Uzun sofrada kalabalık aile keyifle akşam yemeği yiyordu. Masa başındaki ihtiyar bazen kaşlarını çatarak, bazen fısıldayarak, aniden yerinden hoplayıp abartılı el kol hareketleriyle; karanlık ormanlarda, sisli dağlarda, puslu havalarda geçmiş yarı gerçek yarı uydurma maceralarını anlatıyordu. Çocuklar dikkat kesilmiş, soluksuz dinliyordu. Arada duruyor, devam etmesi için heyecanla yapılan tezahüratı bekliyordu. “Dede, dede, dede!” Orta yaşlı kadın kulağı anlatılanlarda gülümseyerek çorba kâselerini topluyordu. Büyük bir şangırtıyla cam çerçeve indi. Perdeler savruldu. İçeri fırlayan taş yuvarlanıp masa önünde durdu. Bir anda salona sessizlik çöktü. Gözler kırpılmadan birbirine bakmaktaydı. Çocuklardan en küçüğünün dudakları titredi. Ağlayarak sessizliği bozdu. Hıçkırıklar yükseldi. Donup kalmış kadın kâseyi bırakıp telaşla çocuğa koşturdu. Kucağına aldı. Öpüp kokladı. Çocuk sakinleşti. Orta yaşlı adam yavaşça ayağa kalktı. Pencereye yöneldi. Adımını atmıştı ki omzuna ihtiyarın eli uzandı. Yerine oturttu. Perdeler rüzgârla dans etmekte, sokak lambası boş çerçeveden gözükmekteydi. İhtiyarın yüz çizgileri derinleşmiş, kalp atışı hızlanmıştı. Gömlek yakasını çekerek açtı. Göğsünü ovdu. Artan bir tempoyla tezahürat yükseliyordu. “Dede, dede, dede!” Gözler üzerinde, ara sıra arkasına bakarak pencereye yürüdü. Attığı her adımla ağzı kurudu. Ayakucu taşa dokununca durdu. “Dede, dede, dede!” Çömelirken pantolon paçaları dizlerine doğru çekildi. Elini taşa doğru ağır ağır uzattı. İşaret parmağı önde taşa değecekken geri çekti. Başını taşa eğdi. Kaşları kalktı, dehşetle gözleri büyüdü. Taşın üzerinden parkeye kan damlamaktaydı. “Dede, dede, dede!”