Türklerin Kerbelası

TÜRKLERİN ‘KERBELÂSI

Bu konu başlığımızda  büyük bir vahşete tanık olacağız. Bu vahşi dünyada hem Arap İslamının kanlı yüzünü göreceğiz, hem de Türklerin nasıl ve neden Müslüman olduğuna tanıklık edeceğiz.

Öncelikle şunu anlamalıyız: Türkler, Orta Asya’da yaşarken din olarak kendilerine Şamanizm’i seçmişti. Şamanizm’i seçmelerinin özel bir önemi vardı. Türkler, öteden beri ‘Gök Tengri’ inancına bağlı yaşadılar. Gök Tengri inancına göre Tanrı, varlığı bilinemeyen, ezeli, ebedi ve güçlü bir varlıktı. O Tanrı, hiçbir şeye benzetilemezdi. Ruhun ölümsüzlüğüne ve ölümden sonra da bir başka hayatın varlığına inanılırdı. Dede Korkut’ta Tanrı inancı şöyle izah edilmiştir: “Yücelerden Yücesin. Kimse bilmez nicesin. Aziz Tanrı, sen anadan doğmadın. Sen babadan doğmadın. Kimsenin rızkını yemedin. Kimseye güç etmedin. Bütün yerlerde birsin. Sen daim ve baki olan Tanrısın.”

Dostlar, o dönemlerde Türklerden Budizm, Maniheizm, Musevilik, Hıristiyanlık gibi dinlere inanlar vardı. Bu dinlere inananlar azınlık olarak kaldılar. Çoğunluğu ise Budizm’e inanıyordu. Zira Budizm, Türklerin örfüne, geleneğine, yaşam biçimlerine ve doğal olarak inandığı değerlere uygun düşüyordu.

Bildiğimiz üzere İslâmiyet, Arabistan’da tebliğ edilmeye başladı fakat Araplara has bir din değildir. Aksine tüm insanlığa hitap eden bir dindir. Nitekim, Alî İmran/19. Ayeti, “Allah katında gerçek din ancak İslâm’dır” açıklaması vardır.

Bazı İslâm âlimlerine göre Kur’an, Türkler hakkında pek çok bilgi vermiştir. O ayetlerden bazıları şunlardır: Mearic Suresi 40-41. Ayetler: “Artık doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, her halde biz onların (Arapların) yerine kendilerinden daha hayırlılarını (Türkleri) getirmeye elbette bizim gücümüz yeter ve kimsede önümüze geçemez.” Maide Suresi, 54. Ayette ise; “Ey inananlar! Aranızda dininizden kim dönerse bilsin ki, Allah kendisinin sevdiği ve onların da O’nu sevdiği, ina-nalra karşı alçak gönüllü, kâfirlere başı dik, Allah yolunda cihad eden, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir millet getirir. İşte o, Allah’ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol olan her şeyi bilendir.” Türkleri işaret ettiğine inanılan daha başka ayetlerde mevcuttur.

Dostlar, Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in gerek Türkler, gerek başka kavimler hakkında bilgi sahibi olduğu biliniyor. Türkler ile ilgili pek çok hadisi mevcuttur. Bunlardan bir kısmının uydurma olduğu-nu da söylememiz gerekiyor. Doğru olduğuna tüm İslam alimlerinin ittifak ettiği hadislerden biri şudur: “Müslümanlar, yüzleri örs üstünde dövülmüş ve derilerle kılıflı kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onlar yünden yapılmış elbiseler giyerler ve yünden yapılmış çarıklar ile yürürler.” Sağlam olduğu konusunda şüphe duyulmayan bir başka hadislerinde de şöyle demiştir: “Sakın Habeşiler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız. Hele Türkler size ilişmedikçe siz de Türklere dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin tabiatlı insanlardır.”

Dostlar, Hz. Muhammed, hem kendi coğrafyasında İslam'ı tebliğ ediyor, diğer yandan da başka milletlere İslam'a davet mektupları yolluyordu. Hz. Muhammed’in Türklerin çadırlarında oturduğu, öz ismi Pamuk olan, sonradan Sümeyye ismini alan bir Türk kadının da Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunduğunu, Pamuk Hatun’un müşrikler tarafından şehit edilmesi sonucunda çok üzüldüğü ve dualarda bulunduğu tüm İslam kaynaklarında geçmektedir.

Hz. Muhammed vefat ettikten sonra, Hz. Ebu Bekir halife seçildi. Halife Ebu Bekir, ilk olarak 635 yılında Kadisiye Savaşı’nda İran üzerine fetih hareketi başlattığında komutanlarına şu uyarılarda bulundu. “Geçtiğiniz yerlerde kimseye hıyanet etmeyiniz! Esirlerin kollarını bağlamayınız! Kimseye eziyet edip, öldürmeyiniz! Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz! Hiç kimsenin ağaçlarını kesip, yakmayınız! Meyve ağaçlarını kesmeyiniz! Allah yolunda olmazsa koyun, sığır ve develerden bir şey boğazlamayın. Yolunuz üstünde manastırlara çekilmiş kişilere rastlayacaksınız. Bunları  kendi hallerine bırakınız ve dokunmayınız!

