M. NİHAT MALKOÇ
İnsan denen muamma…
İnsan, karmaşık yapılı bir varlıktır. Onun, maddî ve manevî
olmak üzere iki ayrı yönü vardır. Bunların dengeli bir biçimde doyurulması
gerekir. Aksi halde hayat, muvazenesini
yitirir. Günümüzde bu denge sağlanamadığı için, insanlar bekledikleri huzura bir
türlü kavuşamıyorlar. Oysa huzurun adresi bellidir. İslam kapısından girmeyenin
ve bu dine sımsıkı sarılmayanın, arzuladığı huzuru bulması mümkün değildir.
Zira gerçek huzur İslam’dadır.
Son yıllarda toplumumuzda ahlakî anlamda büyük bozulmalar
görülmektedir. Küçükler büyüklerine saygı duymamakta, büyükler ise küçüklerden
sevgisini esirgemektedir. Güven mefhumu nerdeyse tükenmiştir. “Batı, Batı” diyerek
batma noktasına gelmiş bulunmaktayız. Toplum böyle olunca, onun yöneticileri
nasıl olur? Sonuçta aynı cemiyetin mensuplarıyız. Benzer kaynaklardan
dolduruyoruz tasımızı. Durum böyle olunca yönetilenler, yönetenlerden müştekî
oluyorlar. Oysa bu gibi serzenişlere hiç de hakkımız yoktur. Çünkü iş bu
noktaya gelene kadar ahvali görmezden gelenler bizleriz. Ne ektiysek onu
biçiyoruz şimdi.
İslâm’da idarecilerin seçimi
İnsanı en iyi tanıyan, onun ihtiyaçlarını en iyi bilen ve
gideren, şüphesiz ki bizi yoktan var eden Allah’tır. Bizler bu gerçeği
görmezden geldiğimizde ve her şeyimizle Rabbimize teslim olmadığımızda ciddi
sorunlar baş gösterir. Ruh dünyamızdaki çelişkiler bir yumak hâlini alır. Her
konuda olduğu gibi, bizi yönetecek kişilerin seçiminde de Kur’an ve sünnetten
hareket etmeliyiz. Zira Rabbimizin ve Resul-i Ekrem’in bu hususta ciddi
uyarıları vardır.
Bazı insanlar yüce kitabımızın hükümlerinin bu çağın
ihtiyaçlarını hakkıyla karşılayamayacağını söylerler. Oysa Kur’an-ı Kerim,
bütün zamanı ve mekânı kuşatan, evrensel hükümleri olan bir kitaptır. Hiç kimse
onun ahkâmını değiştiremez. Kur’an bize uyacak değil, bizler hâl ve
hareketlerimizde Kur’an’a uyacağız. Bu her konuda geçerli bir kuraldır. Devleti
yönetenleri belirlemede de Kur’an’ın hükümlerinden yola çıkmalıyız.
Yüce dinimiz
İslamiyet, idarecilerin seçimi konusuna çok önem vermiştir. Bu hususta müşahhas
ilkeler ortaya koymuştur. Bu konuda öncelikle esas olan şey, müminleri idare
edecek kişilerin mümin olma şartıdır. Bundan sonraki belirleyici diğer bir
unsur da amel olmaktadır. İnsanları birbiriyle eşit yaratan Allah, söz konusu
takva olunca onlardan birini diğerlerine üstün kılabilmektedir. Bu da “Üstünlük
takvadadır” hadisiyle dile getirilmektedir.
İdareciler öncelikle ve özellikle salih, adil, takva sahibi
kişiler olmalıdır. Bu özelliklere sahip insanlar varken gidip de fasıkları
idareci olarak seçmek dinen caiz değildir. Mümin, sorumluluk duygusu içerisinde
olan insandır. Bu yüzden, seçtiği yöneticilerin ne gibi icraatlar yaptıklarını
takip etmek, eksiklikler veya yanlışlıklar gördüğünde de münasip dille onları eleştirmek
zorundadır. Zira idareci, vatandaşın reyiyle yönetim kademesine gelmiştir. Onun
hatalarında, Allah katında, bir seçmen olarak bizim de sorumluluğumuz vardır.
Müminin en büyük ölçüleri Kur’an ve hadistir. İdarecilerin
icraatlarını değerlendirirken de asıl bunlar ölçü alınmalıdır. Yapılan işlerde
Hakk’ın emirlerine uyulmalı, yasaklarından mutlaka kaçınılmalıdır. Buna riayet
etmeyen yönetici eleştirilmeye müstahaktır.
İmame kopunca bütün
tespih dağılır…
Bozulma fertlerden başlar, oradan toplumun yekûnuna sirayet
eder. Hâl böyle olunca, devleti ve kurumları idare edenler de bu bozulmadan
paylarını alırlar. Düzelme de fertten başlar; kişiler düzelince toplum da doğal
olarak düzelir. Duygu ve düşünceleri, hâl ve hareketleri düzgün bir toplumun
başına, kötü idarecilerin gelmesi mümkün değildir. Kötü idareciler böyle bir
toplumun başına bir şekilde gelmiş olsalar da, onların orada kalıcı olmaları
beklenemez. Toplumun bünyesi bunu kaldır(a)maz. Zira temizlerin yanında
kirliler hemen dikkat çeker. Bizler daima temizlerin yanında, kirlilerin
karşısında olmalıyız.
Eğer başımızdaki kişiler hak ve hakikatten ayrılmışsa, bu kötü
durum bizim de yolumuzun sorgulanması gereğini beraberinde getirir. Zira “Üzüm
üzüme baka baka kararır.”, “Körle yatan şaşı kalkar” gibi atasözleri,
insanların birbirini kolayca etkileyebileceğini vurgulamaktadır. Eğer idareci
olanlar haktan ayrılmışsa, onları seçip oralara gönderen bizler de çamura
saplanmışız demektir. Çünkü bizler de aynı mekanizmanın benzer dişlileriyiz.
Toplumda kötülerin yanında, iyiler de vardır. “Mademki
bozulma kötülerin çirkin davranışlarından kaynaklanıyor, o zaman iyiler niçin
onlar yüzünden cezalandırılıyor?” diye bir soru akla geliyor. Aslında bunun
cevabı zor değil. İyiler, kötülerin çirkin davranışlarını eliyle veya diliyle
düzeltme gayreti içerisinde olsaydı, onlar da topluma kazandırılabilirdi. Enfâl
Sûresi’nin “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız
zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar” ayeti bu gerçeği ne kadar da
manidar dile getirmektedir.
İslam bir cemiyet dinidir. Bu dine mensup olanlar, hayata
ferdiyetçi bir anlayışla bakamazlar. Atasözlerimizin içine sokulan “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” ifadesi İslam inancıyla çelişmektedir. Müslüman,
kendisini düşündüğü kadar, mümin kardeşlerini de düşünmek zorundadır. “İman
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mümin
olamazsınız.”(Müslim: İman-93) hadisi İslam’da dayanışmayı zorunlu kılmaktadır.
“Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek
iman etmiş olamaz” hadisi İslam kardeşliğinin nelere kadir olduğunu
anlatmaktadır.
Memnuniyetsizlik
dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak…
Halkın, idarecilerden memnuniyetsizliği insanoğlunun var
oluşundan bugüne kadar hep vardır, bundan sonra da olacaktır. Bir idareci
herkesi memnun edemez. Birini memnun eden bir uygulama, bir başkasını rahatsız
edebilir. Bu hususta daha çok menfaatler belirleyici olmaktadır. Oysa mühim
olan şey, doğruların şahsileştirilmemesidir. Doğru, insanlara faydalı olduğu
için doğrudur; yanlış da insanları mağdur ettiği için yanlıştır. Bu genel
kaideyi şahsîleştirerek doğal mecrasından koparmak insanlıkla ve hakkaniyetle asla
bağdaşmaz.
Tanzimat Edebiyatının “Vatan Şairi” olarak nitelendirilen
güçlü isimlerinden Namık Kemal “Hürriyet Kasidesi” adlı meşhur şiirinde zamanın
yöneticilerinden şikâyet eder. Bunu şu dizelerinde veciz bir biçimde dile
getirir: “Görüp
ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten/ Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı
hükûmetten”(Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek
kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.)
Osmanlı adalet
temeli üzerine kurulu olduğu için çok yaşadı…
Osmanlı Devletinde temel unsur insandı. İnsan merkezli bir
devletti Osmanlı. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye vasiyetinde dile getirdiği
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü, insan merkezli bir hayat ve yönetim
anlayışının veciz ifadesidir. Osmanlı Devleti, insana bu açıdan baktığı için çok
uzun ömürlü olmuştur. Bu cihan devleti Batılıların bin bir hileleri sonucunda
parçalandığında bile saygınlığını kaybetmemiştir. Hep hayırla yâd edilmiştir.
Osmanlı padişahlarına baktığımızda, birkaç istisna dışında,
hepsinin koltuğunun hakkını veren liyakatli, adaletli ve şerefli insanlar
olduğunu görürüz. Osmanlı tarihi bunun şanlı örnekleriyle doludur. Bu noktada
şu örnek olay mühimdir: Ünlü vezir İshak Paşa’nın ehil olmayan bir kişiyi önemli
bir göreve atadığını tespit eden Fatih Sultan Mehmet Han, ona: “Paşa, bu hatayı
ikinci kez işlersen sadece vezirliği değil, başını da alırım! Devlet-i Âl-i
Osmanî ancak dürüst, liyakatli ve bilgili kişilerin omuzlarında yükselebilir.”
demiştir. İstanbul’u fethederek Peygamberimizin övgüsüne mazhar olan Fatih’e de
bu davranış yakışır.
Temsili demokrasi
ve aynadan yansıyanlar…
Demokrasi bir aynadır. Bu aynadan
milletin çoğunluğunun sureti yansır. Yani demokrasiyle yönetilen ülkelerde
idareciler nasılsa, milletin kahır ekseriyeti de öyledir. Zira demokraside esas
olan, milleti oluşturan fertlerin kanaatleridir. Bu kanaatler seçim
zamanlarında sandığa yansır ve ülkeyi idare edecek beyin takımı böylece belli
olur. Bu aşamalardan sonra kalkıp da
idarecileri şiddetle eleştirmek fazla bir şey ifade etmez. Gelinen noktadaki
mevcut tablo, mevcut nüfusun hayata bakış açısını ve arzuladığı yönetim
anlayışını yansıtır. Çağımızda dünyanın birçok ülkesi böyle, temsilî
demokrasiyle idare edilmektedir.
Devleti idare edenler, içimizden
çıkan insanlardır. Biz nasılsak onlar da bizim gibidir. Zira onlar da bizim
gibi bu toplumda yetişti. Onlardaki kusurlar, bizim kusurlarımıza çok benzer.
İdareciler ailelerinden, okuldan ve toplumdan öğrendikleriyle şahsiyetlerini
şekillendirmişlerdir. Onların karakterindeki güzellikler de, çirkinlikler de bu
toplumu meydana getiren fertlerin birikimlerinin yansımalarıdır. Onlar aynadan
yansıyan suretlerdir.
Unutulmamalıdır ki toplum ve onu
meydana getiren fertler iyi olursa idareciler de iyi olur. Yönetim
kademelerindeki kötüler, iyilerden daha fazlaysa bu durum o toplumun
çürümüşlüğünü de gösterir. Demek ki o toplumda kötü davranışlar zaman içinde
görmezlikten gelinmiş, bu vurdumduymaz tavır ve davranışlar zamanla yönetim
mekanizmasına sirayet etmiştir. Bu durumda öncelikle kendimizi suçlamamız,
düzeltmeye de kendimizden başlamamız gerekir. Zira herkes evinin kapısını
süpürürse sokaklar tertemiz olmaz mı?
İnsanlar bu dünyaya mal mülk
biriktirmek; kat, yat, araba ve çocuk sahibi olmak için değil; imtihan edilmek
için gönderilmiştir. İmtihan çeşitli şekillerde tezahür etmektedir. Bazen
Rabbimiz, kötü yöneticileri başımıza musallat ederek de bizi imtihan edebilir.
Demem o ki; iyileri iyiler,
kötüleri de kötüler idare eder. “Davranışları
sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.” (En’am,
6/129) ayeti bu durumu ne kadar da veciz açıklıyor. Eğer başımızdaki
yöneticiler kötüyse hatayı kendimizde aramalıyız.
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder: “Allah her
dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse
salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.” Fazla
söze, laf-ı güzafa hacet yok. Aslında bütün melese budur.
Emaneti ehline vermek…
Yönetmek apayrı bir meziyet gerektirir. İdareciler
seçilirken çok titiz davranmak lazım. Zira bu çok önemli bir sorumluluktur.
Çünkü seçtiklerimizin hayırlı işlerinden veya kötü icraatlarından bize de pay
çıkarılacaktır. Yöneticiler tayin edilirken işi ehline vermek gerekir. Bugüne
kadar başımıza ne geldiyse, işi ehline vermeyişimiz yüzünden gelmedi mi?
İşi ehline vermek… Aslında bu, sadece idarecileri seçmede
değil, her konuda mutlak bir ölçü olmalıdır. İşi ehline verince sorumluluğu da
üzerimizden atmış oluruz. Ehil idarecilerin meyvelerini milletçe toplarız. Aksi
takdirde kıyametin kopacağı o korkunç günü bekleriz. Zira bir zamanlar
Peygamber Efendimize soruldu: “Ey Allah’ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman
kopacak?” Efendimiz bu soruya şu cevabı vermiştir: “İş, ehli olmayan kişilere
verilince kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.” (Buharî, İlim 2)
Günümüzde idarecilerin atanmasında en büyük tartışma konusu,
adam kayırma meselesidir. Bu aslında sadece günümüzde değil, dünümüzde de en
çok konuşulan ve yakınılan bir sorundu. Oysa Allah’a ve Peygamberimize hakkıyla
teslim olanlar, böyle kayırmacı bir anlayışla hareket etmezler. Onlar için en
büyük belirleyici unsur liyakat, takva ve adalettir. Bu özelliklere sahip
olanlar; kul hakkı yemezler, görevi kötüye kullan(a)mazlar.
İslâm’ın adalet
timsali sayılan Hz. Ömer’in “Müslümanların başında bulunan kişi, dostluk veya
akrabalık hatırına bir adamı bir işin başına getirirse Allah’a, Resulüne ve Müslümanlara hıyanet etmiş olur.” sözünü duyup da
titremeyen müminin samimiyetinden şüphe edilir. Bu sözün ağırlığı altında
kalmak, kurşunların altında kalmaktan daha çetindir.
Peygamberimizin “Emaneti ehline veriniz” hadisi, üzerinde
düşünülmesi ve bizi idare edecek kişileri seçmede mutlaka dikkate alınması
gereken, vazgeçilmez altın bir kuraldır.
İdarecilerin ne dediği değil, ne yaptığı önemlidir. Ziya
Paşa, “Ayinesi iştir kişinin lâfa
bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” diyerek bu hakikati ne veciz
ifade etmiştir.
İnsanlar vardır makamları
şereflendirirler, insanlar vardır makamlarla şereflendiklerini zannederler. Ne
mutlu makamlarını şereflendiren, Hakk’ı ve hakikati kendine rehber edenlere!
Onlar, Peygamberi kendilerine model olarak seçmişlerdir. O adil idareciler,
ortalığın yanıp kavrulduğu mahşer meydanında Resulullah’ın kutlu sancağı
altında gölgeleneceklerdir.