Hakan
Erdem
Neye Osmanlıca diyoruz?
04.03.2018
Pazar
Osmanlı
yazarları, mesela Ahmed Cevdet Paşa, “Osmanlı dili” dendiğinde küçük bir grup
seçkinin kullandığı anlaşılmaz bir yazı dilini anlamıyordu.
Geçen yazımda dilde sadelik konusunu zamansallık boyutu
katarak tartışmanın ve sadeleşmenin lineer bir kronolojisini oluşturmanın
güçlüklerine değinmiştim. Gerçekten de yalın bir dille yazılmış metinlerle, söz
sanatlarıyla süslenmiş olanlarını aynı anda görebiliyoruz. Divan şairleri ve
münşilerin ağdalı bir dille yazdıkları yolunda bir genelleme tabii ki
yapılabilir ama orada da bu üslûpla yazanların Türkçe bilmediklerini veya daha
yalın bir Türkçeyle yazamadıklarını söyleyemeyiz. Aynı şair / yazarın aynı
metninde her iki tarzı sergilediğini gördüğümüz hâller bile oluyor. Yine de
meseleye yazarlar / şairler açısından değil, ürettikleri metinler açısından yaklaşmanın
daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim.
Ortaya konan edebî ürünün diline nasıl bir isim verileceği
de epeyce tartışılmıştır. Hâlâ yaygın bir anlayışa göre, bir metin ne kadar “tasannu”
(sanatlı, olduğundan farklı göstermek amacıyla süslü, yapmacık) ile yazılmış,
ne kadar çok Arapça- Farsça kullanıyorsa “Osmanlıca”, ne kadar yalın ve
anlaşılırsa “Türkçe”dir. Mesela, merhum Agâh Sırrı Levend, Türk
Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları adlı meşhur eserinde,
Osmanlı dönemindeki Türkçeye genel anlamda Osmanlıca denemeyeceğini, her
Türkçenin Osmanlıca olmadığı görüşündedir. Ona göre sarayla medresenin
desteklediği bir klasik edebiyat, kendine mahsus bir edebiyat meydana getiren
tekke ve halk edebiyatını devam ettirmeye çalışan bir yeniçeri ocağı vardır. Tekke
ve halk edebiyatlarının dili Türkçeyken, “klasik edebiyatın dili ise Arap ve
Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma
bir dildi.” Şöyle devam ediyor:
“Bununla beraber, bu yapma dil, ancak hüner ve marifet
göstermekten ibaret olan eserlerde yer tutuyor, Türkçe ise, konuşma dili olarak
halk arasında, yazı dili olarak da halk için yazılan eserlerde canlılığını
muhafaza ediyordu. Hattâ yaşıyan bu sade Türkçe, Divan şairlerinin eserlerinde
bile görülmekte idi. Onlar da halk için yazmak istedikleri zaman açık Türkçeye
başvuruyorlardı.
O halde, ilk günden beri yanyana yürüyen iki ayrı
dille karşı karşıya bulunuyoruz, demektir. Biri konuşulan ve
yazılan Türkçe, öteki ise yalnız bazı aydınlar için yazılan fakat hiç
konuşulmayan yapma Türkçe. Bunları birbirinden
ayırdetmek için adlandırmağa elbette lüzum vardır. Hangisine
Türkçe, hangisine Osmanlıca diyoruz?”
Levend, daha sonra örneklendirmeye gidiyor. Ona göre,
“Kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı” cümlesi Türkçedir, Nergisî’nin aynı eylemi
anlatmak için kullandığı “Mikrâs-ı tîg ile gerden-i kâfur’iltibasından fark-ı
pürlemeânını cüdâ kıldı” cümlesi Osmanlıcadır. Aslında Nergisî’nin, ilk
cümleden daha fazlasını söylediğini, cümlesinin uzunluğuna bakarak bile
anlayabiliriz, ama şunu söylüyor: “Parlayan tepesini kâfura benzeyen boynundan,
kesecek kılıç ile ayırdı”. Meselenin, Türkçe kelimeler yerine basitçe
Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmasından ibaret olmadığı, ikinci cümledeki
nitelendirmelerden kolayca görünüyor; burada münşiyâne bir dil kullanımı söz
konusudur.
Levend’in “Osmanlıca” ya verdiği bir diğer örnek ise
Baki’nin Sultan Süleyman için yazdığı mersiyeden alınmadır:
“Ey pâybend-i dâmgeh-i kayd-ı nam ü neng
Tâ key hevâ-yi meşgale-i dehr-i bîdireng”
Bu cümlenin bir fiili bile olmadığını belirten Levend’in
hükmü şöyledir: “İki mısradan ibaret olan bu tam cümlenin içinde bir tek Türkçe
kelime olmadığı gibi, fiil yerine kullanılan zarf ile birlikte, özne de, nesne
ve bağlar da Farsçadır. Buna Türkçe diyebilir miyiz? İşte
Osmanlıca diye adlandırdığımız dil, halkla ilgisini büsbütün kesen bu dildir;
Veysî’lerin Nergisî’lerin ve sonradan onları takip edenlerin kullandığı yapma
dildir.”
Bir lahza duralım, iki ayrı dil varsa, biri yaşayan ve
toplumun kullandığı Türkçeyse, diğeri ise az sayıda aydın için yazılan yapma
bir Türkçeyse, ikisi de aynı anda Osmanlı toplumunda bir arada bulunuyorsa, biz
neden bu dillerden yapma olanına “Osmanlıca” diyoruz? Yalın, anlaşılır
bir Türkçeyle yazılan metinlere neden “Osmanlıca” demiyoruz? Onlar da aynı
toplumda, aynı dönemlerde yazılmadı mı? Bu iki Türkçeden, yalın olmayan,
karmaşık ve süslü olanına, Arapça ve Farsçadan yoğun kelime ve bazen de gramer
kuralı ödünçlemesi yapanına, bazen de “yeni” Arapça ve Farsça kelimeler
üretenine “Osmanlıca” denmesi ideolojik olarak muhakkak ki yüklü bir tercihtir.
Şu kadarını söyleyebilirim ki, 19. Yüzyıla gelinceye kadar
“Osmanlıca” veya ona karşılık gelecek “Lisan-ı Osmanî”, “Osmanlı lisanı / dili”
gibi bir kullanım görülmez. Osmanlıların kendi dillerini anlatmak için
kullandıkları kelimeler, “Türkçe”, “Türk dili”, “Türkî” veya “lisan-ı
Türkî”dir. 19. Yüzyılda “Osmanlı milleti” gibi yeni bir
siyasî kimliğin icat edildiği bir dönemde, diğerlerinin yanında “Osmanlıca”
veya “lisan-ı Osmanî” kelimeleri de kullanılır olmuştu ama o zaman, bu
kelimelere, bugün yüklenen olumsuz değerlerin hiçbirinin atfedilmediği
görülüyor.
Sanırım bu noktayı en iyi, Levend’in, Cevdet Paşa’nın Kısas-ı
Enbiya’sından aktardığı şu sözlerde görebiliriz:
“Eş’ar-ı Osmaniyye berveçh-i bâlâ Acem tarzına döküldüğü
gibi kudema-yı münşiyan-ı Osmaniyye, nesirlerinde dahi bu tarz üzere tarik-i
tescî’i iltizam etmekle, havâsa mahsus bir lisan peyda olarak artık
tahririmiz takririmize uymaz oldu. Fesahat ise beynennas
zebanzed olan elfaz ile ifade-i meram demek olduğundan, nazmımız gibi nesrimiz
dahi fesahatten ârî ve tumturak-ı elfazdan ibaret bir suret kesbetti.
Hayli zaman bu hal üzere gitti. Nihayet Sultan Mecid asrında Sultan Osman’ın
açtığı çığıra avdetle lisân-ı Osmanîye ehemmiyet
verilerek edebiyat-ı Osmaniyye revnak buldu. Ve söylendiği gibi
fasihâne ve beligâne yazılır oldu.”
Cevdet Paşa’nın söyledikleri oldukça açık yine de burada
olduğundan daha sade yazdığı zamanlar vardır. Kısaca, Osmanlı şiirinin Acem
tarzına döküldüğü gibi Osmanlı nesrinin eski ve büyük münşileri de kafiyeli,
sec’li yazma yolunu tutmuş. Seçkinlere mahsus bir dil ortaya çıkıp yazımız
konuşmamıza uymaz olmuş. Anlaşılırlık ise insanlar arasında dilden dile dolaşan
kelimelerle meram anlatmakla olacağından şiirimiz gibi düzyazımız da açıklıktan
uzak, tumturaklı kelimelerden oluşur bir hâle gelmiş. Sonunda Abdülmecid
zamanında Sultan Osman’ın açtığı çığıra dönülmüş, Osmanlı diline önem verilmiş,
Osmanlı edebiyatı parlamaya başlamış ve konuşulduğu gibi açık ve anlaşılır bir
şekilde yazılır olmuş.
Görüldüğü gibi Cevdet Paşa da yalnız havâsın kullandığı
bir dilden yakınıyor, konuşulan dil ve yazı dilinin uyumsuzluğunun bir
sorun olduğuna dikkat çekiyor. Eski münşilerin ve şairlerin oluşturdukları o
dili o da fasih bulmuyor ve beğenmiyor. Fakat o tumturaklı kelimelerden ibaret
bir hâle gelen dile de “Osmanlıca” demiyor. Tam tersine, Abdülmecid döneminden
başlayarak açık ve anlaşılır bir şekilde yazılmaya başlayan dile “lisân-ı
Osmanî” diyor. Uzun sözün kısası, onun için Osmanlı dili küçük bir grup
seçkinin kullandığı anlaşılmaz bir yazı dili değildir!
Ben de “Osmanlıca” denince kaçınılmaz olarak tasannulu,
sanatlı, yapma bir dili değil Osmanlı Türkçesini anlıyorum. Osmanlı Türkçesi
olup çok sade yazılan metinler olduğu gibi, yazandan- üretenden başka kimsenin
anlamayacağı son derece karmaşık, hatta bozuk ifadeli ve yapay bir dille
yazılmış metinler de vardır. Bu arada, bazı kavram ve nesne adlarının Türkçede
bulunmadığı için başka dillerden alındığı yolundaki yaygın görüş de her zaman
doğru değildir. Türkçede “araba” kelimesi bulunmadığı için mi Esad Efendi
“gerdûne” demişti? “Güzel yazı” hünerleri sergilemeye çalışanların
tercihlerinden yola çıkarak herhangi bir dilin kelime yeterliliği hakkında bir
hüküm verilemeyeceği gibi Türkçe hakkında da verilemeyeceği kanısındayım.
Yukarıdaki örneklerde, Nergisî’den yapılan alıntı ağır bir Osmanlıca inşa
örneğidir. Baki’nin o beyti ise Türkçe olmadığı için Osmanlıca da
değildir, Farsçadır, ama şükür, Baki’nin tek beyti de o değildir!
“Saray” ile Levend’in (ve daha başkalarının) anladığı veya
anlamlandırdığı şekliyle “Osmanlıca”, yani o musanna ve yapma dil arasındaki
ilişkiye gelelim. Sarayın, Osmanlı klasik edebiyatını desteklediği hatta
o edebiyatın üretilmesine doğrudan katıldığı söylenebilir tabii ki. Şairlerin
ve yazarların teşvik edilmesinin ötesinde, Avnî (Fatih), Muhibbî (Kanunî),
Muradî (III. Murad) gibi mahlaslarla yazan ve kendileri de divan sahibi olan
çok sayıda Osmanlı sultanı vardı. Ama o klasik edebiyat “Arap[ça] ve Farsçanın
etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dil” ile mi
üretiliyordu, emin değilim.
