Akıl Her Şeyi İdrak Edebilir  Mi ?

AKIL HER ŞEYİ İDRAK EDEBİLİR  Mİ ?

(İlyas KAPLAN,İlahiyatçı,Araştırmacı,Yazar)

Öncelikle, şurası iyi anlaşılmalıdır ki, bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır, mahiyetini bilmek ayrıdır. Kâinatta bir çok şey vardır ki; akıl onların varlıklarını apaçık bildiği hâlde mahiyetlerini kavrayamamaktadır.

Eser ustasını idrak edip anlayamayacağı gibi, akıl da kendisini yaratanın mahiyetini anlamaktan acizdir. Çünkü akıl, yaratılmış bir sanat eseridir ve sınırlıdır.

Görmenin, işitmenin kısaca beş duyunun sınırlı bir algılama sahası olduğu gibi, aklında belirli bir anlama sahası, sınırlı bir algılama gücü vardır. Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyetini anlamak, idrak etmek, aklın idrak ve intikal sahasının dışındadır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki; insan, değil Allah’ın zatını, kendi ruhunun, hayalinin, vicdanının mahiyetini dahi kavrayamaz. Çünkü saydığımız bu özellikler cismanî olmadığından dolayı, akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.

Mesela, hayal için; uzunluk-kısalık, büyüklük-küçüklük, söz konusu olmadığından, akıl onlara bir şekil veremez ve bir sınır çizemez. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti bilinmeyen bu duyguyu inkâr da edemez.

Allah’ın bütün sıfatları, sonsuzdur, sınırsızdır ezelî ve ebedîdir. Akıl, ise sınırlıdır ve sonradan yaratılmıştır. Sınırlı olan sınırsız olanı, başlangıcı ve sonu olan, ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz.

İşte gerçek anlamda idrak ve doğru algılama, insanın Allah’ın mahiyetini algılamaktan aciz olduğunu anlaması, idrak etmesidir.

İnsan aklı, bilinmeyene bilinenden, soyuta somuttan, zora kolaydan, genele özelden gitme eğilimindedir. 

Yüce Allah’ın, eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur ki; insan, kıyas ve temsil yoluyla; deney ve tecrübe vasıtasıyla, düşünce ve hayal aracılığıyla onun kutsi hakikatini anlamaya yol bulabilsin.

Aklın, Allah’ın mahiyetini idraki, mantıksal olarak da çelişkiyi gerektirir. Çünkü o hâlde sınırlı, sınırsızı; sonradan olanın başlangıcı olmayanı kapsaması gerekir. Bu ise imkânsızdır. 

Akıl, Allah’ı varlığı zorunlu, kudreti sınırsız, iradesi sonsuz, ilmi her şeyi kuşatan olarak bilmekle sorumludur. Zaten yaratılış amacı da budur.

Şu hâlde Allah’ın kutsal mahiyeti, ne idrak edilebilir ne hayal edilebilir ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla algılanan her şey mahluktur. Allah’ın varlığı bu dünyada, ancak aklın nuruyla görülür, kalbin sezgisiyle sezilir.

Akıl, genel olarak bütün canlılarda, özel olarak ise insandaki en yüce ve en üstün özellik, güç ve kabiliyettir.

İnsan, sahip olduğu bu kuvvet vasıtasıyla düşünür, zekasını çalıştırır, hayatını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu sanatları, gıdaları ve çeşitli aletleri elde eder. Değişik ilimlere sahip olur, elbise diker, marangozluk, dokumacılık ve inşaatçılık gibi meslekleri yapar, geometri bilgisi öğrenir ve yöneticilik yapar.

Sıcağa, soğuğa, yağmura, kara ve su taşkınlarına karşı kendisini korur, elbiselerini hazırlar, bedenindeki diğer organları yönetir, hatta sonsuz sayıdaki sanat eserleri de bu akıl yetisinin ürünü olmaktadırlar.

Bu noktadaki örnekler çoğaltılabilse de bütün bu farklı fiiller, basit ve tek bir güçten meydana gelmektedir. Canlılar içinde sadece insan böyle bir güce, yani akla sahip olmaktadır.

İnsandaki bu önemli güç çok gizlidir. Dolayısıyla insanda bulunan tabiî kuvvetler ilk bakışta kolayca anlaşılabilirlerken aklın hakikati ilk bakışta anlaşılamamaktadır. Bu sebeple İslam alimleri düşünce ve sistemlerinde akla önemli bir yer vermekte ve onu, insanın varlığını devam ettirebilmesi için zorunlu olan bir güç olarak görmektedir.

Çünkü bu kabiliyetten yoksun olan ve sadece hayvanî (canlı) kabiliyetlere sahip olan insan, varlığını devam ettirmekte zorlanır nihayet yok olup gider.

Bu özelliklere sahip olan akıl Allah’tan insana akıp gelmiş ilahi bir özdür. Dolayısıyla akıl insanda bulunan İlahi bir yetidir. Yine insan, sahip olduğu bu akıl gücü sayesinde doğru ile yanlışı birbirinden ayırma gücüne sahiptir.

