Uzun süre başımı büktüm. Mahkum gibi, kış ayazında kalmış gibi, uçurumun kenarında bir adım atsam ölüm olacak kırmızı çizgide duruyordum. Yaşanmış onca sene, sorgular, var olsun isteyip hep yok olan yanıma gelmeyen, dostluklar, sevgiler, aşklar, dünyalıklar… Başımı toprağa daha da yakınlaştırıyordu. Birden boynumum yandığını, karıncalandığını hissettim. Başımı yukarıya hızlıca kaldırdım. Güneş şaşılası kadar yakıverecek kadar tepemdeydi. Beni kavurmuyordu ama terletiyordu, bunaltıyordu. Gözlerim artık kamaşmıyordu. Ona uzun süre bakmak mümkün ve içinde kopan alev fırtınalarını görebiliyordum. Sağımda solumda alıştığım hiç bir şey yoktu. Yalnızdım. Artık var olduğunu hissettiğim de benden uzaklaşıp gitmişti. Bir mağara aradım. Yoktu. Uçsuz bucaksız toprak ve ne yeşillik ne de çalı çırpı vardı. Susuyordum, tıpkı Hacer’in İsmaile su aradığı bir ruh hali beni sarmıştı… Kimden yardım alacaktım, kim beni buradan kurtaracaktı. Bilinmezlik ve alışkanlıklarımın yok olduğu ruh haliyle cebelleşiyordum. Hani çalış deseler, para kazan deseler, gitsem bir süpermarkete ne varsa alsam, yesem ve içsem… Yoktu işte, yoktu!
Gözümü kapadım. Ne hayallerler ve yaşanmışlıklar sıralandı o an. Elimin dokunmayı alışkanlık edindiği ne yoktu ki… Ama hepsi de dillenmiş konuşuyorlardı. “Biz sana dünyayı zehir ettik ama sen görmedin. Bizi istedikçe yakınlaşacağını ve elde edebileceğini düşledin. Bu hangi rüyandı, düşünmedin ve hatırlamadın bile. O hedeflerinde ne yeşilleri yaktın, ne dostlukları sona erdirdin, ne aşklara ihanet ettin. Seni çeken bir bataklık gibi durmadan dünyada kalmaya çabaladın. Çırpındın. Çırpındıkça zehrimizi içtin. Halüsinasyonlarımızla debelendin durmadan. Bak etrafına hiç bir şey yok etrafında. Ateşini asla görmediğin için, güneş sana yakınlaştı. Elinde oyuncağında kalmadı. Seni zehirlemek işine son verdik. Öylesi damarlarında zehrimiz var ki… İçine artık zehir de kabul etmiyor. Bu açmazın içinde bizimle konuşmak bile sana teselli geliyor, bu kadar olumsuzluğa rağmen.” Gözünün içinde karanlık ışık arıyordu bu konuşmadan sonra. Gözünü de açamıyordu. Dili lal omuş, gözleri yerinden fırlayacak gibiydi… Artık ne rüzgar, ne yel, ne deprem ne de yanardağ lavları ve haberleri yoktu. Sanal dünyanın verdiği eğlence ve ömrü yok eden tutkusu son bulmuştu.
Kalbine dokundu. Hiç bir sinyal yoktu. O bile artık yaşamak için çırpınmıyordu. Onca sene atıp durmuştu. Her atışına sahiplenen ve garanti atacağına güvenmek ne kadar yanlışmış dedi içten içe. Kalp atmıyorsa nasıl yaşıyordu. Düşünüyordu. Bu yokluktan da öte, alışık olmadığı durumdu. Güneşin yakıcılığı ve terletişi öylesi can yakıyordu ki…Hani bir mağaranın içinde olsa, o kabir bile olsa razıydı. O kabirde hiç olmazsa bir böcek sesi, çürümenin ve kül olmanın varlığını görebilirdi. Bir zaman sonra hiç bir şey bedenini artık rahatsız etmezdi. Toprak olurdu. Toprağın parçası olmak, asla düşünmediği bir olgu bile olsa, o an ona bile razıydı. En azından güneş yakmazdı. Her ne kadar karanlıktan hep korkmuş olsa da onun ışığına bile katlanamıyordu şu an. Hani acı çekersin, bir süre sonra acı sona ererdi. Bunun sonu gelmiyordu. Kimsede imdadına gelmiyordu.
Dünyanın tüm objeleri yok olup gitmişti. Hani kurtarıcı olsa, hiç etmediği küfürleri avazı çıktığı kadar haykıracak ve kibrini ayakları altına alacaktı. Hiç doymak bilemeyen bir nefsi vardı, sahi ya o neredeydi. Hep günaha ve eğlenceye çağıran şeytan. Kötülük neredeydi? Onlar bile terk etmişlerdi çoktan. Hani çok seven ana? Hep yanındayım diyordu bir zamanlar… Ne sıkıntıyı çekse onun bağrına yapışır ve unuturdu ne şer yaşasaydı. Yoktu işte. Ne seven vardı ne de yeren… Ne tarih vardı hiç bir zaman ibret almadığı, merak etmediği, ne de gelecek diye bir şey. Gece bile onu terk etmişti. Hatta zaman bile şu an neydi bilmiyordu. Galiba o da ölmüştü.
Hiç düşünmediği, düşünmek için çırpınmadığı … Şimdi ortaya çıkmış, önünde bir dağ gibi boydan boya yanan ateş olmuştu. Ateşten başka, mesaj veren hiç bir şey kalmamıştı. Yürüse bile izleri yok oluyor, kendisinden kaynaklanan varlık arkasından elvada diyordu. belki de açıl susam açıl gibi bir sözcük onu kurtacaktı. Bu kabusu sona erdirecekti. Her şey onu zehirlerken, yaşamasını sağlayan neydi ki, neydi onu koruyan? İyi bir şeyler yapmış olmalıydı ki, bir sürü anı ve ömür onunla dolmuştu. Neye inanmıştı? Belki de bu inanç onu yaşatmıştı… Mutlaka en gerçekçi ve etrafını buz dağıyla çevirecek… Yine o zamanlar yaşattığı gibi yaşatacak ve belki de ezberlediği, kusurunu bilip de teslim olduğu, sığındığı… O inanç!
Hatırladı mı bilinmez… Ama yaşadığımızı hissettiğimiz bir iyilik, güzel şey, bizi başkalarının kötülüklerinden ve kıyaslarından kurtaran incelik… Bir anahtar… İnancımızla yolumuzu sarmalı. Işık aramak yerine, yalnızlıktan korkmak yerine, mucize beklemek yerine, yokluğu dert etmek yerine bu inanç ve tekliğe ulaşmalı insan. Kime teslim olacağını, kimin dostu olacağını bulmalı ve tek ona sarılmalı… Ondan asla kopmamalı da!
Saffet Kuramaz