Türkler ilk olarak Hz. Ömer döneminde karşı karşıya geldi. Arapların 642 yılında Nihavent savaşında Sasani Hükümdarı 3. Yüzdücerd’in ordularını yenmeleri ve İran’ı fethetmeleri üzerine Türkler, Arap-larla karşı karşıya geldiler. Böylece Türkler İslamiyet hakkında bilgi almaya başladılar. Hz. Ömer, İslam Dininin yayılması ve insanların Müslüman olmalarını sağlamak için savaş komutanlarına şu talimatı verdi: “Allah adı ile yürüyün. Allah’ı inkâr edenlere karşı Allah yolunda cihat edin. Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaşınca önce onları İslam'a davet edin. Eğer İslam dinini kabul edip, yurtlarında kalmayı tercih ederlerse cizye vermelerini talep ediniz. Eğer cizye vermez de harbe karar verirlerse o zaman savaşınız. Eğer düşman, sizin tekliflerinizi kabul etmez de harbe karar verirse hainlik etmeyiniz. Gayri insani tecavüzlerde bulunmayınız. Kadınları ve çocukları öldürmeyiniz.”

644 yılında, İslâm Ordusu Komutanı Ahnef. B. Kays’a, Hz. Ömer bir mektup yazarak; “Sakın ha! Nehri tecavüz etmeyiniz! Nehrin beri tarafında kalınız!” uyarısında bulunmasına rağmen Ceyhun Nehri’ni aşarak Herat, Nişapur, Serahs, Belh ve Toharistan’ı ele geçirerek bütün Horasan’ı işgal etti. Hz. Ömer, Arap ordularının İran’ı fethedip, Türkistan’a doğru ilerlediğini öğrenince ilk önce çok sevinmiş, daha sonra sevincinin yerine endişe almış ve şöyle demişti: “Keşke, Horasan’a bir ordu göndermeseydim. Keşke bizimle Horasan toprakları arasında ateşen bir deniz olsaydı.” Hz. Ömer’in bu endişesini gören Hz. Ali, endişenin sebebini sorunca şöyle cevap verdi: “Çünkü orasının ahâlisi (Türkler) oradan çıkacak ve üç defa dağılarak dünyayı istila edecektir. Üçüncüsü, Onların son akınları olacaktır. Bu akınların bizim üstümüze gelmesinden ziyade, Horasan ehlinin üzerine gelmesi benim için daha evladır.” Hz. Ömer’in endişeleri, savaşların bir süreliğine durmasına neden oldu, ancak Hz. Osman döneminde bu saldırılar hızını artırarak devam etti. Hz. Ali dönemi genellikle iç karışıklıklarla geçtiği için fetihler yapılamadı, Arapların aldığı topraklar tekrar sahiplerine geçti. Mesela Toharistan Han’ı bu karışıklıktan faydalanarak topraklarını Araplardan almayı başardı.

Hz. Muhammed, İslam’ı tebliğ sürecinde Kuran-ı Kerim’in temel emirlerine sıkı sıkıya bağlı kaldı, dört halifeler dönemi diye bildiğimiz dönemlerde can ve mal emniyetine özel bir önem verildi. Bu sebeple, İslâmiyet’in hızla ve gönül rızasına dayalı olarak yayılmasına neden oldu.

661-680 yılları Muaviye dönemidir, Gözünü hırs ve kin bürümüş olan Muaviye, Orta Asya’da plânlı bir işgal hareketine başladı. Muaviye’nin Horasan Valisi Hakem b. Amr el-Gıfari Merv şehrini mer-kez yaptıktan sonra Horasan ve Toharistan’da masum insanları kılıçtan geçirdi. İşgal ettiği toprak-ları Araplaştırmak için Arapları buraya taşıdı. Bölge halkı zorla Araplaştırıldı. İslâm, zorla daya-tıldı. Gerçek İslam’ın asla onaylamadığı bu zülumler, Arap yöneticiler ve valiler vasıtasıyla yapıldı. Sözde fetih adı altında on binlerce masum insan kılıçtan geçirildi.

Bu zorba validen sonra valilik makamına getirilen Rebi b. Ziyad, hiç vakit kaybetmeden Türklere saldırarak yüzlerce masum Türk’ün kanını akıttı. Ziyad, bu işgalden önemli ganimetler elde etti. Horasan valiliğine, ölen Basra Valisi Ebihi’nin oğlu Ubuydullah b. Ziyad geçince ilk iş olarak Buha-ra’ya seferler düzenledi. Buhara Hanı vefat ettiği için hanlığın başında iki yaşındaki oğlu ile eşi Kabaç Hatun bulunuyordu. Kabaç Hatun, diğer Türk boylarından gerekli yardımı göremediği için tek başı-na mücadele etmek zorunda kaldı. Dev gibi bir ordu karşısında yenilmekten kurtulamayan Kabaç Hatun, her yıl bir milyon dinar ödemek zorunda bırakıldı. Ayrıca şehri talan edildi, yüzlerce askeri kılıçtan geçirildi, şehir ve haneler tamamen yağmalandı, elli Türk asilzadesi ile otuz bin Türk genci de esir edildi.