Geçmişten bugüne bize doğru akıp gelen bu akıl, aynı zamanda Allah ile insan arasındaki ilişkiyi sağlayan bağ olmaktadır. Bu bağı kuvvetlendirmek isteyen kişi, kendini soyutlayarak Allah’ı düşünmeli, O’na bağlanmalı, sürekli O’na doğru ilerlemeli ve aklî düşünceyi O’na ulaşmak için kullanmalıdır.

Allah ile arasındaki bağı zayıflatıp tamamen koparan kişi, düşüncesini Allah’ın dışındaki şeylerle meşgul eder, yani her türlü nimeti  bahşeden Allah’ı zihninden atar ve sadece yemek, içmek, giyinmek ve gezmek gibi zorunlu şeylerle ilgilenir, sonunda Allah ile arasındaki bağın gevşeyip kopmasına neden olabilir.

Aklın her şeyi idrak edip edemeyeceğini konusunda İbn Meymûn,

aklın belirli bir gücünün olduğu ve varıp duracağı, daha ötesine geçemeyeceği bir sınırın bulunduğu görüşünü kabul eder.

Ona göre akıl, yapısı gereği her şeyi idrak etmeye müsait değildir. Dolayısıyla da bazı objeler aklın alanı içerisinde bulunurken, bazıları da onun gücünün ötesinde kalmaktadır. Akıl ancak, gücü dahilinde olan ve idrak edilmesi tabiatına uygun olan şeyleri idrak edebilir.

Bununla birlikte varlıkta, aklın herhangi bir şekil ve yolla idrak edemeyeceği varlıklar ve bilemeyeceği işler de vardır. Aklın tabiatında bilemediği şeyleri idrak edememe özelliği vardır. Çünkü akıl bir varlıkta, fenomenolojik bazı durumları idrak edilebilirken bilemediği bazı durumları idrak edemez.

Bu sebeple o, varlığı idrak edip edememe konusunda kategorik bir ayırma tutmaktadır: Aklın idrak edebileceği varlıklar, hiçbir şekilde idrak edemeyeceği varlıklar ve bazı durumlarını idrak edip bazı hallerde idrak edemeyeceği varlıklar.

İbni Meymûn, aklın bu fonksiyonu ile duyular ve diğer bedenî kuvvetlerin durumu arasında ilişki kurmaktadır. Örneğin, duyular belli uzaklık aralığında olan objeleri idrak ederken, çok yakın ve daha uzaklıkta olanları idrak edememektedir. Diğer bedenî kuvvetlerdeki durum da bundan farklı değildir.

Bir insanın 200 kg ağırlığındaki bir yükü taşıyacak kadar kuvvetli olması, aynı kişinin 300 kg ağırlığındaki başka bir yükü taşıyabilecek kadar kuvvetli olduğu anlamına gelmez.

Zaten insanların hissi idrak kapasiteleri ile bedenî kuvvetlerinin birbirinden farklı olduğu her kes tarafından bilinmektedir. Ona göre aynı durum, insanın aklî idraki için de geçerlidir. İnsanlar, hem kavrayış ve anlayış düzeyleri açısından birbirlerinden farklıdır, hem de her insanın aklî kavrayışının varıp duracağı bir sınır vardır.

Bir insan herhangi bir şeyin belirli bir yönünü idrak ederken, başka bir insan ondan daha fazlasını veya azını idrak edebilir. Hatta böyle bir kişi, birtakım örnek ve açıklamalarla kendisine uzun bir süre açıklansa yine de onu anlayamayabilir.

Aslında insanın zihnini idrak edemeyeceği alanlarla yorması fıtratındaki bir noksanlık veya bir tür saplantı hastalığından kaynaklanmalıdır. O zaman kudretimiz dahilinde olan bir noktada duralım ve kıyas ile idrak edilemeyen şeyleri büyük ilahi feyzi alan kimseye /peygamber) bırakalım.

Buna ilaveten İbn Meymûn, aklın ,Allah ve mufarık varlıkları da idrak edemeyeceğini belirtmektedir. Allah’ın aklın idrak alanının dışında olduğunu ifade etmek için; “varlığı zorunlu olan, nedeni olmayan, basit olan ve mükemmel zatına ilave edilecek bir anlam da bulunmayan Allah’ı aklımız nasıl idrak edebilir?” diye sormaktadır.

 

Ona göre insan, fiziksel varlıkların formuna sahip olduğu ve onları  idrak ettiği gibi, Allah ve mufarık akılların formuna sahip olamaz ve onları idrak edemez. Akıl anlayışta ne kadar yükselirse yükselsin O’nun varlığını kavrayamaz. Çünkü Allah’ın varlığı zatidir. Zat ve varlık O’nda aynı şeydir.

Zatını kavramak mümkün olmadığı için varlığı da tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla insan, Allah’ın mahiyetini değil, ancak inniyetini idrak edebilir. Bütün insanlar, Allah’ın akılla idrak edilemeyeceğini ve Allah’ın mahiyetini ancak Allah’nın kendisinin idrak edebileceğini açıklamışlardır.

Allah’ın hakikatinin akıl tarafından idrak edilemeyeceğini belirtmektedir. Böylece o, aklın sınırlı oluşu ile Allah’ın hakikatinin bilinmezliğini birleştirmiş olmaktadır.  

Bu noktada şunu ifade belirtmeliyiz ki, aklın sınırlarının olduğu fikrini, yani aklın her şeyi bilemeyeceği görüşü dinden hareketle ulaşmış bir sonuç değildir.

“Bizim, insan aklının yetersizliği ve duracağı bir sınırın olduğu ile ilgili olarak söylediklerimizin şeriata uymak için söylenmiş bir ifade değildir. Bu alimlerin, belirli bir görüş ve doktrinle ilişkileri olmaksızın söylemiş ve doğru olarak kabul etmiş oldukları bir düşüncedir.

Aynı şekilde o, delille ortaya konmuş olan ve cahil kimseler hariç hiç kimsenin şüphe etmediği doğru bir yargıdır.”

Aklın bu şekilde sınırlı veya mutlak bir idrake sahip olamamasını aklın kendisiyle değil, aklın taşıyıcısı konumunda olan insanla (madde) ilişkilendirmektedir. Çünkü madde, mufarık akılların oldukları gibi idrak edilmelerini engelleyen güçlü bir örtüdür.

Söz konusu maddilik olunca, en yüce ve en saf madde olan feleklerin maddesinden tutun, bizzat insanın kendi maddesi için de durum aynıdır. Dolayısıyla da aklımız Allah’ı ve mufarık akılları bilmek istediği zaman kendisi ile bilmek istediği şey arasına büyük bir örtü girer.

Bu durumda insanın Allah’ı ve mufarık akılları idrak edememesinin nedeni madde olmaktadır. Bunun sonucu olarak insanın aklı ile bedeni arasında sıkı bir bağ olduğu için ne Allah’ı ne de mufarık akılları kavrayabilmektedir.

Dolayısıyla da akıl, sadece, varlık mertebesi açısından mufarık akılların altında olan madde ve forma sahip varlıkları bilebilmekte ve onların bilgisini insana sağlayabilmektedir.

Evet, aklın görevi, Allah’ın kâinatta yansıyan büyüklük ve yüceliğini, kudret ve hakimiyetini ve yarattıklarında ortaya koyduğu sınırsız estetik dizaynı ve kulları için yaptığı lütuf ve yardımları gözlemlemek, derinden derine düşünmektir.

Akıl ile İslam arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet, aklın tek başına idrak ettiği hakikatler de yok değildir.

Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme yeteneğine sahip olduğu gibi Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşfedemediği noktalarda çoktur. 

Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile her şeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir.

"Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin."

İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir. Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır.

Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır

İslâmiyet'in temel fikir olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.

Aklın İslâm dinindeki yeri şöyle dile getirilir: Kitap, sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akıl da öyle bir delil-i şer'idir. Binenaleyh aklın kesinlikle iptal ettiği şeye şeriat izin vermez. 

Şeriatın izin verdiği şeyi de akıl iptal eylemez. Bunun içindir ki aklen muhal olan şer'an mümkün olamaz.

Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksat ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan son derecede nasiplerini almışlardır.

Dinin telkin ettiği hükümler akıl doğrulamazsa kalp ve vicdan tatmin olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez

Halbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet ekolünü de dikkate alınması gerekir. 

Bu insanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? Sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kesinlik damgasını taşıyamamıştır.

Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.

Tecrübeye ait metotlar ile manevîyata ait meseleler halledilmez. Dinî meseleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır.

Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın üstünde ve ötesindedir. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatleri de izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar.

Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikirlerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.

Netice olarak özetlersek, ilim ve fennin gelişmesinde tecrübe ve akıl ne ise, manevîyat sahasında da Kur'an odur. 

Yani söz ve hüküm onundur.

Hayatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe dayandığı gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara dayanır. İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, manevîyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimat etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.

İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder.

Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.

Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait meselelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez.

Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onları dinleyen İmâm-ı Gazali gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.

İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri'dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.

Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. 

Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye'ye istinad eder. 

Vahyin yolu daha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle insanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder.

İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi ızdırap ve buhranlardan halas olabilir.

Selam ve dua ile…

------

1- İsmail Yakıt, “Mevlana’da Akıl ve Aklın Kritiği”,

2-İbn Meymûn, Delâletü’l-Hâirîn, thk. Hüseyin Atay, AÜİF. Yayınları, 3- İbn Meymûn, Delâletü’l-Hâirîn, I/31, 71. Dr. Hamdi ONAY

4-İslâm Düşüncesinde AKIL ve DİN Bağdat’tan İsfahan’a

 

( Akıl Her Şeyi İdrak Edebilir Mi ? başlıklı yazı redfer tarafından 18.02.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu