Tarihi kaynakları incelediğimiz zaman Türklerin pek çok kavimin aksine kılıç zoruyla değil gönül rızasıyla,kendi istekleriyle İslam dinini kabul ettiklerini anlıyoruz.Emevilerle Türkler arasındaki savaşlar sırasında İslamiyetin Türkler arasında yayılması neredeyse sıfır noktasındaydı.Emevilerin vergi gelirleri ve Arap olmayanlara köle muamelesi yapma hevesleri dinamik bir hayat yaşayan Türkler için savaşlar,yenilgiler ve kılıç zoru bir işe yaramamıştır, üstelik yapılan savaşlarda Türk kavimleri mağlup durumunda olmadıkları gibi galip sayılabilecek durumdadırlar.Türklerin İslam’ı kılıç zoruyla değil pek çok kavmin aksine gönül rızasıyla kabul ettikleri tarihi kayıtlarla sabittir.Türkler yeni bağlandıkları İslam dinini safiyane duygularla yaşamışlardır.
Türklerin İslam toplumuyla yakın ilişki içine girmesi Abbasiler-Çinliler arasındaki Talas Meydan savaşında Karluk Türklerinin Abbasilerin tarafında savaşarak Çinlilerin mağlubiyetinde etkili olmalarından sonradır.Abdülkadir Satuk Buğra Han’ın kabilesiyle birlikte Müslüman olması Türklerin ilk büyük çaplı İslam’a girişi sayılmaktadır. Yinede Türk kavimlerinin tamamen İslam’ı kabul etmeleri 300 yıl gibi bir zamanda gerçekleşmiştir.Tufan Gündüz)
Türklerin İslam’ı kabul ederek kabileler halinde Müslüman olmaları Dünya tarihini kökünden etkilemiştir.Binli yıllardan itibaren Türkler temelde savaşçı karakterleri sebebiyle İslam memleketlerinin sahibi İslam dininin hadimi oldular.Türklerin elbette ki tek vasıfları savaşçılıkları değildi.Benois-Mchin’e göre Göçebe Türklerin devletler kurma ve idaresinde fıtri kabiliyetleri vardır ve en eski edebi eserlerinin adının Kutadgu Bilik(Hikmet-i Hükümet adını taşıması tesadüf değildir.(Benoist-Mchin, s. 31-Yılmaz Öztuna,Türkiye Tarihi Cilt 3)
Türkler bazılarının iddialarının aksine İslamlaşmakla milli karakterlerini değiştirerek asimile falan olmadılar. Araplaşmadılar.Başta Mekke,Medine ve Kabe olmak üzere İslam kültürüne olan düşkünlükleri İslam dinini en uygun şekilde yaşamak yolundaki gayret ve samimiyetlerinin tezahüründen ibarettir. Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’in Al-i İmran suresinde açıkça buyurduğu gibi kendini sevmenin şartı olarak Resulüne(asv) uymayı şart koşmuştur.Ve Resulüne(asv) itaat etmeyi kendisine itaat etmenin hemen ardından zikretmiştir.
De ki: "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah
çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir."Ali İmran Suresi,31)diğer ayette ise Yüce Rabbimiz kendine ve Resule
itaat edilmesini,yüz çevirenlerin kafir olacağını bizlere emretmektedir.(De ki: "Allah’a ve resule itaat edin."
Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. Âl-i İmrân : 32) Nisa suresinde ise Peygamberlerin
itaat edilmek üzere gönderildiğini bildirir,(Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle, ancak kendisine itaat
edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı
dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret dileseydi,elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici
bulurlardı.Nisa,64) Nisa suresinin bir sonraki ayetinde ise Peygamberimize itaat etmedikçe iman
etmiş olmayacağımızı bildirmiştir.(Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda
seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve
boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. Nisa:65)
Resûl-i Ekrem Efendimiz , muhtemelen övünç vesilesi olarak algılanmaması ve sonraki dönemlerde Hristiyanlık’ta görüldüğü gibi aşırı telakkilere yol açmaması için kendisinin üstünlüğünü dile getiren beyanlara fazla yer vermemişse de birçok hadis mecmuasında Peygamber sevgisine dair bazı ifadeleri mevcuttur. “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” mealindeki hadis (Buhari, “İman”, 8; Müslim,“İman”, 69)
Türklerin İslam dinine olan bağlılıkları her türlü takdirin üstündedir.Bu gün bile toplumuzda Ahmet, Mahmud,Mehmet ve Mustafa isimleri en çok tercih edilen isimlerdir.Osmanlı’nın Peygamber sevgisini her zaman canlı tutmasına en bariz örnek Bursa Ulu Cami imamı Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu Mevlid olarak bilinen Vesiletün Necat’tır. İran’dan Bursa’ya gelen ” bir vaiz Bakara suresinin 285. âyetini açıklarken peygamberler arasında bir fark bulunmadığını, bu sebeple Hz. Muhammed’in Hz. Îsâ’dan ve diğer peygamberlerden üstün olmadığını söyleyince cemaatten bazıları vaize karşı çıkmış, tartışmalar büyümüş, bu arada Süleyman Çelebi, “Ölmeyip İsa göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmak için idi ol” beytini söylemiş, halkın çok beğendiği bu beyti, daha sonra büyük bir aşkla Hz. Peygamber’in sevgisini terennüm edecek ve onun hayatının bazı bölümlerini içine alacak şekilde geliştirerek eserini tamamlamıştır.(DİA)Süleyman Çelebi’nin Peygamber sevgisiyle yazdığı ve okuduğu Vesiletün Necat(Mevlid) 550 yıldan fazla bir zamandır
Türk insanının gönlünde yer etmiştir.İnsanımız Peygamber sevgisiyle yazılan Vesiletün Necat’ı bir insanın yazdığı her hangi bir şiirden çok fazla sevmiş ve beğenmiştir.