Bu vahşetin bu kadarla kaldığını düşünmeyin sakın. Arap vahşeti tüm hızıyla devam ediyor. Buyurun, o vahşet döneminde kısa bir yolculuk yapalım ve bu melun adamı Hz. Peygamberin ‘sadık’ ashabı gören geleneksel dincilerin vicdanlarına sunarak Halife Muaviye’yi yakından tanıyalım. Gerçekten Ashab olup, olmadığına birlikte karar verelim.

Halife Muaviye, Hz. Osman’ın yeğeni Said b. Osman’ı Horasan valiliğine atadı. Bu vahşi vali, Semerkant’ı  almak için güçlü ordusuyla hücum ederek, Türk askerlerini hunharca kılıçtan geçirerek şehri işgal etti. Bu işgalden çok büyük ganimet elde etti ve esir alınan 30 bin Türk gencini ve 50 Türk asilzadesini de Kabaç Hatun’a söz verdiği halde iade etmedi. Türk esirlerini Medine’ye köle olarak sattı. Bu insanlıktan nasibini almamış olan gözü dönmüş katil, tutarsız ve doyumsuz tavırları nedeniyle görevinden alınıp, yerine Eslem b. Zira getirildi.

Talancı Arap vahşetinin devamı da var. Daha sonra halife olan Yezid, sözde fetih hareketlerine acı-masızca devam etti. Horasan Valisi olarak atadığı Selm. B. Ziya, aşağı Türkistan’a seferler düzenleyerek  Türk halkını kılıçtan geçirdi ve bölge halkını ödemesi mümkün olmayan vergilere bağladı.

Bu vahşi yöneticiler, Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne darbe üstüne darbe vurdu, Kerbelâ denilen yerde Hz. Hüseyin’i ve yanında bulunan 72 kişiyi acımasızca şehit etti. “Ben sizi yaptıklarınızla kuşattım” Ayeti, ete-kemiğe bürünmüş; Araplar içinde fitne-fesat kol gezmeye, iç karışıklıklar yaşanmaya başlamış ve hainleri içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştur.

Sahneye bir insanlık düşmanı daha çıkıyor. O zalimin adı Haccac b. Yusuf’tur. Bu cani, Kufe Ulu Cami’nde Ehl-i Beyt için neler söylemiş: “Ey Irak halkı! Ey nifak ve kargaşalığı körükleyenler! Allah’a yemin ederim ki, ben şu anda olgunlaşmış ve artık koparılma zamanı çoktan gelmiş bazı kelleler görüyorum. Ben şüphesiz sarıklarla sakallar arasında akacak kanları şu anda seyreder gibi oluyo-rum.” Bu zalim Vali Haccac, Irak halkını böyle tehdit etti, Abdullah b. Zübeyr gibi binlerce Ehl-i Beyt sevdalılarını genç-ihtiyar demeden boyunlarını kopardı fakat zalimler mezarlığında yerini almaktan kurtulamadı.

Vahşete yolculuğumuz devam ediyor: Vali Haccac, Türkistan fetihleri için Ubeydullah b. Ebi Bekri’yi Sicistan’a, el-Muhellep b. Ebi Sufra’yı Horasana atamıştı. Ubeydullah, büyük bir ordu ile Türk Hükümdarı Rutbil’in üzerine ilerlerken, Haccac ona bir mektup göndererek, O’nun mülkünü ele geçirmeden, kalelerini yıkmadan ve askerlerini zincire vurmadan geri dönmemesini emretti. Ancak Rutbil karşısında büyük kayıplar vererek geri döndü. Yenilgiyi hazmedemeyen Haccac, intikam almak için Ab-durrahman b. Eşas komutasında 40 bin kişilik ordu gönderdi. Ancak bu seferinde de başarılı olamadı. Komutan Abdurrahman, Haccac’ın baskılarına fazla dayanamayıp isyan etti.

Haccac b. Yusuf, Türkistan da büyük hedefler kurmuş, plânlarını uygulamak için de zorba, ceberrut biri olan Kuteybe b. Müslim’i Horasan’a üstün yetkilerle vali tayin etmişti. Kuteybe dönemi hem Türkler, hem de İslam tarihi açısından acı ve kanlı sayfalarla doludur.

Zulümlere tanıklık etmek için buyrun bir yolculuk daha yapalım: Halife olan Velid b. Abdu’l Melik döneminde (705-715) Arap Orduları Orta Asya, Hindistan, Afrika ve Bizans’a karşı birçok cephede sefere çıktı. Orta Asya’da Türkistan’ın fethine memur edilen Kuteybe, ordusuna şu konuşmayı yaptı: “Allah size, dininin aziz olması ve haramlardan çekinmeniz, birçok mal ve servet edinmeniz ve hele hele düşmanlarınızı zelil kılmanız için bu toprakları bize helal kılmıştır. ALLAH’in Peygamberinin hadisi ve onun gerçekleri dile getiren kitabı sizlere yeni zaferler vaad etmektedir. Öyleyse Rabbiniz’e verdiğiniz sözü yerine getiriniz. Kendinizi bir yüce gayeye ve her türlü meşakkate hazırlayınız. Sakın ola ki gevşekliğe düşmeyiniz.”

Kuteybe b. Müslim (706-712) fethedilen Baykent, Buhara, Talkan, Semerkant ve Harzem gibi şehir-leri kanlı bir şekilde ele geçirdi, şehirleri yakarak tahrip etti. İlk önce Türkistan’ın en canlı ticaret merkezi olan Baykent üzerine yürüdü. Türk barikatlarını aşarak, eli silah tutan gençleri kılıçtan geçirerek kadın ve kızları esir aldı; Baykent Tarhan’ı, bir milyon gibi kurtuluş fidyesi teklif ettiği hal-de O’nun da başını kopardı. Kuteybe, askerlerine; “Gidiniz ve Baykent’i dilediğiniz gibi yağmalayın! Ben onların kanlarını ve canlarını size helâl kıldım.” Diyerek, yağmacılığını ve zalimliğini ortaya koydu. Bu zalim komutan, Türkistan’ın en güzel şehirlerinden olan Buhara üzerine saldırmış, kuşat-ma dört ay sürmüştür. Kuteybe, askerlerinin paraya düşkünlüğünü bildiği ve bir an evvel şehri ele geçirmek istediği için askerlerine şöyle seslendi: “Türklerden her kimsenin kafasını getirene yüz dirhem nakit para vereceğim.” Bu sözler üzerine Arap askerleri galeyana gelerek buldukları Türklerin kafalarını kopardılar. Kesilen on binden fazla Türk kafası, Kuteybe’nin önüne yığıldı. Kadınlara ve kızlara tecavüz edildi, cariye olarak haremlerine aldılar. Direnen elli binden fazla Türk genci, esir edilerek köle pazarlarında satıldı. Türklerin zorla Müslüman olmaları istendi; Türk ailelerinin içine elli binden fazla Arap getirilip, yerleştirildi. Türk halkı, kendi tarlasında Araplar adına köle olarak çalıştırıldı. Türklerin elinde ne varsa alındı ve sefalete mahkum edildi.

Bu nasıl bir zulümdür demeyin. Zulüm, vahşet devam ediyor: Gözünü mal-mülk ve iktidar hırsı bürü-müş olan Kuteybe, bu sefer gözünü Talhan Şehri’ne dikti. Şehrin Bey’i Sehrek, Arap ordularının geldiğini öğrenince şehri terk etmek zorunda kaldı. Şehri savunmasız bulan Kuteybe, direnen Türk gençlerini kılıçtan geçirdi, esir aldıklarını da 24 km uzunluğunda ağaçlıklı bölgede birer birer astırdı. Bu katliam, o zamana kadar olan katliamların en büyüğü olarak Arapların tarihine geçti. Tarihçi İbn-i Dahkan bu vahşeti nasıl dile getirmiş; “Talhan’a giden yolun dört fersah mesafede olan kısmı asılan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman görünüşü arzediyordu.” Şunu unutmayalım, Talhanda 40 bin civarında Türk, sırf Müslüman olsunlar diye katledildi. Bunun bir başka izahı yoktur! Daha sonra Kes ve Nesef’de de aynı katliamlar yapıldı!

Türk hanlıklarında da iktidar mücadelesi amansız bir halde devam ediyordu. Harzem Hükümdarı Cangan, kendisine başkaldıran kardeşini ortadan kaldırmak için Kuteybe’yi ordusuyla davet etmiş-tir. Kuteybe, 20 bin kişilik ordusuyla gelip, kardeş Hurzad’ı ortadan kaldırdı, Fil Şehri’ni işgal ederek, eli silah tutan ne kadar Türk var ise boynunu vurdurdu. Esir edilen kadınlar, kızlar ve erkek çocukları para karşılığında anne ve babalarına satıldı. Kana doyamayan Kuteybe için Aşkari şiirlerinde şöyle demiştir: “Kuteybe, her gün yeni bir yağma yapmaktadır. Durmadan servet üstüne servet yığana kadar/ Bu Kuteybe’ye taç giydirildi. Ta başının siyah saçları ağarına kadar/ Semerkant ülkesine baş eğdirdi, o kadar ki Semerkantlılar oldukları yerde çırıl çıplak kalana kadar/Bu ülkede çocuklar babalarını kaybettiği için ağlar durur, muzdarip babaları da çcukları için feryad eder/ Kuteybe, bir ülkeye girmeye görsün, atlıları oradan ayrılmaz, ta ki orası viran olana kadar.”

Kuteybe ile ilgili olarak Türk Bilgini Biruni şöyle söylüyor: “Kuteybe, her çareye başvurarak Harzem-lilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanları, bütün bilginleri öldürttü. Böylece her şey karanlıklara gömüldü. İslâm, Harzemlilerin içine girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme imkanı bırakmadı.”

Kin ve nefret devam ediyor: Kuteybe, ‘zenginlik’ anlamına gelen Semerkant üzerine yürümeye karar verdi. kardeşi Abdurrahman b. Müslim’i 20 bin kişilik ordusuyla önden gönderdi, kendisi de 30 bin kişilik bir kuvvetle peşinden takip etti. Semerkant Han’ı Akşit Guzek, şehri korumak için birlikleri ile savunmaya hazırladı. Zalim Kuteybe, Harzem ve Buharalılardan öncü birlik olarak hazırladığı Türk birlikleri ile birlikte şehre saldırdı. Türk Han’ı Akşit Güzek, Kuteybe’ye şöyle meydan okudu: “Sen beni kendi öz kardeşlerim ve aile fertlerim olan Türklerle çarpıştırıyorsun. Karşıma, çarpışmak üzere yiğitsen Arapları çıkar! O zaman onlara nasıl harb ettiğimi sana göstereyim.” Araplardan ve Türkler-den oluşan büyük ordu karşısında daha fazla dayanamayan Gürzek, insanların katledilmesini ve şehrin talan edilmesini önlemek için mecburen anlaşma yaparak şehri teslim etti. Bu anlaşma gereğince Gurzek, Kuteybe’ye 1 milyon dirhem tazminat ödeyecek. Semerkantlılar, her yıl Kuteybe’ye 2 milyon 200 bin dinar ödeyecek. Eli silah tutan 30 bin genç esir olarak verilecekti. Şehre cami yapılacak, şehirde eli silah tutan kimse olmayacaktı. Şehrin her yanına camiler yapıldı, Türkler zorla camilere götürüldü, camiye gelenlerin gönüllerini kazanmak için camiye gelenlere paralar dağıtıldı. Gelmeyenler Kur’an ayetleriyle uyarıldı, sünnet olmak zorunlu hale getirildi.

Az önce sizlere bir ayet hatırlatmıştım. Yüce Allah, kullarını yaptıklarıyla kuşatmıştır, mealinde. İşte Kur’an ayetleri, yeniden ete-kemiğe bürünmüş ve Kuteybe’nin akıbetini şu şekilde hazırlamıştır. 

Buyrun, İslam Tarihi’ne yolculuğumuza devam edelim: 

Kuteybe, bu işgallerinin sonrasında Taşkent ve Fergana üzerine büyük bir orduyla saldırı hazırlığında iken Haccac’ın ölüm haberi geldi. Kuteybe, Haccac’ın ölümüne çok üzüldü. 715 yılında Halife Velid’in kardeşi olan Süleyman b. Abdülmelik halife seçildi. Kuteybe ise Abdülmelik’e kin besliyor ve O’nun halife olmasını istemiyordu. Abdulmelik’in halifeliğini önlemek için bir isyan başlattı, ancak Arapların ileri gelen kabile reisleri Kuteybe’nin bu isyan hareketine sert tepki gösterip, yeni halifeye biat ettiklerini açıkladı. Sinirlenen Kuteybe, Arap-lara şöyle seslendi: “Ne olacak, sizler Arapsınız! Ama nasıl Arapsınız? Allah böyle Araplara lanet etsin! Zaten Araplar küfür ve nifakta en şiddetli kavimlerin bile boy ölçüşemeyeceği bir kavimdir. Oysa ben sizi Arabistan’ın yavşan otu ve ılgın ağacı biten yerlerinden topladım! Ellerinizi, avuçları-nızı ganimet ve servetle doldurdum! Türk Aristokrat ailelerinin çocukları, Semerkant Hükümdarının asilzadelerini sizlere hizmetçi kıldım! Oysa, bütün bu iyiliklerime karşı siz, bunlarda neki demekle yetindiniz, nankörlük ettiniz.” Ete-kemiğe bürünen ayet, Kuteybe’nin kader örgüsünü örmüştü bir kere. Kuteybe’nin yakınlarından oluşan on iki kişilik bir gurup ile gönüllüler, Kuteybe’nin çadırına girmiş ve Kuteybe’nin zalim kellesini orada keserek yeni halife seçilen Süleyman b. Abdülmelik’e göndermiştir. Kur’an, Kuteybe ve benzerleri için şöyle buyuruyor;  Aidiyat/8.ci ayeti, “Ve O serveti sevdiği için katıdır.” Hümeze/3. Ayetinde ise; “Sanırdı ki, malı kendisini ebedileştirmiştir…” Tebbet/2. Ayetinde ise; “O’na ne malı fay da verdi, ne de kazandığı.” Talak/1. Ayetinde ise; “…Her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kendisine zulmetmiş olur.” Buyurmuştur. İbret alan için çok anlam ifade ediyor, öyle değil mi dostlar?

Yeni Halife seçilen Süleyman, Vali olarak Yezid b. El-Mühellebi atadı. Zulüm sanki genlerine işlemişçesine Süleyman ve Yezid, tekrar Türk yurtlarına saldırmaya başladı. 100 bin kişilik bir ordu ile Dehistan üzerine yürüdü ve Hükümdarı Sul Tekin’i yenerek şehre girdi, hazineye ve servetine el koydu. Eli silah tutan 14 bin Türk’ü kılıçtan geçirdi. Hızını alamayan Vali, Taberistan’a saldırdı, burayı yağmalayıp, kılıçtan geçirdikten sonra da Firuz Kul’un idare ettiği Curcan Türkleri üzerine yürüdü. Kuşatma 7 ay sürdü. Yezid askerlerine şöyle seslendi; “eğer kendisine zafer nasip olursa, Türklerden akacak kanlarla öğütülen undan yapılan ekmeği yeyinceye kadar oradan ayrılmayaca-ğıma ve Türklerin boyunları üzerinden kılıcını kaldırmayacağıma dair Allah’a yemin ederim…” Sal-dırı ve aşırı baskılara dayanamayan Türk birlikleri şehri teslim etmek zorunda kaldı. Şehre giren Arap komutan, Talgan katliamında olduğu gibi geçeceği yolun sağ ve sol tarafına 24 km’lik, yaklaşık 4 fersah uzunluğunda ağaçları diktirerek, Türkleri birer birer bu ağaçlara astırdı. Zalim ve zulüm konusunda Kur’an bu Arap kavmini sürekli uyarmıştı; “…Sakın bir kavme olan kininiz sizi adaletsiz-liğe itmesin! Adaletli davranın! Takvaya en yakın olan odur. Allah’ tan korkun! Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Bu ayetler apaçık ortada iken, eli silah tutan ne kadar kişi varsa hü-kümdar Firuz dâhil herkesi kılıçtan geçirdi. Daha sonra El-Mühelleb, Allah’a verdiği yemin için eli-kolu bağlı 12 bin Türk’ü Cürcan’ın Enderhiz Vadisi’nde; “Bunlardan intikâmını almak isteyenler gelsin, intikâmını alsın…” emrini verdi. Yeminini yerine getirmek için Türklerin kanıyla unları yoğur-ular, ekmek yaptılar ve yediler.

Bakın Kur’an ne buyuruyor. Nisa/45 “Her kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmez ise onlar hep zalimdir.” Nisa/47; “Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmez ise onlar dinden çıkmış gü-nahkardırlar.” Buyurarak, Emevilerin ve valilerin Yüce Allah’ın ve Hz. Muhammed’in emirlerine ve buyruklarına uymadıkları için haklarındaki hüküm açıkça bildirilmiştir. Dostlar, dünya tarihinde böyle bir zulüm duydunuz mu, okudunuz mu? ‘Kerbelâ’ bile bu katliamların yanında hafif kalır, öyle değil mi? İşte bu sebepten dolayı, Kerbela olayını sadece Hz. Hüseyin’e dayandırmıyorum. Zülmün ve vahşetin yaşandığı her yere ben “Kerbela” diyorum.

Değerli dostlar. Zalim Süleyman’ın ölümünden sonra yerine Ömer b. Abdülaziz geçmiştir. Ömer, diğer zalim halifeler ve valiler gibi değildi. Son derece merhametli ve adaletli bir kişiydi. Hiçbir zaman Müslümanlar arasında ayırım yapmadı. Ezilen müslümanlardan vergi alınmasını yasakladı. Verginin alınmamasına tepki gösteren Vali Cerrah b. Abdullah, yeni Müslüman olanların sünnet olması şartını getirdi. Halife Ömer b. Abdülaziz, bu dayatmaya sinirlenerek; “Allah, Hz. Muhammed’i sünnetçi olarak değil, davetçi olarak gönderdi.” Diyerek, Vali’yi azarladı. Halife Ömer, devam eden Türkistan katliamlarını durdurdu ve Türkler üzerine seferleri yasakladı. Valilerin Türkistan’da topladığı ganimetleri ve yüklü paraları hazineye devretti. Halife Ömer, Vali Yezid’i huzuruna çağırdı ve toplanan tüm ganimetlerin hazineye devredilmesini istedi. Vali Yezid, Halife Ömer’in bu teklifini reddedince kendini hapis çukurunda buldu. Halife Ömer şöyle dedi; “Onlar, zorba insanlardır. Ben böyle zorba insanları sevmem.”

