M. NİHAT MALKOÇ
Çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı
topraklarına kattığı, bugün beş milyon nüfuslu olan Bosna-Hersek, birçok kadim
medeniyetin geçiş noktasında bulunmaktadır. Başkenti Saraybosna olan ülkede
Müslüman Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar yaşamaktadır. Farklı etnik grupların, farklı
inanç ve kültürlerden beslenen insanların yaşadığı bir ülke olduğu için hem
kültürel hem de demografik açıdan rengârenktir. Öyle ki ülkenin başkenti
Saraybosna’da Osmanlı camisini, Yahudi sinagogunu, Katolik ve Ortodoks
kilisesini aynı cadde ve sokakta bulabilirsiniz. Bu yönüyle Avrupa’nın Kudüs’ü
olarak nitelendiriliyor.
Geçmişten günümüze kadar Bosna-Hersek’te Bizans, Batı
Avrupa ve Osmanlı medeniyetleri etkili olmuştur. Fakat bu güzel coğrafya en çok
Osmanlı’nın elinde kalmış, Osmanlı’nın ileri karakolu vazifesini görmüştür. Bosna,
Osmanlı zamanında dört asır boyunca huzur ve sükûn içerisinde yaşamıştır. Fakat
Osmanlı, 1878’de bu toprakları Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna terk etmek
zorunda kalmıştır. Bu hazin durum Boşnakları derinden üzmüştür. Bundan sonra
Bosna aradığı huzuru hiçbir zaman bulamamıştır.
1991’de bağımsızlığını ilân eden Bosna-Hersek, tarih
boyunca hep arada kalmıştır. Kuzeyle güneyin, batıyla doğunun, Katoliklikle
Ortodoksluğun, Sırplarla Hırvatların arasında… Fakat ağır bedeller ödeyeceğini
bile bile, tarafını doğru seçmiş, arafta kalmamıştır. Hep iki seçeneğe zorlanan
Bosna halkı, üçüncü seçeneği zorlayarak doğruyu bulmuştur.
Bosna’da
Osmanlı ruhu
Kendileriyle kan bağımız olmamasına rağmen Türklerle
tarihî, kültürel ve sosyolojik bağları en güçlü halklardan biridir Boşnaklar.
Öyle ki Boşnaklar bugün de kendilerini “Osmanlı torunu” olarak görüyorlar. Dört
yüz yılı aşkın bir zaman boyunca bir arada yaşama tecrübemiz olmuş onlarla.
Kendilerine huzur ve sükûn bahşeden Osmanlı’yı özlüyorlar.
1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen
Bosna, İslâm’ı çabuk benimsemiştir. Bir cihan devleti olan Osmanlı, Avrupa
kıtasındaki bu güzel topraklara birbirinden güzel camiler, medreseler,
külliyeler, hanlar, hamamlar ve kışlalar inşa etmiştir.
Boşnaklarla çabuk bütünleşmişiz. Boşnakların, altı
asır boyunca dünyaya adalet mührünü vurmuş olan Osmanlı-Türk medeniyetine
katkıları büyüktür. Bosna’da, başta Sokullu Mehmet Paşa olmak üzere Osmanlı
yönetiminde söz sahibi olmuş yüzlerce idareci yetişmiştir. Bunlar Osmanlı’yı
vatanı bilmiş ve yükselmesi için gecesini gündüzüne katmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu zayıflayınca Balkanlara ve bu
coğrafyanın yıldızı olan Bosna’ya veda etmek zorunda kalmıştır. Buram buram
İslâm ve Osmanlı kokan bu güzel topraklar 1878 senesinde, hiç savaş yapılmadan
Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna devredilmiştir. Bu durum, Osmanlı
zamanında huzur bulan Boşnakları derinden üzmüştür.
Osmanlı sadece bir devlet değil, Balkanlara ve bütün
dünyaya huzur ve barış getirmiş bir medeniyetti. Osmanlı medeniyetinin ayrılmaz
bir parçası olan Boşnaklar, Osmanlı’nın elinden çıktıktan sonra aradığı huzuru
hiçbir zaman bulamamıştır. Bir zamanlar huzur soluyan bu topraklar Birinci ve
İkinci Dünya Savaşlarında iç karışıklıklara sahne olmuştur. Osmanlı’nın birinci
sınıf vatandaşı olan Boşnaklar, Osmanlı aradan çıkınca, sırf Müslüman oldukları
için, ikinci sınıf insan gibi görülmüşlerdir. Medeniyetin beşiği olduğunu iddia
eden Avrupa’nın siyahîleri muamelesine maruz kalmışlardır. Her fırsatta zulme
tabi tutulmuşlardır.
Avrupa’nın
ortasında Müslüman bir başkent: Saraybosna(Sarajevo)
Saraybosna, Avrupa’nın göbeğinde tam bir Osmanlı şehri…
Osmanlı’nın Avrupa topraklarında kurduğu en büyük şehir… Nereye baksanız
ecdadın izlerini görebiliyorsunuz. Altı yüz bin nüfusa sahip şehrin hâkim
siluetini minareler oluşturuyor. Ezanlar başkentin birçok camisinde
minarelerden çıplak sesle okunuyor. Manevî atmosfer fevkalâde…
Hiç kimsenin kazanmadığı bir savaştan sonra Saraybosna’da iki
ayrı medeniyetin eserleri varlık mücadelesi vermektedir. Miljacka Nehri‘nin bir tarafı
Avusturya-Macaristan döneminin Avrupa tarzı binalarıyla, diğer tarafı ise
Osmanlı dönemi mimarisinin
özelliklerini yansıtan camileriyle, minareleriyle, külliyeleriyle,
kervansaraylarıyla, çeşmeleriyle, köprüleriyle, bedestenleriyle, han ve
hamamlarıyla arz-ı endam ediyor.
Saraybosna, şairin deyimiyle “Hayatta kalmak için
ölenlerin şehri.” Bir zamanlar kuşatma nedeniyle adeta bir açık hava
hapishanesine dönüştürülen bu topraklar ne acılara şahittir. Aradan geçen zaman,
savaşın fizikî mekândaki izlerini silse de yüreklerdeki acılar hâlâ taptaze.
Şehitlikler yaşanan acılara ve ölümlere tanıklık ediyor. Binalardaki kurşun
deliklerini kapatsanız da şehitliklerdeki mezar taşlarının haykırışını
susturamıyorsunuz. Pazaryeri katliamı hafızalardan silinmiş değil. Saraybosna
Tüneli o günlerin canlı tanığı…
Saraybosna 1992’den sonra dört yıl Sırp kuşatması
altında kaldı. On binlerce masum insan öldü. On binlercesi de yaralandı.
İşkenceler, tecavüzler, insanlık dışı muameleler…
Güzel şeyler de var Bosna’da. Dünyaca ünlü Boşnak
böreği Saraybosna’nın sofralardaki yüz akı… Mangal kömüründe pişen Boşnak
böreği iştahları kabartıyor. Peynirlisi, patateslisi ve ıspanaklısı yapılsa da
kıymalı olanı daha makbul… Üzerine kaymak, yanına yoğurt konularak servis
yapılıyor. Böreği çok seven ve çok güzel yapan Boşnaklar, böreğe “burek”
diyorlar. Böreği sadece kahvaltıda değil, günün her saatinde yiyorlar.
Saraybosna’ya gidip de Boşnak böreği yemeden dönen, kendini Bosna’ya gitmiş
saymasın.
Osmanlı’yı
yaşayan ve yaşatan mekân: Başçarşı
‘Bosna-Hersek’in kalbi tarihî Başçarşı’da atar’ dersek
yeridir. Saraybosna’daki bu kadim çarşı, Balkanlara İslâm mührünü vuran Osmanlı’nın
yadigârıdır. Başçarşı ve etrafı Osmanlı eserleriyle çevrilidir. Burası tek
katlı mütevazı dükkânlarıyla, tarihî çeşmesiyle, saat kulesiyle, camisiyle, bedesteniyle
ziyaretçilerine zaman tünelinde olduğunu hissettiriyor.
Günün her saatinde turistlerin eksik olmadığı Başçarşı’ya
gittiğinizde kendinizi Bursa veya Safranbolu’daki gibi hissediyorsunuz. O kadar
sıcak, o kadar samimi, o kadar bizden. Bakırcılar Çarşısı’nda bakır ve gümüş
işlemeciliğinin en güzel ürünlerini görmek mümkün.
Gazi Hüsrev Bey Camii’nin yanındaki tarihî sebil hâlâ
susayanları ferahlatıyor. Başçarşı’nın sembollerinden biri olan “Sebil” 1753
senesinde, yolcu ve ziyaretçilerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla Mehmet
Paşa tarafından taş ve ahşaptan yapılmış bir Osmanlı yadigârı. Buradan su içen
kişilerin buraya tekrar geleceğine gönülden inanılıyor.
Gazi
Hüsrev Bey Camii
Gazi Hüsrev Bey Camii, Başçarşı’nın merkezinde bulunan
beş asırlık bir Osmanlı mabedidir. “Bey Camii” olarak da bilinir. 1531 yılında
Osmanlı’nın sancakbeyi olan Gazi Hüsrev Bey tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan
bu kutlu mabet, Başçarşı’nın ruhunu yansıtır. Geniş bir avluya sahip olan
caminin tek şerefeli bir minaresi bulunuyor. Balkanların en büyük camii olan bu
güzel mabet, medrese ve kütüphanesiyle birlikte bir külliye görünümündedir.
Kurulduğu dönemde içinde elli bin kitap bulanan Gazi
Hüsrev Bey Medresesi’nde zamanında kelâm, fıkıh ve tefsir gibi dinî ilimler
öğretilmiştir. Caminin doğusunda Gazi Hüsrev Bey’in, kesme taştan yapılan
türbesi mevcuttur. Bunlarla birlikte Hünkâr Camii, Ali Paşa Camii, Ferhadiya
Camii Bosna-Hersek’teki diğer Osmanlı camileridir.
Zamanın
durduğu bir Türk köyü: Poçitel
Mostar yakınlarındaki Poçitel, eski hâlini hâlâ
muhafaza eden küçük ve şirin bir Osmanlı Köyü… Burası 1467’de Hamza Bey
tarafından fethedilmiştir. Osmanlı’nın en güneydeki garnizonu buradaydı. Hersek
bölgesindeki yamaç bir arazi üzerine kurulan bu köy; kalesiyle, camileriyle ve
kesme taştan yapılmış biblo gibi evleriyle Türkiye’nin bir parçasını andırıyor.
Bu köyde kendinizi Amasya veya Odunpazarı’nda hissediyorsunuz. Zira klasik Türk
mimarisinin en özgün ve en güzel örneklerine burada adım başı
rastlayabiliyorsunuz.
Osmanlı’dan derin izler taşıyan Poçitel Köyü, insana
huzur veren bir sükûnet diyarı. Sanki içinde hiç kimse yaşamıyor izlenimi
verircesine sakin… Tamamen tabiata uyumlu, göz ve gönül zevkimize sunulmuş
tarihî ve insanî bir mekân… Çevreye rahatsızlık vermiyor. Sanki uzayıp giden
kupkuru bir çölde karşımıza çıkan yemyeşil bir vaha… Evler, bulunduğu ortamın
bir parçası gibi, hiç sırıtmıyor. Güzelliğin sadelikle paralel olduğu gerçeği
burada ispatlanıyor sanki. Burası usta bir ressamın fırçasından çıkmış bir
tablo güzelliğindedir.
On altı metre yüksekliğindeki saat kulesinde zaman
çoktan durmuş. Akrep yelkovana akıtmış baldıran zehrini. Üç asır boyunca zamanı
soluklayan bu kule, şimdilerde zamandan bîhaber, sanki taş kesilmiş. Mahzun
bakışlarla mâziyi adeta yudum yudum içmektedir. Çağlar aşıp bugünlere gelen yorgun
eşya, sükûnetin şalını atmış üzerine; lâl kesilmişçesine...
Hâkim bir noktada nehri temaşa eden tek kubbeli ve tek
minareli Ali Ağa Camii müminlerini beklemektedir günün beş kutlu vaktinde; pak
alınlarını öpme iştiyakıyla. Fakat o da kurtulamamış zalimlerin bombalarından. Caminin
kubbesi hedef alınmış. Şimdilerde bir harabeyi andırmaktadır. Kutlu mabetle
müminleri arasına tel örgüler örülmüş sanki. Şimdilerde o eski ihtişamına
kavuşacağı ve müminleriyle kucaklaşacağı günleri özlüyor.
Srebrenitsa
8372 Kabristanlığı
Takvimler 1992’yi gösterdiğinde Balkan milletlerinin
birçoğunu tek çatı altında tutan Yugoslavya parçalanır. Milletler kendi
kaderini belirleme telaşı içerisine düşer. Bu bağlamda Bosna, büyük Sırbistan
hayali kuran, gözü dönmüş Sırpların hedefi olur. Sırplar Bosna’ya savaş açar. Boşnaklar
adeta bir soykırıma tabi tutulur. Dört yıl boyunca binlerce Müslüman Boşnak
hayatını kaybeder. Adî işkence ve tecavüzler birbirini takip eder. Taş taş
üstünde bırakmazlar. Kültürel miras yok edilir. Bosna’yı harabe haline getiren
kanlı savaş, Dayton Antlaşması’yla sona erse de geride kan ve gözyaşıyla
sulanmış, yanmış yıkılmış mahzun bir coğrafya bırakılır. Bu antlaşma
neticesinde Bosna-Hersek Federasyonu kurulur.
Bosna Savaşı sırasında Sırplar Avrupa’nın
ortasında vahşilikte sınır tanımaz. Zalim Sırplar 1995’te BM tarafından
“Güvenli Bölge” olarak ilân edilen Srebrenitsa’da kelimenin tam anlamıyla
Boşnakları soykırıma tabi tutarlar. Güvenliği sağlamak gerekçesiyle
Müslümanların elindeki silahları toplayan BM barış gücü komutanı, şehri
Sırplara teslim eder.
Gözü dönmüş Sırp
General Ratko Mladiç denen zalim, ağır silahlarla bir hafta boyunca, silahsızlandırılmış
Srebrenitsa’ya adeta ölüm yağdırır. Kadın ve çocuk ayrımı yapılmadan en az 8372
masum insan katledilir. Öldürülen bu 8372 kişinin cesetleri parçalanıp
iskeletleri çıkartılır ve bu cesetler krematoryumda yakıldıktan sonra Lahey
Mezarlığı'na gömülür. Srebrenitsa katliamı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Avrupa’da gerçekleştirilmiş en büyük toplu insan kıyımıdır. Bu durum hukukî
olarak da belgelenmiştir.
Lahey Adalet Divanı, Srebrenitsa Katliamını
soykırım olarak kabul etmiştir. Lâkin hukuk adına ne acıdır ki bunun sorumlusu
olarak Sırbistan’ı görmezler, bu işten Sırpları sorumlu tutmazlar. Böylece
zalim Sırpların yaptığı soykırım bu dünyada yanlarına kâr kalır.
Acının merkezi Srebrenitsa’da (me)denî Avrupa’nın
gözleri önünde sistematik bir soykırım gerçekleştirilmiştir. Asrın en büyük
zulmü olan bu soykırım sırasında ölenler için “Srebrenitsa 8372 Kabristanlığı”
düzenlenmiştir. Parçalanmış kadın ve çocuk cesetleri kepçelerle toplu mezarlara
taşınmıştır. Toplu mezarlara sadece masum Boşnaklar değil, insanlık da
gömülmüştür. Bu kabristanı ziyaret edenler, bu soykırımın korkunç yüzüyle karşı
karşıya kalarak adeta ürperirler. Srebrenitsa 8372 Kabristanlığı, sadece küstah
Sırbistan’ın değil, samimiyetsiz bütün Avrupa’nın yüzkarasıdır. İkiyüzlülüğün
mermere kazınmış halidir.
Dünü
bugüne bağlayan Mostar Köprüsü
Hersek bölgesindeki Mostar şehri, adını tarihî
köprüden alır. Tarihî Mostar Köprüsü 1566’da Mimar Sinan’ın talebesi olan Mimar
Hayreddin tarafından Neretva Nehri üzerine inşa edilmiştir. Nehirden 24 metre
yükseklikte, otuz metre uzunluğunda ve dört metre genişliğindeki bu kadim köprü,
Mostar kentinin ruhu olarak hafızalara kazınmıştır. Fakat bu tarihî köprü yapımından
429 yıl sonra Bosna Savaşı sırasında Sırp ve Hırvat topçuları tarafından
bombalanarak yıkılmıştır. Aslında o gün, medeniyetimizin sembollerinden biri olan
Mostar Köprüsü değil, tarih ve insanlık
bombalandı. Barış köprüsü olmasını arzuladığımız bu tarihî köprü 2004 yılında
Türkiye’nin katkılarıyla aslına uygun olarak tekrar yapılmıştır.
Birinci
Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen köprü: Latin Köprüsü
Miljacka Nehri üzerinde Birinci Dünya Savaşı’nın
fitilini ateşleyen köprü olarak bilinen ve “Latin Köprüsü” olarak adlandırılan
meşhur bir taş köprü vardır. Aslında bu köprünün bir adı daha var: Gavrelok
Köprüsü. Malum olduğu üzere Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olan
hadise, bu köprü üzerinde gerçekleşmiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
veliahdı Franz Ferdinand 1914’te tam da bu köprü üzerinden geçerken Gavrilo Princip adlı bir Sırp
milliyetçisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Bu hadiseden sonra Avusturya-Macaristan
imparatorluğu Sırplara savaş açtı. Bu savaş kısa zamanda yayılarak Birinci
Dünya Savaşına dönüştü. Köprünün yanında bu suikastın belgelendiği bir müze
vardır.
Bir
özgürlük savaşçısı: Bilge Kral Aliya
Bosna-Hersek deyince Aliya
İzzetbegoviç gelir akıllara. “Doğu ve Batı Arasındaki İslâm” isimli değerli kitabın
da yazarı olan bilge insan Aliya, 1990
senesinde halkın oylarıyla Bosna-Hersek’in devlet başkanlığına getirilmiştir. Yugoslavya
ordusunda savaşmayı reddeden Aliya, kendini milletinin kurtuluşuna adamış, bu
yolda çektiği çileleri önemsememiştir.
O, hayatında İslâm’ın izini kendisine iz edinmiş güzel
yürekli bir insan... Bence o, Batı’nın İkbal’idir. Bosna-Hersek onun adıyla
özdeşleşti. Özgür Bosna ona çok şey borçludur.
Tanrısız bir dünya anlayışını kabullenemeyen Aliya,
komünizme ve faşizme daima nefret duymuş, 17 yaşındayken İslâm’da karar
kılmıştır. Ondan sonra İslâm’ın en büyük savunucusu olmuştur. Bu inancını,
yaşadığı topluma da yayma gayreti içerisinde bulunmuştur.
2003 senesinde 78 yaşındayken, çok sevdiği Rabbine
iltica eden Aliya İzzetbegoviç, makam ve mevkiye kıymet vermemiş, en büyük
makam olarak Allah’a kulluğu görmüştür.
Bugün Kovaçi Şehitliğinde ebediyet uykusunu uyumakta
olan Aliya, “Mezar taşıma Cumhurbaşkanı’ yazmayın” diyerek bir Müslümanda bulunması
gereken tevazunun en güzel örneğini ortaya koymuştur. Bilge Kral, ölmeden evvel
yazdığı vasiyetinde kendisine anıtmezar yapılmasına da müsaade etmemiştir.
“Beni şehitlerin yanına gömün” demiştir.
Bilge Kral’ın mezarı hilal şeklindeki bir havuzdan ve
üstü açık sekiz köşeli yıldız şeklinde bir kubbeden oluşuyor. Mezara yukarıdan
baktığınızda bunu rahatlıkla fark edilebiliyorsunuz. Öte yandan Aliya, bugün
kendi adını taşıyan müzede yaşatılıyor.
Aliya, lideri olduğu Bosna halkının ölümüne engel
olamasa da, halkını kimseye boyun eğdirmemiştir. Daima dik, diri ve iri
durmuştur. Sadece secdede Rabbine eğilmiştir.
Bosna, tıpkı Filistin gibi Osmanlı’nın ve ümmetin
yetimidir. Osmanlı’dan sonra yalnızlığa terk edilmiştir. Büyük tahribatlara
rağmen Bosna’da atalarımızın kadim izlerini bugün de takip edebiliyoruz. Onca
maddî ve manevî tahribata rağmen Müslüman Bosnalılar inançlarına gönülden
bağlılar. Bu bizi son derece mutlu ediyor. Bu mazlum millet dünün acılarını hiç
unutmuyor. Geleneklerine dört elle sarılıyor; birlik ve beraberliklerini
sürdürüyorlar. Türkiye olarak Osmanlı’nın emaneti olan bu insanların hep
yanında olacağız.