...
Lamba taciz edilmiş kadın gibi tir tir titriyor
Çatıdan açılmış deliklerden yağmur damlaları antika halının
üstüne damlıyor
Yatak dağınık belli ki uzun süre üzerinde yatan olmamış.
Fincanda kahve artığı kurumuş demek ki burada yaşayan kahve
içmeyi severmiş. Sanki misafirler var gibi, büyük kaynama kabı, ben buradayım
der gibi patlamış yanardağ gözüne benzer görüntüsü ile sır paylaşıma tanıklık
ediyor.
Birkaç fare ortalıkta sanki kendi eviymiş gibi fink atıyor.
Bozulmamış kış sobasının üzerinde çürümüş birkaç tane kestane… Karanlığı sembolize
eder gibi bakana şüpheleri artıran merak uyandırıyor. Korkutucu olan ise,
kocaman bir siyah yılan çöl kumunun üzerinde gider gibi kıvrım kıvrım geziniyor.
Lüks eşyaları hala duruyor, çalınmamış… Duvarda Kur ’anı Kerim
olduğu tahmin edilen, üstü çok eskilerden işlenmiş oyalar ve gümüş simlerle
donatılmış… Belli ki, yapanın çok emeği var…
Yalnızca bir odada hayatın yaşandığı… Yalnızca bir yatak,
yalnızca bir koltuk ve elbise saklama dolabı… Çamaşır sepeti… Hepsi dağınık ve
düzgün görüntü vermeyen, sanki bir çocuğun oynarken pervasızca oyun oynadığı ve
her yeri dağıttığı izlenimi veriyor.
Hani bomba mı atıldı ki… Hani deprem mi oldu ki… Sırları çok
görüntü!
Ancak bu görüntü ile hayal kurulur ve roman şöyle başlardı.
Zengin bir adamın, eşinden sakladığı metresi ile yaşadığı
bir evdi burası. Kadın, artık fakir miydi, yetim miydi, kimsesiz miydi, adamın
evli olduğunu bile bile beraber yaşamaya razı olmuştu. Fırtınadan korunmak için
limana sığınan gemi gibiydi belki de düşünceleri. Adam evli olup yaşadığı evden
fırsat buldukça bu eve gelirdi belki de. Çocukları olmuş, onlarla vakit geçiren
bir metresti işte.
Hani metres deyince, bu kadın hakkında yanlış düşünmemek
gerek de… Hangi kadın ikinci eş olmaya razı olurdu ki? Hangi kadın eşini kıskanmaz, onun tek eşi
olması için başkasının yuvasını yıkmazdı ki… Bu kadın her şey razı olan bu
fıtratı ve dayanma gücünü nereden almıştı ki? Eşiyle nasıl tanışmış, nasıl âşık
olmuş, hangi vaatlere kanıp bu evde yaşamını devam ettirmeye yanaşmıştı…
Yoksa savaş esiri falan mıydı? Hapiste çürüyeceğine! Evin
etrafında evler, hep yeni yapılmış evlerdi. Çok ileride orman vardı. Belli ki burası
bir ormandı ve kimsenin bilmediği keşfedilmemiş bir yerdi. Korunması ve güven
vermesi zor bir yer olduğu kesindi. Belki de buranın sahibi bir askerdi ve evin
etrafında nöbet tutan erler vardı.
Acaba adamın eşi bu yasak ilişkiyi öğrenmiş, nüfuslu bir
ailenin kızı olduğu için topla tüfekle buraya saldırma izni vermiş, burayı
yerle bir ederek bu harabeye mi dönüştürmüştü. Kadınların intikamı acı olur ya…
Evin etrafında ne çürümüş cesetler ne de mezarlar vardı. Hiçbir mermi izi evin eşyalarının
üzerinde görünerek karanlığı aydınlatmaya yardım etmiyordu.
Bu bir senaryo elbette… Gerçek nasıldı acaba?
Bu kadar hırsızın olduğu dünyada nasıl bu ev talan edilmemişti?
Buranın korunmasının sırrı neydi? Neden evsizler buraya gelip yaşamıyor,
ayyaşlar burayı mesken tutup parti düzenlemiyorlardı? Neden buranın belediyesi,
bu çarpık görüntüyü görüp de yıkmıyordu? Şehrin ortasında ev kara bir leke gibi
duruyordu. Çevreciler neden
pankartlarını ellerine alıp burası hakkında yürüyüş yapmıyorlardı?
Yoksa özel bir mülk müydü? Kimdi o zaman buranın sahibi?
Tapuya gidilir ve öğrenilirdi sonuçta. Nitekim burayı merak eden kimileri bunu
denemiş ama bir cevap alamamışlardı. Tapuda kime ait olduğu görünmüyordu.
Burası tapuya işlenmemişti. Bunun neden yapıldığını sorduklarında cevap ta
manidardı… Bizde bilmiyoruz. Sahibi var mı yok mu çok araştırdık ancak...
Devlet arazisi de değildi burası. Tam bir belirsizlik ve muamma vardı. Herkes
bu evin sırrını çözmeye çalışıyordu. Bu uğurda cevap bulamadan ölen ve merakını
gideremeyenlerle dolu bir sır vardı.
Belediye sahibi belirsiz olduğu için müdahale edemiyordu.
Onun etrafında ki evler bu ev yüzden para etmiyor veya satılamıyordu. Bu evden
etrafa çöpten daha ağır bir koku yayılıyordu, tıpkı İzmir’in bazı semtlerinde
ki kokular gibi… Dayanılmazdı.
Hani dezenfektan etseler, eşyaları yıkasalar… Bu da mümkün
değildi. Başkasının evine girilse suç, eşyalarına dokunulsa hırsızlık olunca…
Artık herkes bu eve büyülü ev diyordu. Kimsenin göremediği
kişiler yaşıyordu diyorlardı artık. Sır olunca büyülü olmalıydı… Cadılar,
cinler, şeytanlar… Belki de fareler ve
yılan şekil değiştirmişti. İnsan gözüne böyle görünüyordu. Olamaz mıydı ki? Ya
yılan zehirlerse, ya fareler veba yayarsa… Diyerek bu eve giremiyorlardı.
Domuzların ormanda yaşanılan evlere zarar vermesine rağmen vurulmasının yasak
olması gibi, silahı alıp da vuramıyorlardı. Sokakta dolaşan ve çocuklarını
ısıran ve onlara zarar veren sahipsiz sokak köpeklerine bir şey yapılamadığı
gibi, onlara hiçbir zarar vermeden ne tür önlem alınacağının bilinmemesi gibi…
Bu yüzden evden içeri girilemiyor, var olan korkuyu da kimse
yenemiyordu. Kokuda yayılmaya devam ediyordu. Kimse evi satamıyor, satıp da
başka yerlerden ev alamıyordu.
Duvarda Kur’an varken burada şeytani varlıklar nasıl yaşardı
ki… Hani o kitabın açılmadığı ve öğütlerinin yaşanmadığı bir çevrede ya da evde
o kitabın ne hükmü olabilirdi ki? Şeytana ne zararı olabilirdi ki? Dursun
duvarda, tozu artsın, çevresinde ise günah işlensin…
…/
Bu yazımda, o harabe ev, İslam’ı yaşamayan kişilerdir. Müslümanım
deyip de, onun hiçbir parçasını hayatına yansıtmayan, etrafına sanki sır varmış
ya da büyü sarmış ya da dünyalık hazine arar gibi kazma kürek evini kazan…
Kazdıkça günahının kokusunu etrafında hissettiren… Var olan kimliği ile her yerdegezen,
kimsenin niye geziyorsun gezme diyemediği, ona müdahale edemediği! Fare küfrü,
yılan bin bir yüzle etrafına yaydığı zarar… Dövseler suçlu olurlar, vursalar
hapse düşerler!
Evine sürekli günah suyu damlar… Cahildir-fakirdir! Hani
herkes onu okumuş yahut zengin bilse de!
Herkes İmanlı olsa da, tertemiz olsa da, böyle bir kişi tam
ortalarında yaşasa… Ona örnek olmadıktan sonra, onu doğru yola iletemedikten
sonra, ne imanlarının ne de amellerinin onlara faydası da olmuyor.
Saffet kuramaz