TÜRKLERİN ‘KERBELÂSI
Bu konu başlığımızda büyük bir vahşete tanık olacağız. Bu vahşi
dünyada hem Arap İslamının kanlı yüzünü göreceğiz, hem de Türklerin nasıl ve
neden Müslüman olduğuna tanıklık edeceğiz.
Öncelikle şunu
anlamalıyız: Türkler, Orta Asya’da yaşarken din olarak kendilerine Şamanizm’i
seçmişti. Şamanizm’i seçmelerinin özel bir önemi vardı. Türkler, öteden beri
‘Gök Tengri’ inancına bağlı yaşadılar. Gök Tengri inancına göre Tanrı, varlığı
bilinemeyen, ezeli, ebedi ve güçlü bir varlıktı. O Tanrı, hiçbir şeye benzetilemezdi.
Ruhun ölümsüzlüğüne ve ölümden sonra da bir başka hayatın varlığına inanılırdı.
Dede Korkut’ta Tanrı inancı şöyle izah edilmiştir: “Yücelerden Yücesin. Kimse
bilmez nicesin. Aziz Tanrı, sen anadan doğmadın. Sen babadan doğmadın. Kimsenin
rızkını yemedin. Kimseye güç etmedin. Bütün yerlerde birsin. Sen daim ve baki
olan Tanrısın.”
Dostlar, o dönemlerde
Türklerden Budizm, Maniheizm, Musevilik, Hıristiyanlık gibi dinlere inanlar
vardı. Bu dinlere inananlar azınlık olarak kaldılar. Çoğunluğu ise Budizm’e
inanıyordu. Zira Budizm, Türklerin örfüne, geleneğine, yaşam biçimlerine ve
doğal olarak inandığı değerlere uygun düşüyordu.
Bildiğimiz üzere
İslâmiyet, Arabistan’da tebliğ edilmeye başladı fakat Araplara has bir din
değildir. Aksine tüm insanlığa hitap eden bir dindir. Nitekim, Alî İmran/19.
Ayeti, “Allah katında gerçek din ancak İslâm’dır” açıklaması vardır.
Bazı İslâm âlimlerine
göre Kur’an, Türkler hakkında pek çok bilgi vermiştir. O ayetlerden bazıları
şunlardır: Mearic Suresi 40-41. Ayetler: “Artık doğuların ve batıların Rabbine
yemin ederim ki, her halde biz onların (Arapların) yerine kendilerinden daha
hayırlılarını (Türkleri) getirmeye elbette bizim gücümüz yeter ve kimsede
önümüze geçemez.” Maide Suresi, 54. Ayette ise; “Ey inananlar! Aranızda
dininizden kim dönerse bilsin ki, Allah kendisinin sevdiği ve onların da O’nu
sevdiği, ina-nalra karşı alçak gönüllü, kâfirlere başı dik, Allah yolunda cihad eden, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir millet getirir. İşte o, Allah’ın
bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol olan her şeyi
bilendir.” Türkleri işaret ettiğine inanılan daha başka ayetlerde mevcuttur.
Dostlar, Allah’ın Elçisi
Hz. Muhammed’in gerek Türkler, gerek başka kavimler hakkında bilgi sahibi
olduğu biliniyor. Türkler ile ilgili pek çok hadisi mevcuttur. Bunlardan bir
kısmının uydurma olduğu-nu da söylememiz gerekiyor. Doğru olduğuna tüm İslam alimlerinin ittifak ettiği hadislerden biri şudur: “Müslümanlar, yüzleri örs
üstünde dövülmüş ve derilerle kılıflı kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle
çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onlar yünden yapılmış elbiseler giyerler
ve yünden yapılmış çarıklar ile yürürler.” Sağlam olduğu konusunda şüphe
duyulmayan bir başka hadislerinde de şöyle demiştir: “Sakın Habeşiler size dokunmadıkça
siz de onlara dokunmayınız. Hele Türkler size ilişmedikçe siz de Türklere
dokunmayınız. Zira onlar çok sert ve haşin tabiatlı insanlardır.”
Dostlar, Hz. Muhammed,
hem kendi coğrafyasında İslam'ı tebliğ ediyor, diğer yandan da başka
milletlere İslam'a davet mektupları yolluyordu. Hz. Muhammed’in Türklerin
çadırlarında oturduğu, öz ismi Pamuk olan, sonradan Sümeyye ismini alan bir
Türk kadının da Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunduğunu, Pamuk Hatun’un
müşrikler tarafından şehit edilmesi sonucunda çok üzüldüğü ve dualarda
bulunduğu tüm İslam kaynaklarında geçmektedir.
