bir süre kovuktan çıkmıyorduk. Çıktığımızda doğru asfalt yol kenarına gidiyorduk, yiyecek getiren olabilir umuduyla. Bu umutların çoğu boşunaydı. Geçen araba sayısı bazı günler dadece bir-iki taneydi ve yiyecek getiren de çok azdı.
Bir ara kar yağışı durdu birkaç gün. Hatta güneş de yüzünü gösterdi, ortalığı biraz ısıttı. Karların hepsi olmasa da bir kısmı eridi. Sonra ne mi oldu? Kar yağmadı ama hava sıcaklığı birden o kadar çok düştü ki, ortalık buz kesti. Buzun üstünde yürümek o kadar zor ki! Asfalt yola inersek yattığımız yere dönmede çok zorlanıyorduk. Çünkü orası asfalt yola göre daha yukarıdaydı, buzda kayıp bir tarafımızı kırma ihtimali de vardı.
Su sorunumuzu da gideremiyorduk. Orman içindeki küçük bir derecik bulmuştuk. Buz tutmadığı zamanlar buradan suyumuzu içiyorduk. Ya dere donunca? Kar yalamayı denedik, kar da donmuş olduğundan dilimiz üzerine yapışıp kalıyordu. Kurtarınca da acı veriyordu.
Birkaç tavşan yakalamamızın dışında sözü edilebilecek bir avımız olmadı. Sayımız beşe indi, çünkü bir arkadaşımız açlığa ve soğuğa dayanamayıp öldü. Bazılarına garip ya da iğrenç gelebilir ama biz o ölen arkadaşımızı yedik. Sonra da, sırada kim var, diye birbirimizin gözünün içine bakar olduk.
Hastalanacağım diye ödüm kopuyordu; ölmeden beni yerler diye... Korktuğum başıma geldi. Çok soğuk bir günde aniden elim ayağım titremeye başladı, bütün gücümü yitirdim. Vücudum kırılıyordu, ağrımayan hiçbir yerim yoktu. Yattığım yerden iki gün kalkamadım. Arkadaşlarımın gözleri hep üzerimdeydi; ya da ben öyle sanıyordum. Belki de hastalandığıma sevinmişlerdir bile... Umutla bekleşiyorlardır... Bir ölsem de karınlarını doyursalar!
Dışarısı buz gibi olmasına rağmen, ben o gece ter içindeyim. Arkadaşlarım erkenden uyudular da soru soran bakışlarından kurtuldum. Ben de bir ara dalar gibi oldum, sonra gözlerimi açtım. Açmamla kapamam bir oldu. Az ötemde simsiyah kocaman bir çuvala benzeyen bir varlık gördüm. Ateşim çıktığı için yanılmış olabilirdim, tekrar gözlerimi açtım. Yanılmamışım, orada duruyor. Az önce fark etmemişim, bu yaratığın vücudunun tam ortasında fındık büyüklüğünde ışık saçan iki tane göze benzeyen şey de var. Ama ağız, burun v.s yok...
-Sen nesin, sen kimsin? Azrail misin? Olamazsın, çünkü duyduğuma göre o insanların canını alıyormuş; o nedenle biz köpeklerle işi olmaz. Yoksa ölüm müsün? Diye sordum. Ortalığı titreten bir sesle cevap verdi:
-Ölüm filan değilim. Ölüme benzetirler ama değilim. Ben yokoluşum! Ortadan kaldırıcıyım, siliciyim, kaybediciyim, yok ediciyim.
Sesin şiddetinden kulaklarım sağır olacak sandığım halde arkadaşlarımın hiçbirinin uyanmamış olmasına da hayret ettim. Tirtir titremeye başladım, korkarak devam ettim:
-Nasıl yok ediyorsun? Bazı biliminsanları ve materyalist feylosoflar var olan hiçbir şeyin yok olamayacağını söylüyorlar.
-Sen onların dediklerine aldırış etme! Onlar akıl yürütmede eski mantık kurallarını uyguluyorlar. Meseleye o mantığı aşarak bakmalısın. Varoluş nedir, hiç duydun mu?
-Bilmiyorum.
-Varoluş; var olma yani varlaşmadır. Tabii ki varoluş deyince öncelikle akla varlık gelir, ancak varoluş varlıktan öncedir. Yani varoluş olmadan varlık olamaz, ama varlık olmasa da varoluş vardır.
-Bu dediklerinden hiçbir şey anlamadım. Sen ölümsün, beni kandırıyorsun. Ölümle ne işim var benim? Neden buraya geldin?
-Tekrar ediyorum, değilim. Yokoluş ölümü de içine alır ama ölümden, ne öncedir ne de sonradır. Ben seni de içime almak için geldim.
-Ne var senin içinde? Ben şu karnının ortasında parlayan gözlerinin dışında sende sadece karanlığı görüyorum.
-İşte, içimdeki o sonsuz karanlıkta her canlıda olduğu gibi sen de kaybolup gideceksin.
Bunları söyleyip bana doğru yaklaştı, beni yutacak sandım, sesimin çıktığı kadar havlamaya başladım. Bu kara, kapkara varlık bana yaklaştı yaklaştı ve adeta buharlaşıp yok olup gitti. Bu olsa olsa bir karabasan yani kâbus olmalıydı. Gerçek değildir, düştür. Hastalığım nedeniyle yaşadığım karmakarışık, sıkıntılı, korkutucu bir hal olmalı.
Bu karabasanı yaşarken sadece havlamakla kalmayıp viyaklamış, ulumuş belki de insanlarınkine benzeyen çığlıklar atmış olmalıyım ki arkadaşlarımın hepsinin uyandığını homurtularından anladım. Onlar zaten ölmemi beklemiyorlar mı, bu kızgınlıkla bunu çabuklaştırmaları yani saldırıp beni boğmaları an meselesi. Sessizliğe büründüm, bulunduğum yerde iyice büzülüp gözlerim açık beklemeye başladım.
(Devam edecek...)
( Köpeğin Adı Badi-34 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 16.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu