GÜNEŞ
GÜNÜ
Güneş, o sabah da denizden doğdu. İlk
ışıkları bir sahil evinin camlarından süzülmeye koyuldu. Camın ardında bir adam
oturuyordu. Düşünceleri kadar dingin, dalgalanmadan, düşünceleri gibi durgun,
dalgalanmayan denizi izliyordu. Bu sakin denizden, daha şimdi bir güneş
doğduğuna kim inanır? Güneşin ıslak saçları tenine döküldüğünde, adamı bir
ürperme aldı ve cama şunları söylediğini duydu: “Ey saydam olan, öyle kibirsiz
bir saydamlığın var ki, varlık gururun ışığımı kesmiyor. Işığımın yokluğundan
gölgeler çıkarmıyor, içinden süzülmeme izin veriyorsun. Söyle bana, nedir senin
özün? Kimsin sen? Nasıl böylesine alçak bir gönül taşıyor, yokmuş gibi
yaşıyorsun?”
Doğrusu
cam, uzun seneler boyunca hiç düşünmeden ışığını geçirdiği güneşin, konuştuğunu
bilmiyordu. Gerçi kendisi de ilk kez bir ses duyuyor, düşünüyor, hatta şimdi,
konuşacakmış gibi oluyordu. Bunun evdeki adamla bir ilgisi olduğunu anladı. Ve
anladığını, güneşin ışığını, penceresinin köşesinde parlatarak ona belli etti.
Adam, cama göz kırparak bu selamı aldı. Ve o da ilk kez güneşin sesini duyduğu
için, bu günün, güneşin o meşhur günü olduğunu bildi. Çünkü güneş, her ömürde
bir günü kendisine ayırır ve o gün, güneş ve güneşin istediği her şey konuşur.
Tabi bunu bilmeyen adamlar için, hiçbir gün güneşin günü değildir; her gün
sadece kendilerinindir. Onun için de onlara, güneş ve diğerleri hiçbir zaman,
hiçbir şey anlatmaz.
Ve
adam, camın cevabını düşündü: “Benim özüm, korkarım ki kumdur efendim” dedi
cam, özür dilercesine. “ki kum, bilirim, sizin ışığınızı geçirmeyendir.” Güneş
bu cevaba çok şaşırdı. Bir müddet, ışıklarını sağa sola savurarak düşündü.
Olacak şey değildi. Kumu çok iyi bilirdi. Onu yanacak kadar ısıttığı halde,
yine de ışığını geçirmez, kendine maleder, oraya buraya yansıtarak onun
ışığıyla kendi varlığını sergilerdi. Nasıl olur da cam gibi mütevazi bir
varlığın özünde kum gibi ukala bir varlık vardır? Kuma ne olmuş olabilir ki,
camda bu kibrinden kurtulmuş olsun? Kumun özü nedir?
Güneş,
bu bilmeceyi çözmek için, düşünüp durdu. Öyle çok düşündü ki, patlayacak gibi
oldu. Bir sonuca ulaşamadıkça sinirleniyor, sinirlendikçe de iyice kızıyor,
ısınıyordu. Sonunda baktı olacak gibi değil, öğleyin, en kızgın anında,
kumsaldaki ışıklarıyla kuma şunu sordu: “Ey un ufak olmuş garabe, söyle bana
kimsin sen? Bu kibrin nerden geliyor söyle. O küçücük varlığından o kadar büyük
ki gururun, benim, koskoca güneşin ışığını tutuyorsun.”
Bunu
duyan kum, o anda esen bir rüzgara sarılıp, öyle umulmadık bir çeviklikle
zıpladı ki, evdeki adam, becerebilse bu gururlu varlığın, güneşi bir çalı ateşi
gibi söndürebileceğini anladı. Kum kafasını kaldırıp kaldırıp zıplıyor ve şöyle
diyordu: “benim ufalmış bedenime bakma sayın güneş! Ben milyonlar camla varım.
Bizi ezmene izin vermeyiz. Nihayet bu gün dilimiz çözüldü, aklımız başımıza
geldi de, bize yaptığın zulümü haykırabiliyoruz. Bizim senden korkumuz yok,
çünkü yüreğimiz, yüce dağlardan gelmektedir. Ki bilirsin, senin ışığını en iyi
onlar keser.”
Bunun
üzerine güneş, iyice köpürdü: “Sizi gidi bücürler sizi” dedi. “Madem
milyonlarcanızla varsınız, hepinizi eritip birleştirim de görün. O küçücük
kafalarınızla bana kafa tutmak neymiş anlayın.” Güneş öyle kızdı öyle kızdı ki,
o gün sıcaklık, görülmedik derecelere ulaştı. Kum, nasıl oluyorsa oluyor, buna
karşı koyuyordu ama, olan insanlara oldu. Herkes sahili, sokakları terk edip,
gölgelere, evlere sığındı.
Tüm
bunlara rağmen kuma sözünü geçiremeyen güneş, baktı olmuyor, akşama doğru,
bitkin bir halde, dağın içine girerken, dağa sordu: “Ey yüce dağ, sen kimsin
söyle bana. Neden ışığımı gizlemek istersin? Senden aşırılmış ufak parçalar,
senin parçalanmış bedenin bile benden çekinmiyor. Sıcaklığım içini ısıtıp seni
yumuşatmaz yada ateşim yüreğini ürkütüp seni kuşatmaz mı ki, yeryüzüne en büyük
gölgeleri sen dikersin?” Ve dağ: “Ben derinlerde kaynayan kızgın lavdanım”
dedi. “Ki bilirsin, yeryüzü bir zamanlar hep ondandı. Öyle bir ateşken soğudum
ben. Şimdi senin sıcaklığını hissetmez nasırlı içim ve külden yüreğim,
ateşinden korkmaz.”
Bu cevap, güneşi ürpertti. Demek tüm
cesaret lavdan geliyordu. Artık gücü kalmamıştı ama, gün bitmeden bu bulmacayı
çözmeliydi. Ve güneş, o günkü ömrünün son ışıklarını, yeryüzünün erişebildiği
tüm çatlaklarından sızdırarak, güçlükle lava ulaştı. Ve silik bir sesle sordu:
“Kimsin sen? Neden bu kadar kızgınsın?” Ve lav, bu fısıltıya şu cevabı verdi:
“Hatırlamadın mı? Ben sendenim. Ve o yüzden kızgınım. Peki sen kimsin? Lav mı,
dağ mı, kum mu cam mı?”
Ve
güneş, tüm ışıklarını, kendi hamurundan doğan yeryüzünden çekerken, ölen bir
adamın çözülen düşünceleri gibi belirsiz, şu hayali sayıkladı: “Ben ne lavım ne
dağım ne kumum ne camım. Ben başım ve sonda olanım. Yer benden, lav yerden, dağ
lavdan, kum dağdan, cam kumdan… Cam başka, kum başka, dağ başka, lav başka, yer
başka, ben başka… ben, hepsi benden olanlardan ve hepsi benden olanlar
birbirinden başka. Öyleyse ne onlar birbirinden ve benden ne de ben… Öyleyse
ben ne başım ne de son. Baş ve son bambaşka….”
Bu
sayıklamayı belli belirsiz tadan adam, kendi güneş gününün bitiminde, güneşle
birlikte derin bir uykuya daldı.