Dindar, kindar, inkârcı, şüpheci bireysel bilinç ve toplumsal yansımaları
İnanç ve düşünce
eksenindeki çeşitliliği gözlem altına alırsak; dindar, kindar, inkârcı,
şüpheci, teslimiyetçi, kesin inançlı, sorgulamacı vb. çeşitli sınıf, alt kimlik
ve aidiyet bağlarıyla karşılaşırız. Ölçülülük, tutarlılık, yerindelik,
sürdürülebilirlik, şeffaflık, bilimsellik, dürüstlük, denetlenebilirlik,
yanlışlanabilirlik…gibi kriterlerden olumlu not alamayan; öğreti ve ideolojiler,
yarı yolda bırakan, hüsran yaşatan girişimler, sloganlar, vaatler olmuştur hep.
İnsanların bir
kısmı; kendi hatalı tercihleriyle yüzleşme ve çevresinde olup bitenlerden şüphe
duyma, sorgulama riskine pek girmek istemezler. Doğru bir iş yapsa bile, onu mantık ve
mukayese yoluyla onaylama gereği duymazlar. En büyük gemiye binip teslim
olduklarında, zihinsel ve düşünsel aktivite zahmetine katlanmadan, menfaatleri
zedelenmeden kurtuluşa/huzura ereceklerini zannederler/inanırlar. Gemi su alır,
yıpranır, fiziksel ömrünü tamamlar, kaptan ölür, yanlış rota çizer ve işte o
zaman yolcular ayılırlar.
Bu çeşitlilik
içerisinden biz, yaşam tarzı ve anlam arayışını, inanç tercihleriyle şekillendiren,
“dindar bilinci” gözlem, akıl yürütme ve yorum yoluyla incelemeye çalışalım. Bu
tespit, kanı ve yorumlarımız; diğer düşünce ve inanç çeşitliliğinin en doğru
yolda, eleştirilemez olduğunu göstermez, iddia etmez.
Bilim, mantık,
felsefe ve yüksek aydınlanma bilincinin tüm erdemleriyle tanışmayan,
barışamayan, eylem ve söylemlerini, bir ölçüye vuramayan “dindar bilinç” hiçbir
sorunu çözemez, derman olamaz, alternatif üretemez. Çünkü öncelikle kendisiyle
kavgalıdır, toplumla kavgalıdır, dünyayla savaş halindedir, diğer dindaşlarıyla
ayrışma içerisindedir, yaratanıyla da hep pazarlık halindedir. Asırlardır
ayrışma ve kavgalarını sonlandıramadığından, inanç değerleri ve birikimlerini
sabit bir yerde konumlandıramamaktadır. Bunun bir istisnası yoktur, bu
tespitlere, kalıplara uyan her inanç için durum raporu aynıdır.
“Mezarlığa eve
yapılır mı” “kaygan zemine temel atılır mı” “sürekli savaş halindeyken mutluluk
destanı yazılabilir mi” elbette hayır. Çelişki ve çatışmalardan başını
kaldıramaz ki, haksızlığa, adaletsizliği, ayrımcılığa, despotizme başkaldırsın.
Dindar bilinç;
ölçü, sınır, ilke ve kabul edilebilir gerekçelerden bağımsız olarak kabul
görüyorsa, gelişiyorsa, taraftar buluyorsa, her an patlamaya hazır, zaman
ayarsız bomba gibi, “kindar bilince” dönüşebilir. Otuz iki dişinin yarısı dökülse,
sağlıklı olmasa da yine beslenirsiniz. Bir ayağınız olmasa, protez taktırarak
yürüyebilirsiniz. Diliniz dönmese, kulağınız duymasa da yazarak derdinizi
anlatıp, mesajınızı ulaştırabilirsiniz. Fakat “dindar bilincin” öncesinde ve
sonrasında; düşünsel, duyusal, bilimsel ve evrensel donanımlar, tüm öz
benliğimizle buluşmamışsa, bu bilinç ile yaşamı; hem kendimize, hem çevremize
hem de diğer muhataplarımıza sevimsiz ve düzensiz bir niteliğe dönüştürürüz.
Geçici bir haz, mutluluk, özgüven ve kör inanç; kişiyi ileri düzey davranış bozukluklarına sürükleyebilir. Bu endişemiz; sorgusuz, temelsiz yol alan, tüm kesin inançlılar için geçerlidir. Yani inançlı, inkârcı, şüpheci ve idealist olmak bizi sorumsuz, masum ve günahsız kılmıyor. Bir inanç veya düşünce; ahlak, adalet, mantık, sevgi, merhamet, dayanışma, toplumsal özgürlük, bireysel özgürlük üretmiyorsa, detaylıca sorgulanmalıdır.
Başkaldırı ve
sivil itaatsizlik; bireysel ölçekte toplumsal aydınlanma hareketi kapsamında
meşru görülebilir. Fakat anayasal bir dayanağı olmayan kitlesel ve örgütlü
kalkışmalar, darbeler; toplumsal ortak iradenin onayıyla kurulmuş, demokratik
düzeni, -kanlı ya da kansız- varlığını ortadan kaldırmaya yönelik olduğundan,
vicdan, akıl ve yasa dışıdır.
Federal Almanya
Cumhuriyeti Anayasası, 20.Madde, [Devletin ana ilkeleri; direnme hakkı]
bölümünde 4. Bendinde; “Bu Anayasa
düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması
halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.” Açıklaması yer
almaktadır. Demokratik anayasa ve güçler ayrılığını toplum olarak öyle bir
içselleştirmişler ki; istismara çok açık, bu riskli maddeyi, özgüven
içerisinde, anayasalarına yazabilmişlerdir. Bu maddeye dayanarak, hiçbir
toplumsal direnme hakkı kullanılmış mıdır? Hayır. Fakat bir sigorta olarak
anayasada yerini almıştır.
Albert Camus, Henry David Thoreau ve Hayrettin Ökçesiz gibi düşünürlerin, sivil itaatsizlik ve başkaldırı öğretileri iyi incelenmelidir. Başkaldırı deyince toplumsal genel algı; anarşi, kaos, terör ve isyan olarak algılanmaktadır. Oysaki saydığım düşünürler bunu, anayasal bir hak kullanma zeminine çekmişlerdir. Terör, şiddet, ölüm, despotizm ve kırıp dökmeye kesinlikle karşıdırlar.
Yüksek
erdemlerle donatılmış bir bilincin başkaldırmasıyla, öküzün başkaldırması
arasındaki farkın ayırt edilebilmesi; toplumsal ve insani gelişmişlik düzeyini
belirler. Bu kadar genişlik ve çeşitlilik barındıran koca evrende, iki insanın
kuyruğunun birbirine değmesi sonucu çıkan ihtilaf ve çatışmadan daha anlamsız
bir şey düşünemiyorum. Bela üretmeye odaklanan bir canlı, insan olamaz.
Anlamaya gerek
duymadan yorumluyoruz. Yorumu da yangından mal kaçırır gibi bir hükme
dönüştürüyoruz. Hüküm giyenin ise ne düşündüğü hiç umurumuzda değil. Bu
anlayış; yaşadığımız dünyanın, maddi ve manevi olarak içini boşaltmaktan başka
bir şey değil.
Şunu da unutmamak gerekir ki; hiçbir inanç, din, düşünce, yol, ideoloji, aidiyet, birliktelik, siyaset yolu, bizi çok iyi insana dönüştüremez. Yeterliliğimiz tam, niyetimiz halis ise ve doğru bir inanç öğretisiyle de buluşabilmişsek, yalnızca içimizdeki iyiliği açığa çıkarabilir. Törpüler, geliştirir, anlam yükler, daha insani kıvama getirebilir. Duygu ve düşüncede, vicdani atmosferimizde bir noksanlık, kirlilik ve kısırlılık varsa, buradan kalıcı bir medeniyet unsuru oluşturulamaz.
"İki cambaz
aynı ipte oynamaz". Geçici bir oyun, göz boyama, görsel gösteri ve uyum gibi
görünse de kurnaz ve güçlü çıkan, yeri geldiğinde diğerini ipten atacaktır. Yenilgi de başarı da bireysel, yüzeysel,
sınırlı ve lokaldır. Rakipsiz kalan
cambaz tarafından öngörülen ve kurulan yeni sistem; yeni güç odakları ve
asalaklar yaratacaktır. Yani yeni
girişim, sunulan ve bırakılacak miras; adil, bilimsel, etik ve demokratik
olmayacaktır. Farklılıkları, tüm toplumu kucaklamayan ve evrensel bir dayanağı
da olmayan her hamleyi insanlık dışı ve kabul edilemez görmekteyim. İki
cambazdan birine yaslanmak zorunda değil insanoğlu. Yeni yollar açmalı, yeni
tercihler oluşturmalı. Sallanan bir köprüden geçerken elbette sallanırsınız
fakat köprü yıkıldıktan sonra yeni ve daha sağlam bir köprü kurmak
zorundasınız.
Bireysel akıl ve
vicdanımız; bilim, mantık, etik ve adaletle yoğrularak, toplumsal nitelikli bir
hücreye dönüşebiliyorsa, topyekûn kurtuluşumuz yakındır. Yarın doğacak güneşin
daha bir kuşatıcı, ısıtıcı, aydınlatıcı, enerji ve yaşam kaynağı olması bizim
kullanım tercihimize kalmıştır. Enerjilerin sinerji yaratması, empatilerin
toplumsal kaynaşmaya dönüşmesi bizim elimizde. Yakınız meşaleleri her yönden ve
her yandan. İnsanlık meydanında buluşalım. Ahlak havuzunda arınalım. İçsel
huzur ve güven için adalet terazisine yaslanalım. Hep düşman ve suçlu üreterek,
ötekileştirerek, bir kesimi sürgün edip, diğerine muhtaç duruma düşüp kucak
açarak nereye varılabilir ki?
Herkes önce kendi kapısının önünü süpürsün, kendi güç ve enerjisini keşfetsin. Bıraktığın iz ve faydalı miras kadar kalıcı, sevimli ve ebedisin. Kim olursan ol, ayrı bir gezegene taşınma hayaline gönlümüz razı değil. Bu kervanda sen yok isen bir eksiğiz. Belki de zincirdeki bu halka eksikliği hakikat yolculuğumuzu daha da geciktirecektir.
Samsun, 15.07.2022
Ali Rıza Malkoç
www.arm.web.tr