Türkiye’de sekülerizmin kaynakları-1
26 Şubat
Pazar 2023
Türkiye’de 1980’lerden itibaren temel gündem maddelerinden biri siyasal
İslam'ın yükselişi oldu. O dönemde aydınlar İslami ritüeller ve söylemlerdeki
canlanmayı Osmanlıdan günümüze uzanan Batılılaşma, modernleşme, sekülerleşme
süreçlerinin başarısızlığının simgesi olarak görmekteydiler. Bu bakış açısına
göre toplum kendisine giydirilmiş Batılı kesim deli gömleğine sığmamış ve
nihayet özüne dönmeye karar vermişti. Bu yorum hem seküler dünyanın yıkılışına
sevinenler hem de ağlayanların ortaklaştıkları temel unsurlardan biriydi.
Seküler yaşam, kurumlar ve algılar bizim kültürümüze yabancıydı, bunlar Batıdan
ithal edilmişti. Üç beş ‘gavur padişah’ ile cumhuriyet elitleri eliyle toplum
bir nebze sekülerleştirilmiş; ama yukarıdan gelen bu müdahale halk nezdinde
karşılık bulmadığı için de cumhuriyetin birinci yüzyılı tamamlanmadan
sekülerleşme macerası için alarm zilleri çalmaya başlamıştı.
İslami eleştiride haklılık payı olduğu muhakkak... Sekülerleşme projesi Osmanlı/Türkiye
tarihi boyunca asıl olarak Batılı kaynaklardan beslendi. Dönemin bakış açısı
sekülerleşmeyi salt III. Selim ve II. Mahmud döneminde programatik olarak
başlayan Batılılaşma macerasına endeksliyordu. Bu durumda bizler tutucu, dindar
bir toplumken dışarıdan (Batıdan) gelen rüzgarlar ile sekülerleşmeye zorlanmış
bir toplumduk. Bu hem modernistlerin hem de tutucuların ortaklaştıkları yegane
noktaydı. Aradaki fark modernistlerin dışarıdan gelen sekülerleştirici etkileri
olumlaması; tutucuların ise bunları yermesiydi. Yoksa Osmanlıdan bu
yana halkın tutucu ve dindar olduğu ön kabulünü her iki kesim de
kabullenmekteydi.
Ben farklı düşünüyorum. Seküler kültür de dinsel kültür gibi bizde zaten
içkindi. Batıdan gelen etkiler sekülerizmi daha sistemli ve kurumsal hale
getirmiş olabilir. Ama bana göre Osmanlı toplumu hiçbir zaman İslami veya
modernist entelektüellerin düşündüğü kadar dindar ve tutucu olmadı. Osmanlı
halkının tutucu dindarlardan oluştuğuna dair yorumların çoğu peşin hükümlere
dayanıyordu ve bunlar bir nevi oryantalist yaklaşımlardı.
Bu konuya dikkatimi çeken genç yaşta bu dünyadan ayrılan İranlı Marksist
düşünür Mansur Hikmet (1951-2002) oldu. Mansur Hikmet ölümünden hemen önceki
yıllarda Batılı ve İranlı gazetecilerle yaptığı mülakatlarında İran’ın İslam
ülkesi olarak tanımlanmasını hatalı bulduğunu söylemekteydi. Mansur Hikmet’e
göre bu ancak ‘kafasında bir Müslüman dünya yaratmış olan fundamentalistlerin
veya Batılı oryantalistlerin yaklaşımı’ olabilirdi. Sadece dini kimlikle
tanımlanamayacak derecede zengin bir tarih ve çeşitliliğe dayalı bir kültüre
sahip olan İran halkı, salt İslami bir toplum olarak tanımlanamazdı ve aslında
hiçbir zaman da böyle bir toplum olmamıştı. İran’daki despotik rejimin, bütün
baskısına rağmen insanların yukarıdan dayatılan bu İslami kimliği
kabullenmemesinin sebebi de buydu. Hikmet oldukça ilginç bir örnek vererek
meşhur pop şarkıcısı Guguş’un İran’da Humeyni’den daha çok sevildiğini de
söylemekteydi.