Türkler çocuklarına Muhammed ismini çoğunlukla edebinden vermemiştir.Kızgınlık anında kötü söz söylememek için aynı kökten gelen Mehmed ismini tercih etmiştir.Hicaz demiryolu yapılırken çekiçlere keçe sarılması Peygamber sevgisi ve yaşadığı yerlere duyulan edebin zirvesidir adeta.Osmanlı tarihinde Peygamber sevgisiyle alakalı yüzlerce menkıbe bulabilirsiniz.Bu sevgi Osmanlı’yı İslam dininin hizmetkarı,koruyucusu pozisyonuna çıkardı ve bu yüzden Avrupa yüz yıllarca Türk ve Müslüman’ı özdeşleştirdi.Abdülkadir Özcan’ın da belirttiği üzere;Evlad-ı Fatihan denilen ve Rumeli’ye iskan edilen Müslüman Türk kabilelerin güzel komşuluk ilişkileri olsun gerekse yerel yöneticilerin adil davranışları Batı toplumunda Türk ve Müslüman algısını birleştirdi.Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi Batı yüzyıllar boyu Türk ve Müslüman terimini aynı manada kullandı.Özcan’a göre Osmanlı devletinin Batı’daki karşılığı Türk Devleti Kanuni Sultan Süleyman’ın ise Grand Turc(Büyük Türk’tür)
Osmanlı devletinin hükümran olduğu sivil Avrupa toplumunda da aynı algı yerleşti.Avrupa’da bir gayri müslim Müslüman olduğunda ona Türk oldu denilirken Sıbyan mekteplerinde İslam’ın beş şartı Türklüğün beş şartı gibi algılanmış ve söylenmiştir.20.yüzyılın yüz karalarından Sırp-Boşnak savaşında savaş Sırp-Müslüman savaşı olarak algılanmış ve bu şekilde ifade edilmiştir.Gerçekten Türklük ve İslamiyet zamanla et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz iki unsur olmuş,Macarlar,Gagavuzlar,Bulgarlar ve Finler gibi Müslüman olmayan kavimler Türk kabul edilmemiştir.(Abdülkadir Özcan)
İsimleri anılan kavimlerde kendilerini Türk olarak kabul etmemektedirler.Mesela Macarlar kendilerini ayrı bir ırk gibi gördükleri Hunların torunları olarak kabul ederken,Bulgarlar kendilerini ayrı bir ırk kabul ettiklerinden yüz yıllardır süren Türk düşmanlıklarına devam etmektedirler.Profesör Özcan’ın ifade ettiği gibi özdeşleşme 20 yüzyılda da devam ediyordu.Sosyal Medyada Aliya İzzetbegoviç’e isnad edilen”:Sırplar bize Türk derlerdi.Onlar için bütün Müslümanlar Türk’tü.cümlesini HÜSNÜ DEMİRCAN Belleten’in 286. sayısındaki yazısında teyit etmektedir.”Kendi tercihleri ile bir kültür devrimi gerçekleştiren ve Avrupa kültürü ile farklılaşan Boşnaklar artık Sırpların gözünde bir nevi “Türk” olmuşlardır.” Aynı dönemlerde İngilizler bile tüm Osmanlı egemenliğinde yaşayan Balkan devletlerini Türklerin dostu ve Hıristiyanların düşmanı olarak kabul ediyorlardı. H.Demircan)
“Eski dinleri İslamiyet’le benzeştiği için Türklerin yeni dini kabul etmeleri kolay olmuştur” gibi bir iddiaya rastlamışsınızdır.Bazı internet sitelerinde Türklerin eski dinlerinin Şamanizm olduğunu da okumuşsunuzdur.Bu iddia da temelsiz bir iddiadır.Birincisi İslam dini Hak dindir,Son dindir.Bu husus Kur’an-ı Kerim’ de (Allah katında din kesinlikle İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler.Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. Âl-i İmrân : 19)olarak bize bildirilmiştir.
Herkesin malumudur ki:Hz.Adem(as) dan bu güne bütün hak dinlerin özü İslam dinidir.Tufan Gündüz Derin Tarih dergisinin Türkler Nasıl Müslüman Oldular dosyasına yazdığı yazıda, Türk’lerin; Tek Tengri(Tek Tanrı)inancına sahip olduklarını,dua ederken Tek Tengri diye dua ettiklerini,öldükten sonra cennete gireceklerine inandıklarını,İbni Fadlan’dan nakille,Müslümanlara karşı hassas davrandıklarını,yanlarında bulunan bir Müslüman tevbe istiğfar ettiğinde onlarında hemen Müslümanlar gibi tevbe istiğfar ettiklerini bizlere aktarmaktadır.
Adı geçen derginin aynı sayısında Prof.İsmail Taşpınar’da şamanizm ve Türklerin Tanrı inançlarını benzer ifadelerle anlatmaktadır.Taşpınar’ın yazdığına göre Şamanizm bir din olmaktan ziyade dini bir unsurdur.Eski Türk Kültüründe atalara saygının önemli bir yere sahip olması,Türk kültüründe ölen atalarla ve tabiatüstü varlıklarla irtibatın kurulmasında şamanların aracılık yapması,bu külte önem verilmesine sebep olmuştur.
Eski Türklerin inançlarıyla ilgili kaynaklara geçmiş bir bilgi notu paylaşmak istiyorum:
(Horasan Valisi Cüneyd ile Türk Hükümdarı Hakan karşılaştılar. Hakan’ın ordusu o kadar kuvvetliydi ki,
Cüneyd korktu. Hakan durumu görünce Cüneyd’e haber gönderip: “Korkma,ben sana bir fenalık yapmak
istemem.Kuvvetlerinin eksik tarafını önceden gördüm. Eğer sana galip gelmek ve kötülük yapmak isteseydim,
fırsat vermeden kuvvetlerini tozla duman ederdim.Senin akıllı ve dinini bilen bir kimse olduğunu duydum.
Dininizi tanıyabilmek için bazı şeyler sormak istiyorum. Sakın benden kuşkulanma, endişeye düşme.Benim
gibi bir adama gadr etmek yakışmaz” dedi. Bunun üzerine Cüneyd geldi.Hakanla görüştüler.Cüneyd:
İstediğini sor? Beğendiğim bir cevap bulursam veririm.Aksi halde bunu benden daha iyi anlayana havale
ederim.
Hakan: Zina eden bir kimse hakkında hükmünüz nedir?
Cüneyd: Evli olmayana yüz sopa atarız. Ayrıca onu kalabalığın içinde teşhir ederiz. Evli olanı öldürünceye
kadar taşlarız.
Hakan: İyi, güzel. Namuslu olan bir insana zina iftirası atana ne yaparsınız?
Cüneyd: Seksen sopa atarız, bir daha şahitliğini kabul etmeyiz.
Hakan: İyi, güzel. Hırsız hakkındaki hükmünüz nedir?
Cüneyd: Eve zorla girip hırsızlık yapanın elini keseriz. Yol kesip adam öldüreni, yakalayıp çarmıha gereriz.
Hakan: İyi ve güzel. Gasp eden ve başkalarının malını yağmalayan kimseye hükmünüz nedir?
Cüneyd:Hırsızlık dışında kol kesmeyiz.
Hakan:İyi ve güzel İnsan öldüren ,kulak ve burun kesen kimse hakkında hükmünüz nedir?
Cüneyd:Bu husustaki hükmümüz cana can,göze göz,buruna burun…yani kısastır.
Hakan:İyi ve güzel.Yalancı,dedikoducu,saygısız kimse için hükmünüz nedir?
Cüneyd:Biz bu gibi kimselere sürgün,ahaliden uzaklaştırma ve aşağılama gibi cezalar veririz. Şahitliklerini
kabul etmeyiz.
Hakan:Sadece bu mu?
Cüneyd:Dinimize göre verilecek cevabımız budur?
Hakan:Bana göre dedikoducu kimseler,insanların arasını tutuşturan kimsedir.Böyle bir insanı hiç kimseyi
görmeyeceği bir yere hapsederim.Alenen yellenenin kıçını dağlarım.Yalancıya gelince sizin hırsızın elini
kesmeniz gibi bende onun dini keserim.İnsanları güldürüp hafiş meşrepliğe alıştıranları memleketimden
sürerim.
Cüneyd:Siz hükümleriniz aklın uygun görüp görmemesine göre veriyorsunuz.Biz ise Peygambere tabi olan,
aklımıza göre idareye kendimizi salahiyetli görmeyen bir milletiz.Allah bize faydalı olan şeylerin iç yüzünü
hadislerin sırrını ve mahiyetlerini,faydalarını ve sonuçlarını bilir;insanlar bunu bilmez. Her şeyin dış
yüzüne göre hüküm verirler.Nice tedbirsiz kişiler kurtuluşa erdiği halde nice tedbirli kişiler felakete
uğramışlardır.
Hakan:Bundan daha değerli söz söylememiştin.Bu sözler kalbime işledi.(El Cahiz,Hilafet Ordusunun
Menkıbeleri ve Türklerin faziletleri.)
El Cahiz’den aktardığımız alıntıdan okuduğunuz gibi duydukları Türk Hakanının hoşuna gitmiş,kalbine işlemiştir.Eski Türklerin ilah anlayışları ve günlük dini uygulamaları bazı İslami uygulamalarla benzerlik gösterebilir.Ayrıca bizler Allah-ü Teala(cc)nın her kavme peygamber gönderdiğini inanıyoruz.Ancak kabul etmek gerekir ki bu tür benzerlikler din değiştirmek için yeterli değildir.Asıl önemlisi Eski Türk dini inançlarının İslamiyet kadar toplum hayatının her alanını kapsayıcı olmaması,Kur’an-ı Kerim’le rekabet edecek bir kitaba, Hz.Peygamber’in karşısına ikame edecekleri bir peygambere,mescidin karşı bir mabede sahip olmaması sebebiyle Türkler İslam ini karşısında mutlak bir direniş refleksi gösterememişlerdir. Mustafa Alican)
Türkler kabul ettikleri yeni dinlerine-sufilerin büyük gayretleriyle-safiyane biçimde bağlandılar.Bu bağlılıkları sebebiyle kendi ırkdaşlarıyla bile savaşmayı göze aldılar,savaştılar.İslam dininin bayraktarı oldular.
Türklerin İslam dinini öğrenmeleri ve yaşamalarında hiç şüphesiz Ehli Sünnet tasavvufunun ve tasavvuf erbabının büyük katkıları olmuştur.Türklerin Müslüman olmalarında İlk sufilerden Şakîk-i Belhî, İbrahim b. Edhem’in gayretlerinin etkisi inkar edilmese de Batı’ya göç eden Türk obaları üzerinde en büyük etkiyi Ahmet Yesevi(ks) göstermiştir.Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında ve tasavvufi cereyanda Pir-i Türkistan, Hace-i Türkistan olarak ta anılan Ahmet Yesevi ve müridlerinin etkisi yadsınamaz.Burada Anadolu ve Rumeli’nin İslamlaşmasında bu kadar büyük etkisi olduğu bilinen Ahmet Yesevi’den ve misyonundan az da olsa bahsetmek bir mecburiyettir.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Ahmet Yesevi temel eğitimini başta babası olmak üzere,rivayetlere göre Ashab’tan olan Arslan Bab’dan aldı.Arslan Bab’ın vefatından sonra dönemin en tanınan alim ve mutasavvıfı Yusuf Hemedani’ye intisap ederek eğitimini tamamladı ve icazetini aldı.Şeyhi Yusuf Hemedani hazretlerinin vefatından sonra üçüncü halife olarak dergahın başına geçen Ahmet Yesevi hazretleri aldığı manevi işaret üzerine görevi Nakşibendi tarikatının kol başlarından Hace Abdülhalik Gocdevani’ye bırakıp, memleketi Yesi’ye(Türkistan) dönerek dergahını kurdu ve billhassa Türk kavimleri içinde irşadına başladı.Hoca Ahmet Yesevi’de hocası Yusuf Hemedani hazretleri gibi Hanefi mezhebindendir.İslam’la yeni tanışan Türklere İslam dinini tebliğ etmeye başladı.Göç yolundaki Türk aşiretlerine yerleştirdiği mürid ve halifeleriyle Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında etkili oldu.
Ahmet Yesevi hazretleri büyük bir mutasavvıf ve alimdi.Yazmış olduğu Divan-ı Hikmet kitabını bir şiir kitabı,Ahmet Yesevi hazretlerini bir şair olarak değerlendirirseniz elinize bir şey geçmez.Edebiyat Tarihçisi M.Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında ilk mutasavvıflar kitabında belirttiği gibi:”San'at endişesiyle hiç bağlı kalmayarak şiiri sırf dinî-tasavvufî bir propaganda vâsıtası gibi telâkki eden Hoca Ahmed Yesevî’nin eseri,yukarıda açıklandığı gibi, dâhili ( intrinseque) bedi'î kıymetten
çok mahrum ve alel'âde bir mahsûldür; tarihî hususları bir tarafa bırakarak,Divân-ı Hikmeti sırf bedi'î bir
gözle tedkik edecek olursak, bu günkü değil hattâ dünkü edebî zevkimize göre bile ona büyük bir kıymet
veremeyiz; lâkin diğer cihetten onu tarihî bir noktadan, yâni hâricî (extrinseque) kıymet ve te’sirleri
bakımından tedkik ettiğimiz zaman,bu yüzyıllardır yaşayan eserin azamet ve kuvveti önünde eğilmemek elden
gelmez.”
Belirttiğimiz gibi Ahmet Yesevi(ks)büyük bir alim ve sufi idi.Amacı da şiir yazmak değil çevresindeki insanlara İslam’ı anlatmak,hidayetlerine vesile olmaktı.Günümüzde bazıları farklı ithamlarda bulunsalar da Ehl-i Sünnet tasavvufu İslam dinini daha güzel yaşamak için ortaya çıkmış bir yoldur.Bu bağlamda Ehli Sünnet tasavvufunun bir felsefesinin olduğunu söyleyebiliriz.
(Bu cümle deki felsefeden kasıt:”Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü” dür.) Semerkand dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sabahaddin Aydın’ın katıldığı programda söylediği gibi” tasavvufun tek bir tanımı yoktur.”Tasavvuf erbabı”Allah’a ulaşmanın sayısız yolu olduğunu kabul etmiştir.Bu yüzden tek bir cümleyle tasavvufu tanımlamaya çalışmak mantıklı olmaz.Nitekim Muhyiddin Arabi(ks)
Peygamberimizin işaretlerine uyarak:"tasavvuf,Allah' ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır" diyerek tasavvuf
hakkında yapılan tüm tanımları veciz şekilde özetlemiştir.Cavit Sunar-İslam tasavvuf Tarihi) tasavvuf
karşıtlarının en büyük iddiaları Peygamber Efendimiz(sav) zamanında tasavvufun olmadığı,sonradan ortaya çıktığıdır.Bu durumda şunları sormak gerekmez mi:Peygamber Efendimiz(sav)zamanında Kelam Akaid ve Hadis ilimleri var mıydı?
Hz. Peygamber(asv) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi Akâid ilmi yoktu. Sahabeler Peygamberimizden(sav) duyduklarına şüphesiz iman ediyor,asla yargılama veya eleştirel düşünmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.Hz. Peygamber´in vefatından sonra gelişen fikri ve siyasî olaylar,fetihler sebebiyle farklı toplumların İslam dinini kabul etmeleri, yeni anlayış ve yorumları da beraberinde getirdi. Selef dediğimiz ilk dönem İslâm âlimleri, bu yeni anlayış ve yorumlara karşı İslâm akaidini açık ve net bir şekilde ortaya koyma ihtiyacını duydular.Sahabe ve Tabiin’in verdikleri fetvalarla ve yazdıkları kitaplarla,Gayri Sunni mezheplere karşılık Sunni Akaid mezhepleri ortaya çıktı.(Maturidi ve Eşari)
Yeni fetihler Müslümanları yeni kültürlerle karşı karşıya getirdi.(Hıristiyanlar,Yahudiler ve İranlılar) Ayrıca Yunan felsefesi tercümeler yoluyla İslâm dünyasına yayılmaktaydı. Bu yeni durum karşısında, İslâm akidelerini ortaya koymaktan öte, felsefe ve İslam’a zıt fikirlere karşı savunma ihtiyacı da doğdu. Bu bakımdan, Ehl-i bid´at diye nitelendirilen Mutezilenin elinde gelişen kelâm ilmine, Ehl-i sünnet âlimleri de sahip çıkmak ihtiyacını duydular. Savunma duygusu arttığı oranda Akâid-Kelâm kitaplarına felsefe ve mantık konuları da bol miktarda girdi.Kelam ilmi bu tür mecburiyetler sonucu ortaya çıktı.Klasik İslam kaynakları Kelam ilmini Allah’ın zat ve sıfatlarından,peygamberlik ve peygamberliğe ilişkin meselelerden,mebde ve mead itibarıyla yaratılmışların hallerinden İslam esaslarına göre bahseden ilim olarak tanımlamaktadır.Belirttiğimiz
gibi kelam ilmi fetihler çağında biraz da kılıç zoruyla Müslüman olana eski Yahudi ve Hristiyanların Akaid konularını tartışmaya açmalarının getirdiği mecburiyet sonucu ortaya çıkmıştır.İslam fukahası akli ve nakli delillerle kelam konularını anlatarak insanların kafalarına sokulan şüpheleri ortadan kaldırmak için uğraştılar.
Bir önceki paragrafa geri dönecek olursak;Sahâbe ve Tabiin devrinde de tasavvuftan bir ilim olarak söz edilemez.Zira, onlar da her şeyde Kur'ana ve Peygambere uydular. Sahabe ve Tâbiinin yaşadıkları birinci ve ikinci hicri yüz yıllarda tasavvuf, zahitlik, Nâsiklik, fakihlik,şakirlik... gibi adlar altında sadece dışa ait, yani Allah' ın rızasını kazanıp Cennete girmek ve Allah' ın cemâlini müşahede gayesi ile idi.(Cavid Sunar .a.g.e)
Ehli Sünnet tasavvufu ayrı bir din veya mezhep anlayışı olmadığı gibi,düşünce ve uygulamalarında da hiç bir zaman Ehli Sünnet inancının dışında olmamıştır.İddiamızı temellendirmek için ilk dönem sufilerinden Hasan Basri(ks) hakkında kısaca bilgi vermek gerekir.Hasan Basri(ks) İslam tarihinde sufi-ulema konusunda örnek gösterilecek şahsiyetlerdendir.Hasan Basri(ks)aynı zamanda Ehli Sünnet tarikatların kabullendiği referanslardan biridir.
Hasan Basri, Peygamberimizin ve ashâbının itikadları ve İmam Mansur Al-Mâturidi ve Ebu Hasan
Al-Aş 'ari Hz.lerinin ictihadları üzre bulunan Ehl-i Sünnet'in de ilk ve meşhur İmam ı ve Mu'tezile'nin, başı
Vasıl b. Atâ' nın da hocasıdır.Hasan Basri'nin hareket noktası,geçici olan bu dünya hayatından yüz çevirip
yalnız Allah'a yönelmek ve dayanmak ve O'ndan korkmak idi.Çünkü,bu dünya hayatından Peygamberler de
yüz çevirmiş,hatta, Allah bile bu dünyayı kendisinden ayrı olmak üzre yaratmıştır.Hasan Basri, daima korku ve kaygı içinde idi ve sürekli korku ve kaygının da iyi işler işlemekte büyük rolü olduğuna inanırdı .Çünkü, bu dünya geçicidir, en sonda, bu dünyadan hesap sorulacak bir âhiret gelecektir.Hasan Basri, "Hâl" kavramı üzerinde de durmuş ve onun nefs muhasebesine ait tanımları Muhasibi'nin tanımlarına esas olmuştur.O şöyle diyor: "Bu dünyada kendini muhakeme etmiş olanlar için Kıyamet günündeki muhakeme de hafif gelecektir".
Hasan Basri, cehennem ateşinden çok korkardı ve daima cenneti ve cennetin nimetlerini arzulardı ve
şöyle derdi : "Ey Adem oğlu! Senin dini hayatın!İşte ekmeğin ve işte kanın! Ey Adem oğlu! Yalnız başına
öleceksin, yalnız başına mezara gireceksin, yalnız başına tekrar diriltileceksin ve yalnız başına muhakeme
olunacaksın! Ey Adem oğlu! Nefsinden sakın, nefsinden sakın! Nefs-i emmârelerinizi daima tahkir ediniz,
zira,şahlanmağa meyâldırlar...Cennetin gerisinde olan her ni'met hürdür ve Cehennemden başka her imtihan
kolaydır !..."Hasan Basri'ye göre insan, dünya ile istemeye istemeye arkadaşlık etmelidir ki sonunda mutlu
olabilsin. O, bu hususta da şöyle der: "Dünya senin bineğindir. Eğer ona hâkim olup binersen seni yüklenip
taşır. Eğer hâkim olamazsan o sana biner ve seni ezer, öldürür".Hasan Basri, yalnız zühd ve riyazete değil,
tefekküre de büyük önem vermiştir. Zira, onca tefekkür,insana iyinin ve kötünün ne olduğunu gösteren bir
aynadır ve insanı her zaman kötülük yapmaktan korur.Cavit Sunar,İslam tasavvuf tarihi)
Anlaşılacağı üzere Sahabeler Peygamber Efendimizden duydukları her şeyi itirazsız kabul etikleri, yaşadığı gibi yaşamaya çalıştıkları için tasavvufi hayat ihtiyaç yoktu.Yeni kültürlerle tanışma,zenginliğin artması gibi etkenler beraberinde Müslümanların yaşayışında bir rehavet ortaya çıkardı.
Tasavvuf karşıtlarının iddia ettiklerinin aksine Ehli Sünnet tasavvufu,sayfanın baş tarafında
belirttiğimiz üzere,İslam’dan ayrı bir din anlayışı olmadığı gibi,düşünce ve uygulamalarında da hiç
bir zaman Ehli Sünnet inancının dışında olmamıştır.
“Ehli Sünnet tasavvufunun büyüklerinden Muhammed Parsa,diğer bütün tanınmış Nakşibendi
şeyhleri gibi şeriate sıkı sıkıya bağlılığı ile tanınmış bir sufiydi.Rivayete göre bir gün şeyhine(Şah-ı
Nakşibendi(ks)”Tarikat neyle bulunur? Diye sormuş,şeyhi de “Şeriata sıkı sıkıya bağlanmakla” cevabını
vermişti.Muhammed Parsa,Faslul Hitap-Tercümesi, Erkam yayınları)
Yine Ehli Sünnet tasavvufunun büyüklerinden İmam-ı Rabbani Mektubat kitabında “Bu yolun (Nakşibendiyye tarikatının) başlangıcının Şeriat olduğunu yolun sonunda da şeriata varılacağını yazmaktadır.Özellikle Nakşibendi tarikatını inceleyen yabancı bir akademisyenin Nakşibendiyye tarikatı hakkındaki görüşlerini aktarmak istiyorum.
(Nakşibendî geleneği içinde üretilen çok sayıda eserin tetkiki,bu geleneğe mensup şeyhlerin temel
gayretlerinin, tasavvufi öğreti ve pratiklerinin İslam’ın yasası olan Şeriat ile sürekli uyum içerisinde
olduğunu bize göstermektedir...tasavvuf ile ehl-i sünnet itikadı arasındaki temel uygunluk, asırlar boyunca
Şazelî, Halveti ve diğer pek çok tarikatlarca tarihlerinin belirli dönemlerinde cemaat tavrı(Yazar orjinal
metinde orthodoxy kavramını kullanmıştır. Çok farklı anlamlara sahip olan bu kavram zıddı olan
heterodoxy ile daha iyi anlaşılmaktadır. Yaygın kanaate göre bir inanç veya gelenek içerisindeki ana
akımı temsil eden bu kavram bu çalışma bağlamında kullanıldığı yere göre ehl-i sünnet veya Sünnî tutum
olarak tercüme edilmiştir.)olarak sergilenmiştir.11.yüzyılın meşhur âlim ve sufisi, Ebu Hamid Gazzali’nin de
aralarında olduğu pek çok Müslüman düşünür tarafından da altı çizilerek vurgu yapılır hale gelmiştir.Fakat
hiç bir tarikat bu iki temel kaideye Nakşibendî şeyhlerinin gösterdiği tutarlılık ve süreklilikte vurgu
yapmamıştır...Nakşibendiyye ile ilgili araştırmalarımda ana kaynağım, Nakşibendilerin tarikatlar arasında
en eğitimli geleneği temsil ettikleri iddialarının bariz bir ispatı olan ve oldukça büyük hacimdeki Nakşibendi
literatürünün bizzat kendisi teşkil etmektedir... Ahmed el - Serhendi’nin ehl-i sünnet vurgusu kıyamet günü
insanların, tasavvufi bağlılıklarından değil, Şeriata tâbi olup olmadıklarından sorgulanacaklarına ilişkin
iddiasında ifadesini bulmuştur. Nakşibendilik-Dünya Çapında Bir Sûfi Geleneğin Sünnî Tutum ve Faal Tavrı-Itzchak WeismannTercüme:İrfan Kelkitli)
Burada okuyucuların aklına şöyle bir soru gelebilir:Konu Ahmet Yesevi hazretlerinden Tarikatlara ve Nakşibendiyye tarikatına nasıl geldi?Konunun buraya gelmesinin iki sebebi var:
1-Ehli Sünnet tarikatlar uygulama bakımından farklılıklar arzederler.Akaid(inanç) ve şer’i hükümlere bağlılık konusunda hepsinin tavırları birdir.İ.Weismann’ın belirttiği gibi Nakşibendilerin aynı zamanda en eğitimli geleneği temsil etmeleri sözü buraya getirdi.
2-Daha çok Orta Asya Türkleri arasında gelişen Yesevilik tarikatı ilerleyen zamanlarda Nakşibendiliğin içinde eridi. Ahmet Yesevi hazretleri de Ehli Sünnet tasavvufunun temsilcilerinden birisiydi,farklı bir coğrafya’da farklı insanları irşad etme vazifesini yerine getirdi.
Tarikatların daha doğrusu dervişler ve şeyhlerin Osmanlı devletinin kuruluşunda müspet manada büyük etkileri olmuştur.Mesela Osman Bey’in kayınbabası Şeyh Edebalı,dergahı olan bir şeyh’ti. Bursa’nın fethinde Buhara’dan 40 dervişle gelen ve muhasaraya katılan,daha sonra adına Dimetoka’da dergah kurulan Abdal Murad Horasan Erenlerindendir Yeseviyye fukarasından,veya Ebul Vefa tarikatından Geyikli Baba müridleriyle birlikte Bursa yakınlarında yaşamaktadır.Süleyman Paşa ile Rumeli fütuhatına katılan dervişler vardır.(Kızıldeli Seyyid/Seydi Ali Sultan)
Hasan Küçük’ün yazdığı Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri:Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri isimli kitabının başında eser hakkında yazılan iki yazıdan birinde Hekimoğlu İsmail Tarikatlar hakkında şunları yazıyor:Eserin ismi;Osmanlı Devletini Tarih Sahnesine Çıkaran Kuvvetlerden Biri Tarikatlar ve Türkler üzerindeki Müsbet Tesirleri.Bu isim,sanki eseri hulâsa ediyor,öyle hulâsa ediyor ki,sanki tarikatlar,devlet denilen sarayın orta direği..Bu direk, diğerleriyle birlikte Devleti yüceltmiş;bu direk,Osmanlıları, tarihe mal etmiş...Sonra Türk denince nasıl Müslüman akla geliyorsa,Müslüman denince de akla mutlaka tarikatlar gelir.Evet Türk,ırkıyla dinini bir teknede yoğurup,onlardan bir bütün meydana çıkaran kimsedir.Çünkü bütün Türkler Müslüman olmuş,Müslüman olmayan Türk,Türklükten de çıkmış:Bulgar,Macar,Fin gibi...Müslüman,kafasına olduğu kadar kalbine de önem veren kimsedir.Nasıl ki kafa ilmin midesi ise,kalb de imanın hâzinesidir. Kafa ne kadar medrese ise,kalb de o kadar tekkedir.Dolayısı ile,ilim elde eden Müslüman,bunu iman ile birleştirir,Kur'an caddesinde böylece yürüyebilir.Zaten İslâmî anlayan medrese kalbi,tekkede kafayı ihmal etmemiştir.Kafa haramı,helali öğrenir.Kalb’ de haramlardan müteessir olur,bir nevi acı duyar, işte imanın alâmeti budur.Halbuki bir müsteşrikin kalbi, bir Mü’minin kalbi gibi acı duymaz.Çünkü o İslâmı öğrenmiş,imanı tatmamıştır,imana pencere açmayan kalb,bir bakıma et parçasıdır, hatta Akif'in dediği gibi «sinede yük!»)
Ahmet Yesevi(ks) den sonra da gerek bağlıları gerekse başka tarikat erbabı tarafından tasavvufi hayat tüm canlılığıyla korunurken,tasavvuf erbabı da Anadolu Selçukluları ve Osmanlı’lar tarafından her zaman korundu ve desteklendi.Aynı zamanda Yıldırım Bayezid’in damadı olan Emir Buhari yaşarken ve vefatından sonra Rumeli akıncılarının piri kabul edilmiştir.1422 yılındaki İstanbul muhasarasına 500 müridiyle katılan Emir Buhari müridlerini devamlı olarak cihad tavsiyesinde bulunan Evliyanın büyüklerinden bir seyyid idi.
Gerek devletin kuruluşunda,gerekse gelişmesi sırasındaki fütuhatta çok büyük emekleri bulunan tasavvuf hareketi öz itibarıyla muhalif bir harekettir.Her zaman dualarıyla gerektiğindeyse kılıçları ve canlarıyla devletin yanında/hizmetinde bulunan mutasavvıflar devlet ve erkanıyla ilişkilerini her zaman seviyeli tutmuşlardır. Padişahlar ve devlet erkanı üzerindeki nüfuzlarını hiçbir zaman siyasi veya dünyevi iktidar veya servet edinme amaçlı olarak asla kullanmadılar. Emir Buhari padişah damadı olmasına rağmen kendi el emeğiyle geçimini sağlıyordu.Dergahı vefatından sonra hanımı tarafından yaptırılmıştır.
Bu konudaki en bariz örneklerden birisi elbette ki Hacı Bayram Veli ve talebesi Akşemseddin’dir.İsyan
etmek için etrafına adam toplamak iftirasıyla idam edilmek için huzura getirtilen,iftira anlaşılınca,mahcup olan II.Murad’ın ısrarlarına rağmen şahsı için bir şeyi istemeyen Hacı Bayram Veli (ks)hayatı boyunca el emeği ile kazancıyla yaşadı.
Akşemseddin veya Akşeyh maneviyat yolundaki elde ettiklerini hiçbir dünya menfaatine değişmedi. Öğrencisi Fatih Sultan Mehmed’i tarikatına almadı,sultandan gelen hiçbir hediyeyi de kabul etmedi,vazifesini yapmış olmanın huzuruyla yaşayışında bir değişiklik olmadan hayatına devam etti.Devlet adamlarıyla seviyeli olmak, devlet imkanlarını kullanmamak sadece Akşemseddin’e mahsus bir tavır değildir.Ehli Sünnet mutasavvıfların tamamı bu durumdadır.Devlet erkanıyla asla sıkı fıkı olmadan,devlet imkanlarını kullanmadan İslam dinini yaşamaya devam ederler.Ehli Sünnet mutasavvıflar her zaman devlet idarecilerinin saygısı kazanmışlar tabiri caizse hediyeye boğulmak istenmişlerse de ısrarla karşı çıkmışlar,seviyelerini her zaman muhafaza etmişlerdir.Osmanlı devletinin pek çok döneminde iftira vb. sebeplerle devlet katındaki idarecilerin
sığındıkları yer dergahlardır.Yavuz Sultan Selim bile dergahlardan adam aldırmamıştır.
Aziz Mahmud Hüdai (ks)de saraydan gönderilen hiçbir nakdi hediyeyi kabul etmezdi.Ehli sünnet mutasavvıf(derviş,şeyh)yaklaşımlarına bir örnek olarak kuruluş döneminin meşhur sufilerinden Geyikli Baba ve çağdaşı Yeseviler hakkında Ömer Lütfi Barkan’ın yazdığına göre;1326 yılında Bursa’nın fethinin ardından veya fetih sırasında Buhara veya Horasan’dan ‘Eren’diye tabir edilen bazı derviş ve şeyhler Osmanlı topraklarına gelmişlerdir.Bunlardan Bursa kuşatmasına katılan Abdal Murad-Rumeli Fütuhatının başlangıcında Dimetoka’da açılacak ilk tekke-zaviye Abdal Murad adına olacaktır.-Horasan erenlerindendir.Aynı dönemde İnegöl civarında Keşiş dağı civarına müridleriyle yerleşen Geyikli Baba’da Yesevi fukarasından olup,aynı zamanda Baba İlyas müridlerinden ve kendi ifadesiyle Seyyid Ebu Elvan tarikatındandır.Geyikli Baba müridleriyle kendi hallerinde Bursa’nın dışında yaşamakta,Orhan Bey’in davetine olumlu cevap vermemektedir.Geyikli Baba bir gün aniden Bursa’ya gelir,Bey sarayının önüne bir çınar diker,Orhan Bey’e devlet müjdesi verir,şahsı için hediye kabul etmez,Orhan Bey’in ısrarı üzerine dervişlere yurt olmak üzere bir araziyi kabul eder.Rivayete göre Geyikli Baba’nın diktiği çınar Osmanlı Devletinin sonuna kadar yaşamıştır.
Mevlana Halid-i Bağdadi(ks)nin İstanbul’a gitmek isteyecek halifelerine emrettiği şartlarından biri,kimseden para istememeleri bir diğeri ise Devlet erkanıyla sıkı fıkı olmamalarıdır.
Burada şunu özellikle belirtmekte fayda vardır.Ehli Sünnet mutasavvıfların arası devlet erkanıyla çok iyi olmadığı gibi çok kötü de olmamıştır.Ehli Sünnet mutasavvıflar her ihtiyaç durumunda devletin yanında bulunmaktan,gerekiyorsa da canlarını ortaya koymaktan asla çekinmediler.Osmanlı devletinin kuruluşundan sonuna kadar bu tavır böyle devam etti.Son dönem Osmanlı İlmiyye sınıfından-Dar-ül Hikmetil İslamiye’nin azalarından- Bediüzzaman Said Nursi(ks)talebeleriyle Ermeni’lere karşı silahlı mücadeleye girmekten geri durmadığı gibi,Nakşibendi şeyhlerinden Muhammed Diyauddin(ks)I.Dünya savaşında cephede sağ kolunu kaybetmiş,kardeşinin göğsünden kurşun yarası alarak şehit olması üzerine de şükretmiştir.(Kardeşi sırtından
kurşun yemiş olsaydı kaçtığı anlaşılacaktı)
İlmiye sınıfının dirayeti ve Meşayih’in ihtiyaç halinde canlarını feda edecek kadar devlete bağlılıklarının bir örneği de Haçova Meydan savaşında yaşanmıştır.İlmiyye sınıfından Hoca Sadeddin Efendi padişaha sonuna kadar mukavemet telkin ederken,Kibar-ı Meşayih’ten,Eğri seferinde ordu vaizliği görevinde bulunan,Üsküdar Şemsi Paşa Camii vaizi Yayabaşı zade İlyas oğlu Hızır Efendi savaşın ilk veya son gününde 100 müridiyle savaşarak şehit olmuş ve Tatarpazarcığı’ nda Dülbendzade camii civarına defnedilmiştir.(İ.H.Danişmend)
Konuyu bitirirken eklemek istediğim en önemli şey,günümüzde Ehli Sünnet tasavvufu hakkında konuşan herkesedir:Ehli Sünnet tasavvufunu inkar etmek,reddetmek bilmemekten kaynaklıdır.İnkar/red ettiğiniz bir kaç kişi değildir.Peygamber Efendimiz,Hz.Ebu Bekir(ra),Ahmet Yesevi,Yunus Emre, Hacı Bayram Veli,Akşemseddin’in bulunduğu kutlu bir yoldur.Ehli Sünnet tasavvufu hakkında karalama kampanyası yapanlar bunu bilerek yapıyorlarsa niyet Üzüm Yemek Değil Bağı İmha Etmek,Bağcıyı Dövmek ve Ehli Sünnet Binasının Temeline Dinamit koymaktır.