......


İki gündür sürekli yağan yağmur, zaten zor tahammül edilen soğuğun tesirini bir o kadar arttırmıştı. Sahilde kıyıya vuran, araba yoluna kadar uzanan şiddetli dalgalar şartları daha da zorlaştırıyordu. Sahiplerinin birer halata emanet ettiği sandallar ya çılgınca sallanıyor ya da çoktan sulara gömülmüş olarak biraz daha sükûnet içinde duruyorlardı. Rüzgâr dondurucu görevini noksansız yerine getiriyordu. Ne bir kedi, ne bir köpek veya martı; eser yoktu. Sonra hava karardı, insanlarının alışkın olduğu sakin akşamlarla aynı saatlerde böylesine rüzgâr, böylesine soğuk herhalde kasvetin en zifiri haliydi.


Büyük ve bakımlı sandalların çekili olduğu kuytu bir bölge vardı. Denizden yirmi metre uzak ve araba yolundan da daha aşağıda. Belirli saatlerde gelen belediye otobüslerinin farlarının ışıkları ve gölgelerde kalan sandal aralıklarının karanlığıyla fark ediliyordu. Tabi bu şedit akşamda sokakta olup da oraya bakacak bir çift göz olursa.


Ancak o gölgelerin içinde, bir sandalın brandasının mümkün kıldığınca altına ilişmiş bir karartı vardı. Biraz daha dikkatli bakılırsa o karartının yerle temas eden noktasında bir çift çok eski ayakkabıyı taşıyan ayakları görmek mümkündü. Biraz daha yakın biraz daha dikkatli bakılsa; eski ve ince paltosunu başının üzerine geçirmiş, ıslak ama daha fazla ıslanmak da istemeyen, soğuktan bir insanın en belirgin titreyebileceği şiddette titreyen, sandalın brandasını başının üstüne doğru çekiştirmiş olan elinin parmakları gözüken bir adam vardı.


Aivazovsky’nin tablolarında sık sık işlediği inanılmaz ama gerçek fırtınalardan bir sahnenin yalnızlığı veya orada olmayı hayal etmenin bile insana verdiği dehşet veya ölüme beş kala hissi. Ancak o tabloya istediğiniz kadar sokulun, bir zerre ses duyamazsınız. Ama algınız, fırtınada batan kalyondan daha debdebeli ve kulakları sağar edecek kadar gürültü içindedir. O anda o adama o tablo kadar yaklaşsaydınız, rüzgâra rağmen titremesinin çıkardığı sesi, ara ara çıkan acı bir inleme, ağlama gibi boğuk ama anlaşılır sesleri duyabilirdiniz. Yüzünü görmeye çalışsaydınız, sırılsıklam olmuş yüzünde yağmur veya denizin tuzlu suyu fark etmez karışmayan göz yaşlarını da görebilirdiniz. Yarı açık yarı kapalı gözleri, şuurunun yorgunluktan titreyen dizlerine gönderdiği biraz daha diren sinyalleri ki altına sığındığı branda ancak ayaktayken o kadar koruyabiliyordu onu yağmurun şiddetinden. Aslında çoktan yığılması lazımdı.


Aivazovsky’nin böyle bir fırtınayı anlatan devasal bir tablosu aslında küçük, bir veya birkaç çakılmış çiviye asılı durur bir müzenin duvarında. Tablo dünyadan bir kesittir ve gerçek olanın yani o sahnenin birebir gerçeğinin ağırlığını ancak yine Dünya taşıyabilir. Ama tablonun düşmesinden de korkmazsınız; o bir veya birkaç çiviye öylesine güvenirsiniz ki; keza doğru çakıldıysa ve paslı değilse. Ancak her şeye rağmen adam çaresiz dizlerinin üzerine çöktü. Başını dizlerinin üzerine doğru eğip yorgunluğunu şartlara teslim etti. Yağmur tamamen üzerine yağıyordu artık. Tüm çilesinin en son haddindeydi. Kaşlarını çattı, hayal etmeye çalıştı yıllar öncesini, çocukluğunu, ailesini ya da bir şeyleri. İstediğiyle kaldı; hayal etmek bile mümkün değildi böylesine titrerken.


Bir ressam bu sahneyi tuale alabilirdi. O tabloya da bir müzede bakan gözler o korkunç fırtınalardan dehşete kapılmış gibi bakar mıydı? Sanat hayran bırakırdı mutlaka ama ya gerçekler… Tual ve uyumlu çerçevesi en sağlam haliyle duvara asılırdı. Zaman dururdu. Yağlı boya ve renklerse yaşlanırdı belki; çatlardı yaşlı bir insanın yüzü gibi. Yüzü ve her noktası yağmur ve denizin tuzuyla bütünleşmiş olan adam son bir güçle ayağa kalktı. Çevresine baktı, sığınacak bir yer aradı kuytularda karanlığa rağmen; karanlık gözleriyle. Aklının derinliklerinden gelen işaret artık üşümemesi değildi; evsiz olmanın, yapayalnız olmanın ıstırabıyla son hayatta kalma içgüdüsü ona son bir kuvvet verdi. Çevresine baktı puslu puslu ve uzakta minik bir kulübe fark etti. Küçük bir penceresi vardı ve içerideki ışığı görebiliyordu. Hatta bir bacası vardı ve rüzgârın savurduğu duman seçiliyordu. Buraya gitmek, içeri girmeyi istemek artık geriye kalan şuurunun tek iziydi.


Şiddetli yağmurun altında yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Sık sık ayağı kayıyordu ancak yavaş yürüyebildiği için düşmüyordu. Arada bir rüzgâr düşürmek istercesine sırtından vuruyor o da bunu kendisine destek gibi hissediyordu. Gitgide kulübeye yaklaştı. Bacasından savrulan duman yüzüne temas ediyor; isin kokusunu duyuyordu. Ahşap eski bir kulübe. Yaklaştıkça kulübenin küçük pencereli yan duvarına doğru ilerlediğini anladı. Kulübeyi önden görebilmek için sahile doğru yöneldi ve bir küçük pencere ve elle yapılmış ahşap kapıyı gördü. İyice yaklaştı. Yağmurun dövmekte olduğu eski ve kirli camdan içeriye baktı. Bir soba, sandalye ve döşek görüyordu ama içeride kimse yok gibiydi. Kapıya yavaşça birkaç defa vurdu. Ses gelmedi. Kapıyı eliyle ittirdi, kapı açıldı. Sağ tarafında duran küçük masanın üzerinde bir gaz lambası vardı; onun parlak ışığıyla gözlerini kıstı. Yüzüne sobanın odun kokulu sıcağı vurdu. Yorgun sesiyle “Merhaba!” dedi. Sonra tekrar “Merhaba!” Yanıt gelmedi. İçeriye daha dikkatli baktı. İnce uzun bir oda, solunda bir döşek, sağında küçük bir masa, sandalye ve soba. Yerde uzun bir kilim. Adam içeri girdi. Bir adım attı ve kilimin üzerine, dizlerinin üzerinde yığıldı. Rüzgârın ve yağmurun sesi dışarıda şiddetliydi artık. İçerinin sakinliğinde tüm ıslak elbiselerine rağmen sobanın sıcaklığını ve kuruluğunu hissetmeye başladı.


Bir ressama mutluluğun resmini veya kederin, yokluğun resmini yapabilir misin diye sorarlar.  İkisinin arasında bazen ince bir çizgi vardır. Genelde ise uçurumlar var sanırız. Aslında her zaman sanrı ince bir çizgidir. Ressam mesajını taşıyan resmi yaparken, ışığa ihtiyaç duyar. İster eseri rengarenk olsun isterse tamamen siyah ve griden; renksiz oluşsun. Işık olmazsa ancak kör ressamın hayretler içinde bırakan maharetine sahip olması gerekir. O zaman da eserini göremez ama hayallerini aktardığı için ne yaptığını bilir.


Gaz lambası sarı tatlı bir ışıkla içeriyi gayet iyi aydınlatıyordu. Penceresinden gördüğü bu ışığı izleyerek ulaşmıştı kulübeye. Şimdi içerdeydi. En azından sahibi gelene kadar. Emekleyerek masayı ve sandalyeyi geçip sobanın önüne geldi. Dizlerinin üzerinde doğruldu. Titremesi kesilmiş olan ellerini sobaya doğrulttu. Gözlerini kapatıp derin bir iç çekti. Sonra eskimiş kenarlarından sızıp yüzüne aydınlığı vuran sobanın ateşine baktı. Aynı anda bir gıcırtı ile kulübenin kapısı açıldı. Adam yüzünü kapıya çevirdi. Kapıda takım elbiseli, yeni traşlı orta yaşlarda bir adam vardı. Sağ elindeki şemsiyeyi içeriye sokmayıp, kapının aralığında dışarıda tutuyordu. Sobanın rehavet verici sıcaklığının önünde bir şeyler demeye çalışan aciz adama dikkatle baktı. Gülümsedi.


-Tam zamanında geldin. Ben de buradan ayrılıyorum. Burada artık sen kalabilirsin. Artık senin burası. Dışarıda pencerenin altında istifli odunlar, görürsün. Sandal bekçisine de söyledim. Sana saygı duyar. Her şey senin. Sevgiyle kal yaşlı dostum…


Sözü bittiğinde başıyla selamlayıp kapıyı kapattı ve uzaklaştı. Ardından adam ayağa kalktı. Uğurlamak için kapıya gitti. Kapıyı açtı, şemsiyesinin altında ilerliyordu şık ve iyi eski ev sahibi. Birden döndü ve kapı aralığından bakan adama şemsiyesi ile selam verdi. Bağırdı, rüzgârların içinden “-…………  seninle yaşlı dostuuum!” ve karanlıkta kaybolup gitti. Adam cümlenin başını duyamadı. Onunla olan neydi? Anlayamadı. Kapıyı örtüp sobanın yanına döndü.


Üzerindeki paltoyu, ceketi, kazağı çıkardı. Sobanın karşısındaki askıya astı. Neredeyse her şeyi kurumuştu. Sandalyeye oturdu. Ayakkabılarını çıkardı ve kenarda duran terlikleri giydi. Ayakkabılarını sobanın yanına koydu. Sobanın kenarında üç dilim ekmeği fark etti. Kızarmış ama sıcak; iki dilim normal bir dilim mısır ekmeği. Masanın üzerinde küçük bir sürahi su ve temiz bir bardak. Bir de küçük bir alüminyum demlik vardı. Kapağını açtı, içinde demlemeye hazır ıhlamur yaprakları; içine çekerek kokladı. Ellerine baktı titremiyordu artık. Odayı incelemeye başladı. Karşısında, döşeğin üzerinde bir raf vardı. Rafın üzerinde kitaplar, bir el radyosu ve minik bir vazonun içinde sapsarı çok güzel çiçekler.


Doğaya aşık ressamlar muhtemelen en çok çiçekleri resmetmeyi severler. Çiçek nerede olursa olsun yaşam kaynağı ve yaşamın anlamı gibidir. Beş duyuya hitap eden nesneler olduğu için tualde de pek yalın kalmazlar. Tabloyu seyreden çiçeği tanıyorsa kokusunu bilir, mevsimine, toprağına hakimdir. Çiçekler, insanı medeniyete eriştiren bir fikir kaynağı ve zarif filozofun töze en güzel örneğidir. Masada, parkta, bir hediye demetinde veya bir mezarın üstünde. Zarif ve duygusal ama asla onsuz olmaz.


Vazoyu tuttu ve çiçekleri kokladı. Çok da net görmeyen gözleri ile renklerini seyretti. Sonra vazoyu gaz lambasına yakın bir yere koydu. Gözü radyoya takıldı. Uzattı elini ve ses düğmesini çevirdi. Bir tık sesiyle dönmeye başlayan ses düğmesi odaya klasik bir müziği teslim etmeye başladı. Biraz daha çevirdi düğmeyi ve pırıl pırıl, kristal bir ses, kulaklarına muhteşem klasik müziği, ustaca icra eden orkestrasından öylece alıp getiriyordu sanki. Adamın dudaklarından iki kelime döküldü “Bu Adagio”. Sonra gözünü kitaplara çevirdi. Biraz şaşkınlıkla baktı sırtlarındaki yazılara. Birini çekti aldı, açtı. “Bu kitabı okumuştum, diğerlerini de… En sevdiğim şiirler bunlardaydı…” Elli birinci sayfayı açtı; o sayfayı iyi biliyordu ve gözleriyle okumaya başladığında dudakları da kısık bir sesle eşlik etmeye başladı.

 

Yeşil kırlarda berrak derelerden geçeriz hep el ele

Gökyüzünde güneş ve altında ki gölge ağaçlarıyız

Yollarımızı açık eylesin sevgilerimizle bahtlarımız

Işıklar bizimle …

 

Heyecanla kitabı kapattı. Ayağa kalkıp kapıya ilerledi, kapıyı aralayıp, orayı ona bırakıp da şemsiyesiyle selam verirken “-…………  seninle yaşlı dostuuum!” diye bağıran adamın istikametine baktı…


-Şimdi duydum seni, “-Işıklar dedin… Evet ışıklar! seninle yaşlı dostum” dedin.


Ve bağırdı “Işıklar bizimle!”


Kapının aralığından bakarken dizeyi ezberinden tamamladı,


“Işıklar bizimle ve sonsuza dek aydınlanır ruhlarımız”


Uzakta sandalların bekçisini gördü ve muhtemelen elindeki kulplu eski feneri bir sağa bir sola sallayınca selam gönderdiğini anladı. O da el salladı görmesini umarak. Kapıyı kapattı ve Adagio’nun ortalarında devam etti dinlemeye. Vazodaki çiçeği kokladı. Kitabın elli birinci sayfasını yeniden açtı. İçinde ıhlamur olan demliği su ilave ederek sobanın üzerine bıraktı. Mısır ekmeğinden birkaç lokma yedi. 