Halife Ömer, yönetimde değişiklik yaptı. Tüm zorba valileri birer birer görevden aldı ve yerlerine adaletli, şefkatli valiler atadı. Türk beylerine olumlu mesajlar içeren mektuplar yollayarak Türklerin Müslüman olmalarını istedi. Arap-Türk ilişkileri, Halife Ömer ile en parlak ve en verimli dönemini yaşadı. Ticari ve insani ilişkiler Türklerin özlediği şekilde düzenlendi. İnsani ilkelere dayanan bu ilişkiler ve din adamlarının İslamı anlatmaları Türklerin ruhuna ve gönlüne işledi. Böylece Türkler, kitleler halinde İslam'ı kabul ettiler. Bu dönemde Türkler, saygı gördü ve Türklere ‘mevali’ yani Arap olmayan Müslümanlar denilmeye başlandı. 

Takva yolunu tercih eden Halife Ömer; içkiyi, şatafatı, gösterişi, mal ve mülk düşkünlüğünü tercih eden saray erkanı tarafından zehirlenerek öldürüldü. Arap idareciler, yeniden o eski zalim kimliğine bürünerek seferler düzenleyip, can almaya, ganimet toplamaya devam ettiler. Bu zalim yönetim, İslam'in yayılmasına büyük bir darbe vurdu.

Bu tarihi hakikatleri okuyanlar, haklı olarak şu düşünceye kapılabilirler: “İslam Dini, kılıç dinidir. Zorba bir dindir. İnsanları zorla Müslüman yapmayı gaye edinmiş bir dindir. İslam Dini, yağmacı ve ganimetçi bir dindir.” Din dediğimiz inanç sistemi, Kur’an’da anlatılmıştır. Kendilerini Müslüman olarak gören bazı insanlar, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in yolunu terk edip, her türlü zalim saldırıları ve hak gasplarını ‘fetih’ şemsiyesi altında izah etmişlerdir ve bu zehirli zihniyet günümüzde de böyle kabul görmektedir. Oysa Kuran’ın temel emirlerine baktığımızda, zorbalığın, mal yığmanın, katliam yapmanın ve zorla dini kabul ettirmenin olmadığını görürüz. Buyurun görelim şimdi: Bakara/256 “Dinde zorlama yoktur.” Bakara/90, “Haksız taarruz etmeyin. Çünkü Allah haksız taarruz edenleri sevmez.“ Maide/77, “De ki, Ey kitap verilenler. Dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın. Nisa/174 “Ey kitap verilenler, dininizde aşırılığa gitmeyin.” Enam/151, “Allah’ın muhterem kıldığı cana haksız yere kıymayın.” Bakara/229, “her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” Maide/8, “…Sakın, kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin! A-daletli olun…” Bakara/143, “Bütün insanlar üzerine adalet örneği, hak şahitleri olasınız.” Bakara/51, “…Allah zulmedenleri doğru yola çıkarmaz.” Bakara/196, “…Allah’tan korkun ve bilin ki Allah’ın cezası çok çetindir.” Bakara/142, “Doğu da, Batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola çıkarır.”

Ayetlerden anlıyoruz ki, ‘Cihad’ diye insanlara anlatılanların tamamı Kuran dışı, uydurmalardır. Müslümanlar, 1300 yıl boyunca uydurulup, sistemleştirilen bu dini, din diye anlamış ve yaşamıştır. Halen bu hurafeler dini en güncel haliyle varlığını sürdürmektedir.

Dostlar, Kur’an ayetleri, vakti geldiğinde ete-kemiğe bürünerek hayat buluyor. Bakınız, bu zalimlerin sonları nasıl olmuş, bir başka örnek gösterelim:

Müslüman olan ve olmayan tüm insanlar, Emevi zulmüne isyan ettiler. Türkistan topraklarında Emevilere karşı başkaldıran tarikat şeyhi Haris b. Süreye ve Türkmen olduğu pek çok kaynakta belirtilen Ebu Müslim Horasani, Türklerin de yardımı ile isyan başlattı. Emevi Devleti’nin başında bulunan Nasr b. Seyyar, bu kalkışmayı bastırmak için sert tedbirler aldı, daha sonra barış yapacağı yalanını uydurup, Haris b.Sureyye’yi yanına çağırtıp, çarmıha gererek idam ettirdi. Yakaladığı isyancıları da birer birer idam ettirdi. Emevilerin yaptığı bu son zulüm, halkın daha da galeyana gelmesine neden oldu. Köşeye sıkışan Vali Nasır, Halife Mervan el-Hımar’a bir mektup yazarak yardım istedi. İşte o mektup: “Küller arasında kıvılcımları görüyorum. Her an onların alevlenmesi mümkündür. Devletin başında olanlar, onu söndüremezlerse, korkarım ki bu ateş nice nice cesed ve başları yakacaktır. Hayretler içindeyim ve diyorum ki; bütün bunlar olurken Ümeyyeoğulları hâlâ uyanık mı, yoksa derin uykuya mı dalmışlar? Keşke bunu bir bilseydim.” Bu uyarıları dikkate almadılar. Horasan ve civarında yayılan bu halk isyanları tüm Arap coğrafyasını kuşattı. Vali Nasır, çareyi kaçmakta buldu. Askeri, siyasi ve dini yönden tüm yetkilerini kaybeden Nasır ve yönetimi/devleti böylece yıkıldı: Halife ve valiler, yakalanıp, idam edildi. İşte ayetler böylece zalimler için ete-kemiğe bürünerek hayat buluyor!