Mansur Hikmet’i okuduğumda benzer evrelerden geçen bir toplum olarak
bizimkini düşünmemek imkansız gibiydi. Geçmişte nasıl “70 yıllık laik sistemin
toplum ilişkilerini geçmişten ve gelenekten koparamadığı” iddia ediliyorsa (ki
zaman zaman yazılarımda gelenekten bal gibi kopulduğunu savunuyorum) şimdi de
pekala 20 senelik ‘anti-seküler’ iktidarın yönetiminde de toplumun seküler
yaşam biçiminden ödün vermeme konusundaki ısrarından söz edilebilirdi. Tepeden
gelen bütün yönlendirmelere rağmen –dindar olarak nitelenenler de dahil-
ailelerin çocuklarını imam-hatiplere göndermemekte olduklarına dair sosyolojik
araştırmalar yayınlandı. Teoloji okullarında deizmin yaygınlaştığı bizzat İslami
aydınlarca bir uyarı olarak dillendirildi. Diyanet’in kadın-erkek halay
çekilmesi aleyhine söylemleri özellikle halayı ibadet gibi gören Kürtlerin
tepkisine yol açtı. Şenlikli düğünlerden hoşlanmayan İslamcıların alternatif
olarak dizayn etmek istedikleri ‘İslami evlilik törenleri’ halkta karşılık
bulmadı (İslami evlilik töreni denilen olguyu cenaze merasimine benzeten ve
Anadolu insanının düğünü eğlenceyle eş tuttuğunu kabullenen, ‘içeriden’ bir
eleştiri için İsmail Erdoğan’ın İslamcı Düğünler başlıklı yazısına bakabilirsiniz).
Alkole karşı mücadele başarısızlıkla sonuçlandı ve milletimiz evde alkol üretme
konusunda ileride dünya çapında kimya Nobelleri alabilecek yetenekler
yetiştirmeye başladı.
Türkiye’de katılım adıyla perdelenen İslami bankacılık çabası da başarılı
olmadı. Günümüzde mevduatını bu bankalara yatıranların bütün banka
müşterilerine oranı sadece yüzde 5’te kaldı. Katılım bankalarının müşteri
bulamaması nedeniyle din görevlilerinin maaşlarının bu bankalara yatırılmasına
karar verildi ve bu karar din görevlilerinin de şikayetlerine yol açtı.
Çocuklara dönük çeşitli istismarların dini referanslarla savunulmaya
çalışılması her yönüyle ters tepti ve her kesimden insanın tepkisine sebep oldu
vb. Zaten bu tepkilerin sosyolojik açıdan önemi sadece ‘laikçilerden’, ‘beyaz
Türklerden’ değil kendini mütedeyyin addedenlerden de gelmesiydi.
Özetle millet tüm ideolojik yönlendirme, baskı ve özendirmelere rağmen
tutucu neo-İslamist bir hayat tarzına ikna edilemedi. Toplumun popüler ikonları
dahi değişmedi. Sınır ötesi operasyonlara destek alabilmek için hükümet ehlinin
çağırdığı sanatçılara –ikonik modellere- bakıldığında durum net olarak
anlaşılmakta. Kamuoyunun desteği için çağrılan kişiler normal şartlarda
tutucu/dindar ideolojinin en hazzetmeyeceği kişilerden oluşuyor. Daha önceki
bir yazımızda değindiğimiz üzere yardıma çağrılan bu ikonların hemen hepsi
‘İslami değerlere’ en uzak kişilerden oluşmakta. Bu manzara Mansur Hikmet’in
Guguş’un Humeyni’den daha birleştirici bir ikon olduğunu söylemesiyle uyuşuyor.
Peki, bunun sebebi ne? Türkiye’de seküler kültür neden sanıldığından daha
kuvvetli ve dirençli çıktı? Bence sosyologlar artık bu konuya eğilmeliler.
Benim gibi arkeoloji/tarih eğitimi almış kişiler bu durumun mazideki
sebeplerini irdeleyebilir ama daha sağlıklı sonuçlar sosyolojik/antropolojik
araştırmalarla ortaya çıkacaktır. Ben kendi payıma şöyle bir adım atayım ve
Türkiye’de namaz kılma oranlarını yorumlamaya çalışayım. Türkiye’de namaz kılma
oranlarıyla ilgili anketler –bu tür anketlere katılanların dürüst olma
konusunda çekincelerini ayrı tuttuğumuzda dahi-“yüzde 99’u Müslüman” olarak
görülen bir ülke için hayli düşük. Milliyet Gazetesi’nin 2012’de
yayınladığı bir ankette, katılımcıların yüzde 27’si beş vakit namaz
kıldığını söylerken; yüzde 23’ü ise hayatında hiç camiye gitmediğini belirtmiş.