Yüzünde bir gülümseme belirdi. Döşeğe uzandı. Radyoda Adagio sona erdi ve Aranjuez başladı; sonra bir diğeri bir diğeri devam etti. Radyonun pili hiç bitmedi. Sobanın ateşi hiç sönmedi. Ihlamurun kokusu sonsuza dek yayıldı. Van Gogh’un muhteşem sarısını taşıyan taze çiçekler vazosunda asla solmadı. Gaz lambası hep yandı…


Çok güzel bir havada, sahilde resim yapan ressam gördüğü tüm güzelliği tualine istediği gibi alabiliyorsa en mutlusu odur. Paletinde noksan boyaları olsa da hüneriyle mevcut olan boyaları karıştırarak istediğine yakın renkleri yakalar. Ana renk noksan ise ekspresyonizme sığınabilir. Gözlerimden giren ışığı yüreğimden geçirdim diyebilir. Resminde boyasına karışmış deniz tuzunu, rüzgârı ve kumu inkâr etmez. Resmini tamamlar. Zaman durmaya adaydır.


Sabah 07.50 ve durulmuş havanın ardından sahilde bir polis arabasının çakar ışığı oradan geçenlerin dikkatini çekmektedir. Eski bir kulübe yıkıntısının kırık kapısının dışında kalmış bir çift çok eski ayakkabıyı taşıyan ve pantolonu su içinde kalmış hareketsiz bacakların başında inceleme yapan iki polis memuru vardı. Ambulans geldi. Görevliler fermuarlı ceset torbasını alıp aşağıya, kulübenin yanına indiler. Polislerden biri kapıyı içeriye doğru itti. Eski kartonların ve çöplerin arasında cansız yatan adamı görevlilerle beraber kavradılar. Diğer polis fermuarı açtı. Yaşlı cansız bedeni ceset torbasının ortasına yerleştirdiler. O sırada polis, adamın kaskatı sol elinde tuttuğu sapsarı taze çiçeği fark etti.


-Bu havada nereden bulmuş ki bu taze çiçeği?


Ve kapanan fermuarın sesi duyuldu. On beş dakika içinde hiçbir şey ve hiç kimse kalmadı olay yerinde. Kulübenin kapısı sabah rüzgârının etkisiyle kapandı.


Kulağını dayasa da müzenin duvarındaki fırtına tablosunda duyamadığı sesleri eski yıkık bir kulübenin çürümüş ve çöplük duvarlarında da duyamaz seyreden ziyaretçi. Tabloda ki fırtınanın yerle bir ettiği her şey de sessizdir, tabloda yer almadığı kadar. Ressam bu sefer fırtınayı değil de ardından bıraktığı hasarı resmettiğinde tablonun hangi sesleri taşıdığı daha muğlaktır. Tabloyu seyreden, ağıtları veya bitmişliğin uğultularını algılayabilir. Bazen de yanılır. Duymadığı, algılayamadığı bir katmanda durum hiç de zifiri değildir belki. Ceset torbasının kapanan fermuarının sesiydi kulaklara gelen. Ama ruhlara çarpan ses o değildi. Yüzünde bir gülümseme ve elinde taze bir sarı çiçekle, döşekte uzandığı yerden kulübenin tavanına bakarak radyoda en güzel klasikleri sonsuza dek dinlerken; sobanın hiç sönmeyen ateşinde kaynayan ıhlamurun sonsuzluğa yayılan zarif kokusu ne kadar huzur verici. Sonsuza dek yanacak olan da gaz lambasıydı. Kulübenin dışında fırtına asla dinmeyecek ama içerideki huzur da. O güzel, sarı çiçekler asla solmayacak. Adam her kokladığında yeniden tazelenecekler. Böylece ressam, en güzel sarı rengi paletinde yarattığında, fırçasıyla tualinde ki çiçeklere de son dokunuşlarını tamamladı. İki adım geri çekildi ve eserine baktı, kontrol etti. Renkler ve ışıklar tam istediği gibiydi. Şairin dizeleri nasıl tam istediği gibiyse. Havayı içine çekti huzurla. Saygıyla eğilerek teşekkür ederim dedi… “Renklere ve Işıklara” Ve zaman durdu.


Ertan Kargıtuğ 

3.7.2021 

 

 

( Renkler Ve Işıklar başlıklı yazı AXDSCI tarafından 9.07.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.