Dostlar, uzun yıllar süren zulümler Türkler için artık son bulmuştu. Abbasiler, Türklerin teşkilatcı, dürüst ve savaşçı olduğunu yakından görmüş ve Türkleri Abbasi Ordusunda komutan ve savaşçı olarak yetkili kılınmıştır. Saraylarda Türkler için özel bir düzen kuruldu. Türkler, bu coğrafyada ra-hatça ticaret yapabildi, Arap topluluğu içinde parmakla gösterilen millet oldu. Tüm Türk yurtlarında can, mal, namus ve toprak emniyeti sağlandı. Türk yurtlarında camiler, medreseler açıldı, bilimin, sanatın ve edebiyatın kapıları açıldı. Arap vahşetinin yerle bir ettiği Türk şehirleri yeniden imar edildi. Abbasi Hâlifesi Cafer el-Mansur zamanında en haşmetli zamanını yaşayan Türkler, Halife Me’mun zamanında da (833-842)  özel ilgi gördü ve böylece Türkler kitleler halinde Müslüman oldu.

Türkistan topraklarında, Türklerin hayatını ve yapısını iyi bilen Abbasi liderlerinden b. El-Abbas Horasan’daki Arap valilere şu talimatı göndermişti: “Sizler, Horasan halkının yanında almaya çalı-şınız. Oralarda sizin davanızı destekleyecek birçok sağlam yapılı insanlar (Türkler) vardır. Onların gönülleri temiz, kalpleri geniştir. Geçici hevesler onları parçalamamış, aşırı duygular onları birbirine düşürmemiş, bozgunculuk onlara ulaşmamıştır. Onlar gerçek askerlerdir. Bedenleri sağlam, görü-nüşleri heybetlidir. Sakal ve bıyıkları olan er kişilerdir. Onların harp sahalarındaki naraları korkunç, konuşmaları uludur. Onların konuştuğu kelimeler, kirlenmemiş ağızlardan çıkmaktadır.”

Türklerin kitleler halinde İslamlaşması, İslam Dininin daha hızlı yayılmasına neden olmuştur. Türk-lerin anlayışında ırkçı tutumlarla dini yaymak yoktu. Hac/39 ayet der ki; “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad izni verildi. Şüphe yok ki, Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.”

Dostlar, Türklerin İslamlaşma sürecini şu ana başlıklar halinde sıralayabiliriz:

a-) Kılıç zoruyla,

b-) Şamaniz’min İslâm’a yakın olması,

c-) Ticari faaliyetler,

d-) Evlilikler yoluyla kurulan akrabalıklar.

Yazımızın final kısmında şu sözleri aktarmak isterim: İslam Dini, sevgi ve barış dinidir: Bakara/165, “…İman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler. Haksızlık edenler azabı görecekleri vakit bütün kuvvetin gerçekten Allah’ın olduğunu ve Allah’ın gerçekten çok çetin azabı olduğunu görseler” diye bütün Müslümanları uyarmıştır; ancak zalim halifeler ve valiler, Kuran’ın bu temel ayetlerini para, şan, şöhret ve ganimet açgözlülüğü nedeni ile bir tarafa bırakmış ve zalimlikte sınırları aşmıştır. Allah’ın sınırlarını aşanların akibeti feci ölümler olmuştur.

Dostlar, Türklerin doğruluk, dürüstlük, kahramanlık ve yaşayışları üzerine ünlü Fransız Yazar Alp-honse Lamartin şöyle söylüyor: “Türkler, bir ırk ve millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. Seciyeleri pek necip ve yücedir. Onların yurdu, kahramanlar ve şehitler ülkesidir. Bence, insanlığa şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak, insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır.”

Çek İlim Adamı Johann Comenuis de diyor ki; “Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Aksine kazanç sağlarlar. Bu yüksek millet, tuttuğu eli bırakmaz. Sözünden dönmez. İyi ve fena günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle millet ile el ele vermek, yeryüzünde her güçlüğü yenmek için sonsuz bir kudret ve kabiliyet kazanmak demektir.”

Dostlar, bu konuyu hazırlarken; askeri hakim ve tarihi araştırmacı olarak tanıdığımız Necdet Bay-raktaroğlu’nun yazdığı "Tarihimizi Aydınlatan Belgeler" isimli kitabından faydalandığımı belirterek konumuzu tamamlıyorum.


( Türklerin Kerbelası başlıklı yazı Halit Durucan tarafından 26.08.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu