M.
NİHAT MALKOÇ
Şairler öldükçe
hayat lambasının ışığı azalır.
Hiç ölmeyecekmiş gibi hırs içinde yaşıyoruz dostlar!...
Oysa yarın ölecekmiş gibi yaşamalı insan… Öylece hazır olmalı kendini almaya
gelecek olan ölüm atına… Fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dört elle sarılıyoruz
hayata... Bu can arabasının benzininin bir dağ başında bitebileceğini
aklımızdan geçirmiyoruz nedense. Onu sonsuz bir deniz zannediyoruz.
Hayat çeşmesinin suyu tükendiği zaman ölümle yüzleşir cümle
canlılar… Bazen ölüm o kadar ani gelir ki onunla yüzleşmeye bile fırsat
bulamazsınız. Bir anda oldubittiye gelir her şey… Bir asi rüzgâr kırar kolunuzu
kanadınızı… Huysuz ecel atı kişner kapımızda. Geleceğe dair her ne varsa yarım kalır.
Hayatın bu son demlerinde bugüne dek yaşadıklarınız bir film şeridi gibi geçer
gözlerinizin önünden. Yaşamınız boyunca
ıskaladıklarınıza pişmanlık duyarsınız. Ertelediklerinizi kısa bir zamana
sığdırmak da mümkün değildir artık…
Beni en
çok üzen şey şairlerin ölümüdür. Onlar öldükçe hayat lambasının ışığı azalır
sanki. Şairin ölümü, şiirin ve şehrin ölümü gibidir. Gerçi şair ölmekle bu
dünyadan koparmaz bağını. O, yaşarken yazdıklarıyla sonsuza dek yaşar dünyada…
Dizeleri bir gül misali açar dudaklarda. Bir sevdalının yavuklusuna söylediği
en güzel söz olur kimi zaman…
Şair
Osman Olcay Yazıcı dizelerin efendisiydi.
Dizelerin efendisi, şair Osman Olcay Yazıcı’nın ölümü de
bir oldubittiye geldi aslında. Ne olduğunu anlayamadan göçüp gitti bu fani dünyadan.
Çok sevdiği memleketinden dönüşte yolda yakaladı onu ölüm meleği. Yolunun
tükendiği demlerde bir uzun yolculuğa çıktı meleklerin kanatlarında. Dostlarıyla
helalleşemeden, onlara bir ‘elveda’ deme imkânı bulamadan ayrıldı bu dünya
gurbetinden. Sıla dönüşü, kanepeye şöyle bir uzanıp yol yorgunluğunu atamadan,
dönüşü olmayan bir sırlı yola revan oldu. Kalbinin son atışıydı o…
Osman
Olcay Yazıcı… O hem gazeteci, hem şair, hem de yazar… Trabzon’un Sürmene
ilçesinde dünyaya gelmiş bir gönül eri, bir kalem erbabı… Bir aşk ve muhabbet
insanı… Hüzün boyasıyla şiirlerine renk veren usta bir söz boyacısı… Yüreğinde
gizli volkanlar taşıyan bir sükûnet abidesi… Madur Dağı kadar yüksek asaletli
bir kişilik…
Osman Olcay Yazıcı… O, “Çatallı yol ağzında şaşırıp kalmış
bir derviş”… Çileyi bal eyleyip bütün hücrelerinde yaşayan ve yaşatan bir
mustarip… Ömrünün baharını yaşayamadan yaprakları dökülmüş bir ulu çınar…
Hayatı kalemle, mürekkeple, kâğıtla
dostluk içerisinde geçmiş, soyadıyla müsemma, hünerli bir söz üstadı…
Karanlıklar içerisinde kendine bir ışık bulup onun izinden giden bir Hakk ve
hakikat sevdalısı… Dünden bugüne, bugünden yarına uzanan bir şefkat ve sevgi
köprüsü… Kadim kelimelerin kadım dostu…
Duygu derinliği olan bir şairdi Osman Olcay Yazıcı… Dizeleri
yapmacık ve zorlama değildi. Kelimeleri
bir kuyumcu titizliğiyle seçerdi. Sözler yerine otururdu onun dizelerinde. Yazdıkları, içinde mayalanan tefekkürün dışa
vurumuydu bir anlamda. Kelimeler kanatlanırdı onun birbirinden seçkin
dizelerinde. Zengin söz dağarcığı,
şiirlerinin içeriğine yansırdı. Şiir; içinde mayalanırdı uzun süre, ondan sonra
dizelere dökülürdü. Bilge bir şairdi vesselam…
Osman Olcay Yazıcı; Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar
Müslümandı.
Bir alperendi Osman Olcay Yazıcı… Tabir caizse Tanrı Dağı
kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümandı. Burçlarda dalgalanan bir bayrak kadar
dik ve asildi. İçinde fırtınalar kopar, şimşekler çakardı. Yürek denizleri
Karadeniz kadar dalgalı ve hırçındı. Ne zaman eseceği, ne zaman gürleyeceği, ne
zaman yağacağı hiç belli olmazdı. Aslında derviş meşrepli bir insandı O… Milli
ve manevî meseleler söz konusu olunca gözleri parlar, bu hususlarda ileri geri
konuşanların kırık dökük sözleri karşısında ateş topuna dönerdi. Sözü özü
birdi. Yerinde ve zamanında konuşur, milli ve manevî değerlerine sımsıkı
sarılırdı. Necip Fazıl’ın şiirlerinin atmosferinden izler taşıyan aşağıdaki
dizeler onun ruh halinin söze yansımasıydı:
“Çatallı
yol ağzında şaşırıp kaldım derviş
Söyle hangi patika gül dağına gidermiş?
Uçurum kenarında düşle-ölüm gerçeği,
Ne zaman yeşerecek bu sahranın çiçeği?”
Şair Osman Olcay Yazıcı, gerçek bir aşk ve muhabbet
adamıydı. O da üstat Necip Fazıl gibi mutlak hakikati arayan bir dervişti. Bu
yolda karşılaştığı çileler onun metanetini artırıyordu. O da birçok şair gibi hüzün çeşmesinden
besleniyordu. İçindeki hüznü, şiirlerinde gergef gergef işliyordu. O, bir
dizesinde “Şiire sığınalım, şiire ve Allah’a” derken dayanak noktasının
adresini gösteriyordu. Zira şair duygulandığı zaman dizelere akıtır gözyaşlarını.
Onun en güçlü dostu da şüphesiz ki Yaradan’ıdır. O sığınak güçlü bir kaledir
şair için…
Sürmeneli olan şair Osman Olcay Yazıcı’nın dizeleri bazen
bir Sürmene bıçağı kadar keskindir. Aslında O, Mevlana gibi hoşgörülü, Yunus
gibi sevgi doludur. Fakat birileri onun bamteline bastığında bir anda
Köroğlu’ya dönüşerek adeta meydan okurdu muhataplarına...
Merhum Olcay Yazıcı birçok şair gibi iç dünyasında
yapayalnızdı.
Merhum Olcay Yazıcı, çok geniş bir dost halesine sahip olsa
da aslında iç dünyasında yapayalnızdı. Zaten büyük şairlerin çoğu yalnızlıkla
hemhal olur. Onlar bu durumdan hiç de şikâyetçi değillerdir. Zira şair
yalnızlıktan ve hüzünden besler ilham dağarcığını. Şairin o kaynağını kurutmak,
şiirin damarlarını kesmek olur. Şair acı çektikçe, yalnız kaldıkça ve
hüzünlendikçe daha derin şiirler üretir söz atölyesinde. Şair o çeşmeden
doldurur tasını. Fuzuli’nin acıdan zevk alması ve acılarının azaltılmasını istememesi
de bunun tezahürüdür. Yazıcı’nın “Yeryüzü dev bir kabir/Uçurumlar kör- sağır/Ulu
kayalar gibi/Hüznüm dağlardan ağır” dizeleri onun dünya algısını ve içinde
biriktirdiği sapsarı hüznü bizlere yansıtıyor.
Şiirimizin son dönemdeki güçlü seslerinden biri olan Osman
Olcay Yazıcı her şeyiyle bizden biriydi. İnançlarına sımsıkı bağlıydı,
inandıklarını yaşayan bir iman abidesiydi. İslama asırlarca hizmet eden Türk
milletine derin bir muhabbeti vardı. O,
bazı şairler gibi piposunu ağzına takıp fildişi kulelerden bakmıyordu
hayata. Olcay Ağabey, rengini rengimizden, sesini sesimizden almıştı. Hüznü
hüznümüz, acısı acımız, çilesi çilemiz, sancısı sancımızdı.
Şairin afeti tekrara düşmektir. Genelde çok ve savruk
yazanlar tekrara düşse de bu durum biraz da şairin kendini yenileyememesinin
bir sonucudur. Olcay Yazıcı’nın şiirlerinde bu kötü şair zafiyetini görmüyoruz.
Onun her dizesi bize yeni dünyaların, yeni imgelerin, yeni söz denizlerinin
kapısını aralıyor. O, Türk şiirinin geleneksel ve modern ayrımı yapmadan bütün
formlarını başarıyla kullanıyor. Kafiyeyi, redifi dozunda ve yerli yerinde
kullanıyor.
Şair Olcay Yazıcı’nın çok zengin bir imge dağarcığı vardı.
Şair Olcay Yazıcı’nın çok zengin bir imge dünyası vardı.
İmgeleri ne alıntı, ne de çalıntıydı. Hepsi de anasının sütü gibi ak ve
helaldi. “körpe bakış, şehrin kör camları, karanfili kefenleyen kara-kış, kar
altında çiçek açmış bir tabut, gül kanaması, masal ikindisi, efkâr tütünü,
buzdağında cemre, sevdanın tetiği, hüzün estetiği, mânâ fotoğrafı, gül rüzgârı,
gül sancısı, korkunun pusatları, ufkun şahdamarı, Mefisto serencâmı, göğün
uçurumu, kuşatılmış yankı, acıları karmak, gül düğümü, aşkların taşrası, şafağa
düşen tetik” bunlardan bazılarıdır.
Onun şiir, hikâye, deneme, makale türünde kaleme aldığı
yüzlerce eserini “Hisar, Töre,
Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Öncüler, Meşale, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Tepe Edebiyat,
Millî Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Çağrışım, Kültür Dünyası, Tarih ve
Düşünce, Bizim Külliye, Çerçeve, Ufuk Ötesi, Biyografi Analiz, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, Yüzakı, Berceste, Somuncu Baba, Umran, Genç Kardelen, Mavi
Yeşil” gibi edebî dergilerin sayfalarında okuduk ve sevdik. Bir ara köklü
dergilerimizden Türk Edebiyatı Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı. Bunun
yanında Türkiye gazetesinin Kültür-Sanat Sayfasını yönetti.
O, verimli bir şair ve yazardı. “Erguvan Uğultusu”, “Eylülün Kırdığı Gül”
adlı kitaplarda şiirlerini , “Çocuklar Vatanında Büyüsün”, “Papatyalar
Üşümesin”, “Yaralı Küheylan” adlı kitaplarda hikâyelerini, “Tartışmayı
Tartışmak”, “Kitapsız Toplum” adlı kitaplarda denemelerini, “Hüzün Yazıları”,
“Nemrut Ateşi” adlı kitaplarda düşüncelerini, “Büyük Gün/Bir Kıyâmet Alâmeti
Olarak Hazreti İsâ’nın Dönüşü”, “Eğitim ve Kültür Trajedimiz/Kendimiz Olmaktan
Nasıl Çıktık” adlı kitaplarda araştırma yazılarını, “Irmaklar Sonsuza Akar” adlı
kitabında da kültür sohbetlerini bir araya getirerek okurlarına sunmuştur.
Ölüm, şairlerin şiirlerinde kullandığı ölmez bir kavramdır. Merhum
Olcay Yazıcı da şiirlerinde ölüm temine sıkça yer vermiştir. Fakat O, ölümü bir yok oluş olarak değil,
dostu dosta ulaştıran bir köprü olarak görmüştür. Çünkü O, ölümü “şeb-i arus”
olarak gören Mevlana’nın aşığıydı. Susadıkça Mevlana’nın hoşgörü çeşmesinden
kana kana içiyordu.
Şair Olcay Yazıcı, 1953 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde
doğmuştu.
Değerli dost, güçlü şair Osman Olcay Yazıcı, 1953 yılında Trabzon’un
Sürmene ilçesinde doğmuştu. Fakat İlkokulu memleketinde okuduktan sonra,
ölümüne kadar devam edecek olan İstanbul serüveni başlamıştı. Liseyi Zonguldak’ta
okuduktan sonra İstanbul’a yerleşmişti. O, tıpkı Yahya Kemal gibi İstanbul’u
çok sevmiş, onun kollarında büyümüştü. O’nun İstanbul sevgisi kelimelerle
anlatılamayacak kadar büyüktü. O’nun, memleketinden dönüşte İstanbul girişinde
bir kalp krizi sonucu ölümü, sanki Allah’ın ona lütfüdür. Yüce Allah O’na son
nefesini vermeden, çok sevdiği İstanbul’u dünya gözüyle bir kez daha görme
imkânı vermiştir. Onun şu dizeleri İstanbul’a olan sevgisini ve hayranlığını
dile getirmektedir:
“İstanbul şiiristan, bedestân
pazarıdır
İstanbul, mâverâya dervîşân nazarıdır
İstanbul taç-neşide, ona remz olan lâle
Dökülür gökyüzünden bediî bir şelâle
Aşkbaz suzidîlâra, raks eder leyl ü nehar
İstanbul âteşefruz, erguvanî nevbahar
O bir teşbîh-i belîğ, hüsne ad olan gazel
İstanbul güzelliğin hayran kaldığı güzel
Efsaneler sultanı dalmış ulvî-uykuya
İstanbul, lâmekânda ruhun gördüğü rüya”
Ölüm yok oluş olmadığına göre korkulacak bir şey de yoktur. Allah’ı
dünya gözüyle göremeyeceğimize göre ölüm, Allah’ın cemalini görebilmek için de bir
fırsattır. Şu dizeler Yazıcı’nın ölüm karşısındaki tavrını ve teslimiyetini
göstermektedir: “Derviş hâli: âli-edâ/Münâdiden
hüsn-i nidâ/Artık mâsivaya vedâ:/Geliyorum sana
doğru/Sana doğru
geliyorum”… Zaten ölmemeye, gelmemeye de çare yoktur. Halk tabiriyle “Korkunun
ecele faydası yoktur”. Öyleyse teslim olmak ve Hakk’ın rahmetini ummak en
akılcı yoldur. Öte yandan Olcay Yazıcı’nın şu dizeleri ölüm hakikatini kısa ve
öz bir biçimde dile getiriyor: “Raks
eder döner kandil/Âşk ile yanar kandil/Eser bir gül
rüzgârı/Titreşir, söner kan/dil.”
Bir zamanlar onun da
katıldığı şiir yarışmasında ben de jüri
üyesiydim.
Sürmene’nin
onurlu ve yürekli evladı şair Osman Olcay
Yazıcı hakkında ne söylesek O’nu tarif etmekte eksik kalacaktır. O kendi
halinde, sessiz yaşadı; eğmedi, Rabbinden başkasına eğilmedi; kula kulluk
etmedi. O’nun; milletine sevdalı bir insan olduğunu, ümmetin acılarını yürekten
hissettiğini biliyoruz. 57 yıllık ömrünü şanına leke getirmeden tamamladı. O’nunla
birçok dergide beraber yazdık, aynı sayfaları paylaştık. Somuncu Baba,
Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yeşilay ve Berceste bu dergilerden sadece
birkaçıdır. Onun şiir yarışmalarına katıldığına ilk kez Sivas Postası Şiir
Yarışması’nda şahit oldum. Bu yarışmada ben de jüri üyesiydim. Yarışmaya
gönderdiği şiirin adı “Üşüyen Güneş” idi. Çok güzel bir hece şiiriydi; beyit
nazım birimiyle yazılmıştı. Bu şiir benden tam puan almasına rağmen yarışma
neticesinde dereceye girememişti. Bu duruma doğrusu üzülmüştüm. Bu şiirde
Muhsin Yazıcıoğlu’nun elim ve şüpheli bir kaza sonucu ölümü, isim geçmeden
anlatılıyordu:
Ölüm, ölümsüz gerçek...
Ölüm, ölümsüz gerçek… Kefen, vakti gelince kuşanacağımız
mübarek gömlek… Ölüm yolculuğu kutlu bir yolculuk… Bu kervan dünya durdukça
durmayacaktır. Cahit Sıtkı’nın “Sanatkârın Ölümü” şiiri, şairin ölüm hüznünü ve
ölüm karşısındaki tavrını dile getiriyor: “Gitti gelmez bahar yeli;/Şarkılar
yarıda kaldı./Bütün bahçeler kilitli;/Anahtar Tanrı’da kaldı.//Geldi çattı en
son ölmek./Ne bir yemiş, ne bir çiçek;/Yanıyor
güneşte petek;/ Bütün bal arıda kaldı.” Evet, şarkılar yarıda kaldı… Fakat bu
şarkı burada bitmez. Bizler ahret gününe ve mahşere inanan insanlar olarak bu
hayat şarkısını ötelerde mırıldanmak için öldüğümüze inanıyoruz. Sevgili
hemşehrim şair Osman Olcay Yazıcı’ya Allah’tan rahmet diliyorum. Şairler ölmez,
şiirleriyle sonsuza dek yaşarlar. Olcay Yazıcı da hep yaşayacaktır. Sözlerimi İsmail
Yakıt’ın, O’na düşürdüğü bir tarih beytiyle noktalamak istiyorum:
“Şair yazar
bir dostumuz sekte-i kalple/ Göç etmiş bu dâr-ı rihletten bekaya/
İşitince Yakup duada dedi tarih:/ El-Muid,
rahmetler kılsın Osman Olcay'a.”