Diyanetin yaptığı bir araştırmaya (2014) göre ise Türkiye’de beş vakit namaz
kıldığını belirtenlerin oranı yüzde 42, Cuma namazına düzenli olarak
gittiklerini söyleyenlerinki ise yüzde 57. Halkın yüzde 7,2'si ise hiç namaz
kılmadığını söylemiş.[1] Gerçi Diyanetin anketleri bu tür konularda pek bir
iyimser. Mesela yine Diyanet anketine göre halkın yüzde 82’si hayatında hiç
şans oyunu oynamamış. Halkın sadece yüzde 2,3'ü düzenli, yüzde 13’ü ise “ara
sıra” toto, loto, piyango vb oynamaktaymış. [2]Yani bizim gözümüzle gördüğümüz
Nimet Abla kuyrukları, at yarışları, iddia bayileri, lotolar, totolar hepsini
ayakta tutan halkın yüzde 2,5’uymuş. Elbette şans oyunlarından alınan
vergilerde son senelerdeki anormal yükseliş Diyanet raporlarını çürütmekte. 2017’den
2021 yılına 5 yıllık dönem zarfında şans oyunlarından alınan vergideki artış
oranı yüzde 513 olmuş. Devlet-i Âlimiz 2021’de bu ‘gayr-i İslami’
oyunlardan 6 milyar lira vergi toplamış. Vergi oranları bu oyunlarda ortalama
yüzde 7,5 dolayındaymış. Bu durumda 2021’de şans oyunlarına halkımız 100 milyar lira yatırmış.
Yüzde 82’si ‘hayatında hiç şans oyunu oynamamış’ bir millet için çok ilginç bir
başarı.
Diyanet kadar iyimser olmayan Yeni Akit (2016) ise
Türkiye’de beş vakit namaz kılanların oranının en ‘bonkör’ anketlerde bile
yüzde 30’u geçmediğini belirtmekte. "Türkiye’nin yüzde 70’inin namaz
kılmadığını, düzenli namaz kıldığını söyleyenlerin de yüzde 70’inin sabah
namazına kalkamadığını haberleştiren Yeni Akit'in yakın
tarihli bir haberine göre de (2021) tüm vakitlerin namazını
kılanların oranı yüzde 24,4 imiş.
Buradan çıkarılan sonuç, Türkiye’de halkın İslam’ın en önemli şartlarından
birini yerine getirmediğidir. Peki bu sonuç ne anlama gelmektedir? İslami
basın, müteessir bir dille verdiği bu sonuçlardan “insanları dinden
uzaklaştıran laikliği, seküler-modernleşmeyi, Batılılaşmayı vb." sorumlu
tutuyor. Acaba bu doğru mu? Böyle olsaydı, anketlere katılan kişilerin ‘ladini’
insanlar olarak etiketleyebilirdik. Ama öyle değiller. Anketlere katılanlar
Tanrıya inandıklarını (yüzde 94) ve atalarının mezarlarını düzenli olarak
ziyaret ettiklerini (yüzde 88) belirtmektedirler.
Beş vakit namaz kıldığını söyleyenler yüzde 20’lerde kalırken çoğu fıkıh
ekolünün pek önem vermediği mezar ziyaretleri neden yüzde ’90’lara yakın.
Türkiye’de hayatında hiç camiye gitmemiş insan bulabiliyorsunuz, ama babasının
mezarını ziyaret etmeyeni bulamıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Bana göre bunun
açıklaması Türkler arasında yaşamakta olan, Orta Asya’dan kalan gelenekler.
Bilindiği üzere İslam öncesi Türklerde ibadethane ve düzenli-zamanlı ibadet
gibi kavramlar yoktu. Ama mezarlar, atalar kültü, kurganlar, balballar, dilek
ağaçları vb. çok önemliydi. Bu nedenle kümbet ve türbeler, yatırlar İslamdan
sonra da en önemli toplanma merkezleri olmaya devam ettiler. Mesela
Arabistan’daki Vahhabiler buraları putyeri olarak görüyorlardı ve Arabistan’da,
Suriye ve Irak’ta egemen oldukları hemen her yerde türbeleri, yatırları yok
ettiler, dilek ağaçlarını kestiler. Oysa Türkiye’de türbeler, yatırlar
camilerden daha fazla ziyaretçi toplayabiliyor. Mezar ve ata kültünün gücü bana
göre Türklerin tarihinin derinliklerinde yatıyor. Bunlar elbette benim
görüşlerim. Eski Türk kültürü üzerine çalışanlar eksik olduğum noktaların
altını çizebilirler.
Eski Türklerde din adamı tipi bulunmadığı için, Türkler Müslüman olduktan
sonra da ulemayla pek anlaşamadılar. Ama bana göre şamanik geleneğin tezahürü
olan ermiş-evliya tabakasına her zaman saygı duydular. “Ortodoks İslam’ın” çok
sayıda karısı, dükkanı, serveti, malı mülkü olan alim/molla tipiyle
uzlaşamadılar; ama tekkede bir lokma bir hırka yaşayan, dünyadan elini eteğini
çekmiş ermiş tipini benimsediler. Hala da din görevlilerinden bu mütevazılığı
beklemekteler. O nedenle günümüzde gösteriş içinde yüzen ulema tipini
benimseyemiyor, daha doğrusu bu duruma bir anlam veremiyorlar. Çünkü alim,
ulema denildiğinde akıllarına Horasan erenleri, Hoca Ahmed Yeseviler, Yunuslar,
Hacı Bektaşlar, Hacı Bayram Veliler gibi bu dünyanın malını mülkünü elinin
tersiyle itmiş insanlar geliyor. Bu sebeple şu kadar milyonluk otomobille
gezen, yedi yıldızlı tesislerde kalan, gelirleri ülke bütçeleriyle yarışan din
adamlarını kültürel genlerinde bir yere yerleştiremiyorlar. Burada bir hata
olduğunu Voltaire ya da Montesquieu üzerine yaptıkları okumalardan
çıkarsamıyorlar. Onlara bunu fısıldayan geçmişin ruhu ve kültürel genleri.
İslamcı aydınların sanırım anlamak istemedikleri gerçek bu. İnsanların mal mülk
düşkünü din adamlarına, tarikat şeyhlerine gösterdikleri tepkileri sadece
onların ‘Batıcı-modern’ kimliklerinden kaynaklandıklarını sanıyorlar. Ulemaya
karşı güvensizliğin, ‘laikçilerin’ anti-propagandasının bir sonucu olmadığını,
tam aksine Anadolu halkının zihninin bir köşesine kazındığını kabul etmek
istemiyorlar.
Bu yazıyı, tam da bu konuyla ilgili olan ve Yıldırım Bayezid devrinde geçen
eğlenceli misalle bitireceğim (bundan sonra da bu türden anlatılara zaman zaman
yer vereceğim). Olayı anlatan Osmanlı tarihçilerinden Neşri (1450-1520).
Günümüz Türkçesiyle özetliyorum. Denilir ki bir vakitler, Osman Gazi ve Orhan
Gazi zamanında kadılar hep dürüst insanlarmış (mefasidden müberra imişler).
Ancak sonraları hile hurda ve rüşvet kadılar arasında yayılmış. Sonunda
bunların rüşvetçiliğinden fesatçılığından yılan halk şikayetçi olmuş.
Şikayetler Sultan Bayezid’e vardığında, Bayezid “Ne kadar kadı varsa toplayıp
(cem idüb), Yenişehirde cümlesini bir eve doldurup yakın (tolayına odun yığub
od ura) taki bu zalim kadı cümlesi yanalar” demiş. Çevredekiler “aman sultanım
yapmayın etmeyin” diye yalvarmışlar. “Bu kadılar yanarsa halimiz nice olur,
kadısız, imamsız ne yaparız, davalara kim bakacak, halka dinini imanını kim
öğretecek” demişler. Herkesin güvendiği Arap namlı Hoca söz istemiş. Hünkarım
demiş siz bunları dinlemeyin. Verin hepsine odu gitsin. Bana da müsade edin,
gidip İstanbul’a varayım, Tekfur’dan (Bizans imparatoru) ruhban (papaz)
isteyeyim demiş. Bayezid Arap Hoca’ya dönüp “Bre devletsüz ruhbanları neylersin
(ne yapacaksın)” diye sormuş. Arap Hoca demiş ki “Hünkarım ruhbanları kadı
idelüm. Bu ruhbanlar okumuş bilgili adamlardır. Hem de dürüst ve namuslu
insanlardır. Hem madem kadıları kırıp Kuran hükmünü yok edeceğiz en
azından bunlar İncil ehlidir. Bari kullarına İncil öğretirler” demiş.
Yani Arap Hoca bu yolla “Kadıları yakarsak din, iman da elden gider, bu
adamlara da elimiz mecbur" mesajı vererek padişahı korkutup kararı
durdurmuş. O zaman Sultan Bayezid “E peki ne yapacağız, bu adamların rüşvet ve
fesatını nasıl durduracağız" diye sorunca Arap Hoca, "efendim
bunların düşelikleri (kazançları) azdır, ondan böyle yaparlar" demiş,
Sultan da kadıların varidatlarını arttırmış.[3]
Bence bu anlatı –elbette bir mit olmakla birlikte- hem Osmanlı’nın hem de
Cumhuriyetin din adamlarıyla olan tuhaf ilişkisini özetlemekte. Devlet ricali
ne diyanetle yapabiliyorlar ne de diyanetsiz. Diyanet giderse din iman da gider
diye panikliyorlar. Ama diyaneti de ancak varidat musluğunu açarak ellerinde
tutabiliyorlar. Musluk ise havuz problemlerine konu olacak derecede açıldıkça
açılıyor o da başka mesele.
https://www.gazeteduvar.com.tr/turkiyede-sekulerizmin-kaynaklari-1-makale-1605401