Avnî’nin elbetteki daha az yalın bir Türkçeyle, hatta ona
bakarsanız Arapça ve Farsça dizeleri bile var ama “Bir güneş yüzlü melek gördüm
ki ‘âlem mâhıdur / Ol kara sünbülleri ‘âşıklarının âhıdur” veya “Sevdün ol
dilberi söz eslemedün vay gönül / Eyledün kend’özüni ‘âleme rüsvay gönül”
dediğinde o yapma dili mi görüyoruz? Muhibbî, “Benüm servüm benüm cânum n’içün
dün gice gelmedün / Güzeller şâhı sultânum n’içün dün gice gelmedün” derken hiç
mi anlaşılmıyor? Ya Muradî, “Sakın binâ-yı şer‘den koparmagıl bir taş / Koparsa
taş eger, yarılur nice bin baş” dediğinde Eski Anadolu Türkçesiyle yazan hangi
şairi utandırıyor? Sonuçta, yukarıdaki şair sultanların yazdıkları meydandadır
ve herkes tarafından incelenebilir. Ayrıca, tekke ve halk edebiyatı olarak
adlandırılan ve divan ve münşi edebiyatının karşısında bir yerlerde
konumlandırılan edebiyatlarda da Arapça ve Farsçanın büyük etkileri olduğunu
görmezden gelemeyiz gibime geliyor.
Her hâlükârda, sarayın veya tek tek padişahların herhangi
bir yazar veya şaire “Öyle karışık ve kapalı yazın, o kadar yakası açılmadık
Arapça ve Farsça kelimeler kullanın ki kimse tek kelime bile anlamasın, kamus
ellerinden düşmesin” türünden bir yönlendirmede bulunduğunu bilmiyorum. Aksi
yönde ise epeyce kanıtımız bulunuyor. Cevdet Paşa’nın, yukarıdaki sözlerinde,
Osmanlı devletinde açtığı çığırdan, devletin dili olarak Türkçenin
benimsenmesinden dolayı Sultan Osman’a övgü olduğu gibi, döneminin sultanı
Abdülmecid de bu yola geri dönerek Osmanlı diline önem vermekle övülüyor. II.
Mahmud’un, Takvimhane nazırı ve vakanüvis Esad Efendi’den umumun anlayabileceği
kelimeler kullanmasını istediğine ve bunlar kullanılarak yazılmış bir
metni, “sanatlı” yazılmış bir metne tercih ettiğine geçen yazımda
değinmiştim.
Dahası, II. Mahmud’un kaleminden çıkan hatt-ı
hümâyûnlardaki dili esas alacak olursak padişahın kendisinin de yukarıda tarif
edilen türden yapma bir “Osmanlıca” değil bayağı bayağı “Türkçe” yazdığını
kabul etmemiz gerekecek. II. Mahmud bir hattında, “Şu serdar-ı ekremin uzayub
da ordu-yu hümâyûna gelememesi çok ehem ve elzem olan maslahatın geriye
kalmasına bais oluyor. Allah vere şu günden geleydi” diye yazdığında gününün
eğitimli kişilerinin kullandığı Türkçeden ne kadar uzaktı dersiniz? (HH
42460) Aynı şekilde babası I. Abdülhamid’in (1774-1789), “Gayri bildim,
bizim devletin işi Allah’a kaldı” demesini bugün sokakta kaç kişi anlamaz?
Son bir husus olarak, açık ve anlaşılır bir Türkçeyle yazılmasını
teşvik eden padişahların sadece yaptıkları ıslahatı halk kitlelerine anlatma
kaygısıyla hareket eden son dönem sultanları olmadığını, Türkçenin çok daha
önceleri de güçlü koruyucuları olduğunu yazacaktım. Yerim kalmadı. Şimdilik
Saray’ın yapma bir dilin oluşturulmasına önayak olduğu konusunda elle tutulur
kanıtlar göremediğimi söylemekle yetineyim.