Hz. Muhammed vefat
ettikten sonra, Hz. Ebu Bekir halife seçildi. Halife Ebu Bekir, ilk olarak 635
yılında Kadisiye Savaşı’nda İran üzerine fetih hareketi başlattığında
komutanlarına şu uyarılarda bulundu. “Geçtiğiniz yerlerde kimseye hıyanet
etmeyiniz! Esirlerin kollarını bağlamayınız! Kimseye eziyet edip, öldürmeyiniz!
Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz! Hiç kimsenin ağaçlarını
kesip, yakmayınız! Meyve ağaçlarını kesmeyiniz! Allah yolunda olmazsa koyun,
sığır ve develerden bir şey boğazlamayın. Yolunuz üstünde manastırlara çekilmiş
kişilere rastlayacaksınız. Bunları kendi
hallerine bırakınız ve dokunmayınız!
Türkler ilk olarak Hz. Ömer
döneminde karşı karşıya geldi. Arapların 642 yılında Nihavent savaşında Sasani
Hükümdarı 3. Yüzdücerd’in ordularını yenmeleri ve İran’ı fethetmeleri üzerine
Türkler, Arap-larla karşı karşıya geldiler. Böylece Türkler İslamiyet hakkında
bilgi almaya başladılar. Hz. Ömer, İslam Dininin yayılması ve insanların
Müslüman olmalarını sağlamak için savaş komutanlarına şu talimatı verdi: “Allah
adı ile yürüyün. Allah’ı inkâr edenlere karşı Allah yolunda cihat edin. Müşriklerden
olan düşmanlarınızla karşılaşınca önce onları İslam'a davet edin. Eğer İslam dinini kabul edip, yurtlarında kalmayı tercih ederlerse cizye vermelerini talep
ediniz. Eğer cizye vermez de harbe karar verirlerse o zaman savaşınız. Eğer
düşman, sizin tekliflerinizi kabul etmez de harbe karar verirse hainlik
etmeyiniz. Gayri insani tecavüzlerde bulunmayınız. Kadınları ve çocukları
öldürmeyiniz.”
644 yılında, İslâm Ordusu
Komutanı Ahnef. B. Kays’a, Hz. Ömer bir mektup yazarak; “Sakın ha! Nehri
tecavüz etmeyiniz! Nehrin beri tarafında kalınız!” uyarısında bulunmasına
rağmen Ceyhun Nehri’ni aşarak Herat, Nişapur, Serahs, Belh ve Toharistan’ı ele
geçirerek bütün Horasan’ı işgal etti. Hz. Ömer, Arap ordularının İran’ı
fethedip, Türkistan’a doğru ilerlediğini öğrenince ilk önce çok sevinmiş, daha
sonra sevincinin yerine endişe almış ve şöyle demişti: “Keşke, Horasan’a bir
ordu göndermeseydim. Keşke bizimle Horasan toprakları arasında ateşen bir deniz
olsaydı.” Hz. Ömer’in bu endişesini gören Hz. Ali, endişenin sebebini sorunca
şöyle cevap verdi: “Çünkü orasının ahâlisi (Türkler) oradan çıkacak ve üç defa
dağılarak dünyayı istila edecektir. Üçüncüsü, Onların son akınları olacaktır.
Bu akınların bizim üstümüze gelmesinden ziyade, Horasan ehlinin üzerine
gelmesi benim için daha evladır.” Hz. Ömer’in endişeleri, savaşların bir
süreliğine durmasına neden oldu, ancak Hz. Osman döneminde bu saldırılar hızını
artırarak devam etti. Hz. Ali dönemi genellikle iç karışıklıklarla geçtiği için
fetihler yapılamadı, Arapların aldığı topraklar tekrar sahiplerine geçti.
Mesela Toharistan Han’ı bu karışıklıktan faydalanarak topraklarını Araplardan
almayı başardı.
Hz. Muhammed, İslam’ı
tebliğ sürecinde Kuran-ı Kerim’in temel emirlerine sıkı sıkıya bağlı kaldı,
dört halifeler dönemi diye bildiğimiz dönemlerde can ve mal emniyetine özel bir
önem verildi. Bu sebeple, İslâmiyet’in hızla ve gönül rızasına dayalı olarak
yayılmasına neden oldu.
661-680 yılları Muaviye
dönemidir, Gözünü hırs ve kin bürümüş olan Muaviye, Orta Asya’da plânlı bir
işgal hareketine başladı. Muaviye’nin Horasan Valisi Hakem b. Amr el-Gıfari
Merv şehrini mer-kez yaptıktan sonra Horasan ve Toharistan’da masum insanları
kılıçtan geçirdi. İşgal ettiği toprak-ları Araplaştırmak için Arapları buraya
taşıdı. Bölge halkı zorla Araplaştırıldı. İslâm, zorla daya-tıldı. Gerçek
İslam’ın asla onaylamadığı bu zülumler, Arap yöneticiler ve valiler vasıtasıyla
yapıldı. Sözde fetih adı altında on binlerce masum insan kılıçtan geçirildi.
Bu zorba validen sonra
valilik makamına getirilen Rebi b. Ziyad, hiç vakit kaybetmeden Türklere
saldırarak yüzlerce masum Türk’ün kanını akıttı. Ziyad, bu işgalden önemli
ganimetler elde etti. Horasan valiliğine, ölen Basra Valisi Ebihi’nin oğlu
Ubuydullah b. Ziyad geçince ilk iş olarak Buha-ra’ya seferler düzenledi. Buhara
Hanı vefat ettiği için hanlığın başında iki yaşındaki oğlu ile eşi Kabaç Hatun
bulunuyordu. Kabaç Hatun, diğer Türk boylarından gerekli yardımı göremediği
için tek başı-na mücadele etmek zorunda kaldı. Dev gibi bir ordu karşısında
yenilmekten kurtulamayan Kabaç Hatun, her yıl bir milyon dinar ödemek zorunda
bırakıldı. Ayrıca şehri talan edildi, yüzlerce askeri kılıçtan geçirildi, şehir
ve haneler tamamen yağmalandı, elli Türk asilzadesi ile otuz bin Türk genci de
esir edildi.
Bu vahşetin bu kadarla
kaldığını düşünmeyin sakın. Arap vahşeti tüm hızıyla devam ediyor. Buyurun, o
vahşet döneminde kısa bir yolculuk yapalım ve bu melun adamı Hz. Peygamberin
‘sadık’ ashabı gören geleneksel dincilerin vicdanlarına sunarak Halife
Muaviye’yi yakından tanıyalım. Gerçekten Ashab olup, olmadığına birlikte karar
verelim.
Halife Muaviye, Hz.
Osman’ın yeğeni Said b. Osman’ı Horasan valiliğine atadı. Bu vahşi vali, Semerkant’ı
almak için güçlü ordusuyla hücum ederek,
Türk askerlerini hunharca kılıçtan geçirerek şehri işgal etti. Bu işgalden çok
büyük ganimet elde etti ve esir alınan 30 bin Türk gencini ve 50 Türk asilzadesini
de Kabaç Hatun’a söz verdiği halde iade etmedi. Türk esirlerini Medine’ye köle
olarak sattı. Bu insanlıktan nasibini almamış olan gözü dönmüş katil, tutarsız
ve doyumsuz tavırları nedeniyle görevinden alınıp, yerine Eslem b. Zira
getirildi.
Talancı Arap vahşetinin
devamı da var. Daha sonra halife olan Yezid, sözde fetih hareketlerine acı-masızca
devam etti. Horasan Valisi olarak atadığı Selm. B. Ziya, aşağı Türkistan’a
seferler düzenleyerek Türk halkını
kılıçtan geçirdi ve bölge halkını ödemesi mümkün olmayan vergilere bağladı.
Bu vahşi yöneticiler, Hz.
Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne darbe üstüne darbe vurdu, Kerbelâ denilen yerde Hz.
Hüseyin’i ve yanında bulunan 72 kişiyi acımasızca şehit etti. “Ben sizi
yaptıklarınızla kuşattım” Ayeti, ete-kemiğe bürünmüş; Araplar içinde fitne-fesat
kol gezmeye, iç karışıklıklar yaşanmaya başlamış ve hainleri içinden çıkılmaz
bir duruma sokmuştur.
Sahneye bir insanlık
düşmanı daha çıkıyor. O zalimin adı Haccac b. Yusuf’tur. Bu cani, Kufe Ulu
Cami’nde Ehl-i Beyt için neler söylemiş: “Ey Irak halkı! Ey nifak ve
kargaşalığı körükleyenler! Allah’a yemin ederim ki, ben şu anda olgunlaşmış ve
artık koparılma zamanı çoktan gelmiş bazı kelleler görüyorum. Ben şüphesiz
sarıklarla sakallar arasında akacak kanları şu anda seyreder gibi oluyo-rum.” Bu
zalim Vali Haccac, Irak halkını böyle tehdit etti, Abdullah b. Zübeyr gibi
binlerce Ehl-i Beyt sevdalılarını genç-ihtiyar demeden boyunlarını kopardı
fakat zalimler mezarlığında yerini almaktan kurtulamadı.
Vahşete yolculuğumuz
devam ediyor: Vali Haccac, Türkistan fetihleri için Ubeydullah b. Ebi Bekri’yi
Sicistan’a, el-Muhellep b. Ebi Sufra’yı Horasana atamıştı. Ubeydullah, büyük
bir ordu ile Türk Hükümdarı Rutbil’in üzerine ilerlerken, Haccac ona bir mektup
göndererek, O’nun mülkünü ele geçirmeden, kalelerini yıkmadan ve askerlerini
zincire vurmadan geri dönmemesini emretti. Ancak Rutbil karşısında büyük kayıplar
vererek geri döndü. Yenilgiyi hazmedemeyen Haccac, intikam almak için Ab-durrahman
b. Eşas komutasında 40 bin kişilik ordu gönderdi. Ancak bu seferinde de
başarılı olamadı. Komutan Abdurrahman, Haccac’ın baskılarına fazla dayanamayıp
isyan etti.
Haccac b. Yusuf,
Türkistan da büyük hedefler kurmuş, plânlarını uygulamak için de zorba,
ceberrut biri olan Kuteybe b. Müslim’i Horasan’a üstün yetkilerle vali tayin
etmişti. Kuteybe dönemi hem Türkler, hem de İslam tarihi açısından acı ve kanlı
sayfalarla doludur.
Zulümlere tanıklık etmek
için buyrun bir yolculuk daha yapalım: Halife olan Velid b. Abdu’l Melik
döneminde (705-715) Arap Orduları Orta Asya, Hindistan, Afrika ve Bizans’a
karşı birçok cephede sefere çıktı. Orta Asya’da Türkistan’ın fethine memur
edilen Kuteybe, ordusuna şu konuşmayı yaptı: “Allah size, dininin aziz olması
ve haramlardan çekinmeniz, birçok mal ve servet edinmeniz ve hele hele
düşmanlarınızı zelil kılmanız için bu toprakları bize helal kılmıştır. ALLAH’in
Peygamberinin hadisi ve onun gerçekleri dile getiren kitabı sizlere yeni
zaferler vaad etmektedir. Öyleyse Rabbiniz’e verdiğiniz sözü yerine getiriniz.
Kendinizi bir yüce gayeye ve her türlü meşakkate hazırlayınız. Sakın ola ki
gevşekliğe düşmeyiniz.”
Kuteybe b. Müslim
(706-712) fethedilen Baykent, Buhara, Talkan, Semerkant ve Harzem gibi şehir-leri
kanlı bir şekilde ele geçirdi, şehirleri yakarak tahrip etti. İlk önce
Türkistan’ın en canlı ticaret merkezi olan Baykent üzerine yürüdü. Türk
barikatlarını aşarak, eli silah tutan gençleri kılıçtan geçirerek kadın ve
kızları esir aldı; Baykent Tarhan’ı, bir milyon gibi kurtuluş fidyesi teklif
ettiği hal-de O’nun da başını kopardı. Kuteybe, askerlerine; “Gidiniz ve Baykent’i
dilediğiniz gibi yağmalayın! Ben onların kanlarını ve canlarını size helâl
kıldım.” Diyerek, yağmacılığını ve zalimliğini ortaya koydu. Bu zalim komutan,
Türkistan’ın en güzel şehirlerinden olan Buhara üzerine saldırmış, kuşat-ma dört
ay sürmüştür. Kuteybe, askerlerinin paraya düşkünlüğünü bildiği ve bir an evvel
şehri ele geçirmek istediği için askerlerine şöyle seslendi: “Türklerden her
kimsenin kafasını getirene yüz dirhem nakit para vereceğim.” Bu sözler üzerine
Arap askerleri galeyana gelerek buldukları Türklerin kafalarını kopardılar.
Kesilen on binden fazla Türk kafası, Kuteybe’nin önüne yığıldı. Kadınlara ve
kızlara tecavüz edildi, cariye olarak haremlerine aldılar. Direnen elli binden
fazla Türk genci, esir edilerek köle pazarlarında satıldı. Türklerin zorla
Müslüman olmaları istendi; Türk ailelerinin içine elli binden fazla Arap
getirilip, yerleştirildi. Türk halkı, kendi tarlasında Araplar adına köle
olarak çalıştırıldı. Türklerin elinde ne varsa alındı ve sefalete mahkum edildi.
Bu nasıl bir zulümdür demeyin.
Zulüm, vahşet devam ediyor: Gözünü mal-mülk ve iktidar hırsı bürü-müş olan
Kuteybe, bu sefer gözünü Talhan Şehri’ne dikti. Şehrin Bey’i Sehrek, Arap ordularının
geldiğini öğrenince şehri terk etmek zorunda kaldı. Şehri savunmasız bulan
Kuteybe, direnen Türk gençlerini kılıçtan geçirdi, esir aldıklarını da 24 km
uzunluğunda ağaçlıklı bölgede birer birer astırdı. Bu katliam, o zamana kadar
olan katliamların en büyüğü olarak Arapların tarihine geçti. Tarihçi İbn-i
Dahkan bu vahşeti nasıl dile getirmiş; “Talhan’a giden yolun dört fersah
mesafede olan kısmı asılan Türklerin cesetleriyle korkunç bir orman görünüşü
arzediyordu.” Şunu unutmayalım, Talhanda 40 bin civarında Türk, sırf Müslüman
olsunlar diye katledildi. Bunun bir başka izahı yoktur! Daha sonra Kes ve
Nesef’de de aynı katliamlar yapıldı!
Türk hanlıklarında da
iktidar mücadelesi amansız bir halde devam ediyordu. Harzem Hükümdarı Cangan,
kendisine başkaldıran kardeşini ortadan kaldırmak için Kuteybe’yi ordusuyla
davet etmiş-tir. Kuteybe, 20 bin kişilik ordusuyla gelip, kardeş Hurzad’ı
ortadan kaldırdı, Fil Şehri’ni işgal ederek, eli silah tutan ne kadar Türk var
ise boynunu vurdurdu. Esir edilen kadınlar, kızlar ve erkek çocukları para
karşılığında anne ve babalarına satıldı. Kana doyamayan Kuteybe için Aşkari
şiirlerinde şöyle demiştir: “Kuteybe, her gün yeni bir yağma yapmaktadır.
Durmadan servet üstüne servet yığana kadar/ Bu Kuteybe’ye taç giydirildi. Ta
başının siyah saçları ağarına kadar/ Semerkant ülkesine baş eğdirdi, o kadar ki
Semerkantlılar oldukları yerde çırıl çıplak kalana kadar/Bu ülkede çocuklar
babalarını kaybettiği için ağlar durur, muzdarip babaları da çcukları için
feryad eder/ Kuteybe, bir ülkeye girmeye görsün, atlıları oradan ayrılmaz, ta
ki orası viran olana kadar.”
Kuteybe ile ilgili olarak
Türk Bilgini Biruni şöyle söylüyor: “Kuteybe, her çareye başvurarak Harzem-lilerin
yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanları, bütün bilginleri öldürttü.
Böylece her şey karanlıklara gömüldü. İslâm, Harzemlilerin içine girerken,
onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme imkanı bırakmadı.”
Kin ve nefret devam
ediyor: Kuteybe, ‘zenginlik’ anlamına gelen Semerkant üzerine yürümeye karar
verdi. kardeşi Abdurrahman b. Müslim’i 20 bin kişilik ordusuyla önden gönderdi,
kendisi de 30 bin kişilik bir kuvvetle peşinden takip etti. Semerkant Han’ı
Akşit Guzek, şehri korumak için birlikleri ile savunmaya hazırladı. Zalim
Kuteybe, Harzem ve Buharalılardan öncü birlik olarak hazırladığı Türk
birlikleri ile birlikte şehre saldırdı. Türk Han’ı Akşit Güzek, Kuteybe’ye
şöyle meydan okudu: “Sen beni kendi öz kardeşlerim ve aile fertlerim olan
Türklerle çarpıştırıyorsun. Karşıma, çarpışmak üzere yiğitsen Arapları çıkar!
O zaman onlara nasıl harb ettiğimi sana göstereyim.” Araplardan ve Türkler-den oluşan
büyük ordu karşısında daha fazla dayanamayan Gürzek, insanların katledilmesini
ve şehrin talan edilmesini önlemek için mecburen anlaşma yaparak şehri teslim
etti. Bu anlaşma gereğince Gurzek, Kuteybe’ye 1 milyon dirhem tazminat
ödeyecek. Semerkantlılar, her yıl Kuteybe’ye 2 milyon 200 bin dinar ödeyecek.
Eli silah tutan 30 bin genç esir olarak verilecekti. Şehre cami yapılacak, şehirde
eli silah tutan kimse olmayacaktı. Şehrin her yanına camiler yapıldı, Türkler
zorla camilere götürüldü, camiye gelenlerin gönüllerini kazanmak için camiye
gelenlere paralar dağıtıldı. Gelmeyenler Kur’an ayetleriyle uyarıldı, sünnet
olmak zorunlu hale getirildi.
Az önce sizlere bir ayet hatırlatmıştım. Yüce Allah, kullarını yaptıklarıyla kuşatmıştır, mealinde. İşte Kur’an ayetleri, yeniden ete-kemiğe bürünmüş ve Kuteybe’nin akıbetini şu şekilde hazırlamıştır.
Buyrun, İslam Tarihi’ne yolculuğumuza devam edelim:
Kuteybe, bu işgallerinin sonrasında Taşkent ve
Fergana üzerine büyük bir orduyla saldırı hazırlığında iken Haccac’ın ölüm haberi
geldi. Kuteybe, Haccac’ın ölümüne çok üzüldü. 715 yılında Halife Velid’in
kardeşi olan Süleyman b. Abdülmelik halife seçildi. Kuteybe ise Abdülmelik’e
kin besliyor ve O’nun halife olmasını istemiyordu. Abdulmelik’in halifeliğini
önlemek için bir isyan başlattı, ancak Arapların ileri gelen kabile reisleri
Kuteybe’nin bu isyan hareketine sert tepki gösterip, yeni halifeye biat
ettiklerini açıkladı. Sinirlenen Kuteybe, Arap-lara şöyle seslendi: “Ne olacak,
sizler Arapsınız! Ama nasıl Arapsınız? Allah böyle Araplara lanet etsin! Zaten
Araplar küfür ve nifakta en şiddetli kavimlerin bile boy ölçüşemeyeceği bir
kavimdir. Oysa ben sizi Arabistan’ın yavşan otu ve ılgın ağacı biten
yerlerinden topladım! Ellerinizi, avuçları-nızı ganimet ve servetle doldurdum!
Türk Aristokrat ailelerinin çocukları, Semerkant Hükümdarının asilzadelerini sizlere hizmetçi kıldım!
Oysa, bütün bu iyiliklerime karşı siz, bunlarda neki demekle yetindiniz,
nankörlük ettiniz.” Ete-kemiğe bürünen ayet, Kuteybe’nin kader örgüsünü örmüştü
bir kere. Kuteybe’nin yakınlarından oluşan on iki kişilik bir gurup ile gönüllüler,
Kuteybe’nin çadırına girmiş ve Kuteybe’nin zalim kellesini orada keserek yeni
halife seçilen Süleyman b. Abdülmelik’e göndermiştir. Kur’an, Kuteybe ve
benzerleri için şöyle buyuruyor; Aidiyat/8.ci
ayeti, “Ve O serveti sevdiği için katıdır.” Hümeze/3. Ayetinde ise; “Sanırdı
ki, malı kendisini ebedileştirmiştir…” Tebbet/2. Ayetinde ise; “O’na ne malı
fay da verdi, ne de kazandığı.” Talak/1. Ayetinde ise; “…Her kim Allah’ın
sınırlarını aşarsa, kendisine zulmetmiş olur.” Buyurmuştur. İbret alan için çok
anlam ifade ediyor, öyle değil mi dostlar?
Yeni Halife seçilen
Süleyman, Vali olarak Yezid b. El-Mühellebi atadı. Zulüm sanki genlerine işlemişçesine
Süleyman ve Yezid, tekrar Türk yurtlarına saldırmaya başladı. 100 bin kişilik
bir ordu ile Dehistan üzerine yürüdü ve Hükümdarı Sul Tekin’i yenerek şehre
girdi, hazineye ve servetine el koydu. Eli silah tutan 14 bin Türk’ü kılıçtan
geçirdi. Hızını alamayan Vali, Taberistan’a saldırdı, burayı yağmalayıp,
kılıçtan geçirdikten sonra da Firuz Kul’un idare ettiği Curcan Türkleri üzerine
yürüdü. Kuşatma 7 ay sürdü. Yezid askerlerine şöyle seslendi; “eğer kendisine
zafer nasip olursa, Türklerden akacak kanlarla öğütülen undan yapılan ekmeği
yeyinceye kadar oradan ayrılmayaca-ğıma ve Türklerin boyunları üzerinden
kılıcını kaldırmayacağıma dair Allah’a yemin ederim…” Sal-dırı ve aşırı
baskılara dayanamayan Türk birlikleri şehri teslim etmek zorunda kaldı. Şehre
giren Arap komutan, Talgan katliamında olduğu gibi geçeceği yolun sağ ve sol
tarafına 24 km’lik, yaklaşık 4 fersah uzunluğunda ağaçları diktirerek, Türkleri
birer birer bu ağaçlara astırdı. Zalim ve zulüm konusunda Kur’an bu Arap kavmini
sürekli uyarmıştı; “…Sakın bir kavme olan kininiz sizi adaletsiz-liğe itmesin!
Adaletli davranın! Takvaya en yakın olan odur. Allah’ tan korkun! Çünkü Allah,
bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Bu ayetler apaçık ortada iken, eli silah
tutan ne kadar kişi varsa hü-kümdar Firuz dâhil herkesi kılıçtan geçirdi. Daha
sonra El-Mühelleb, Allah’a verdiği yemin için eli-kolu bağlı 12 bin Türk’ü
Cürcan’ın Enderhiz Vadisi’nde; “Bunlardan intikâmını almak isteyenler gelsin,
intikâmını alsın…” emrini verdi. Yeminini yerine getirmek için Türklerin
kanıyla unları yoğur-ular, ekmek yaptılar ve yediler.
Bakın Kur’an ne
buyuruyor. Nisa/45 “Her kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmez ise onlar
hep zalimdir.” Nisa/47; “Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmez ise onlar
dinden çıkmış gü-nahkardırlar.” Buyurarak, Emevilerin ve valilerin Yüce
Allah’ın ve Hz. Muhammed’in emirlerine ve buyruklarına uymadıkları için
haklarındaki hüküm açıkça bildirilmiştir. Dostlar, dünya tarihinde böyle bir
zulüm duydunuz mu, okudunuz mu? ‘Kerbelâ’ bile bu katliamların yanında hafif
kalır, öyle değil mi? İşte bu sebepten dolayı, Kerbela olayını sadece Hz.
Hüseyin’e dayandırmıyorum. Zülmün ve vahşetin yaşandığı her yere ben “Kerbela”
diyorum.
Değerli dostlar. Zalim
Süleyman’ın ölümünden sonra yerine Ömer b. Abdülaziz geçmiştir. Ömer, diğer
zalim halifeler ve valiler gibi değildi. Son derece merhametli ve adaletli bir
kişiydi. Hiçbir zaman Müslümanlar arasında ayırım yapmadı. Ezilen müslümanlardan
vergi alınmasını yasakladı. Verginin alınmamasına tepki gösteren Vali Cerrah
b. Abdullah, yeni Müslüman olanların sünnet olması şartını getirdi. Halife Ömer
b. Abdülaziz, bu dayatmaya sinirlenerek; “Allah, Hz. Muhammed’i sünnetçi olarak
değil, davetçi olarak gönderdi.” Diyerek, Vali’yi azarladı. Halife Ömer, devam
eden Türkistan katliamlarını durdurdu ve Türkler üzerine seferleri yasakladı.
Valilerin Türkistan’da topladığı ganimetleri ve yüklü paraları hazineye
devretti. Halife Ömer, Vali Yezid’i huzuruna çağırdı ve toplanan tüm
ganimetlerin hazineye devredilmesini istedi. Vali Yezid, Halife Ömer’in bu
teklifini reddedince kendini hapis çukurunda buldu. Halife Ömer şöyle dedi;
“Onlar, zorba insanlardır. Ben böyle zorba insanları sevmem.”
Halife Ömer, yönetimde
değişiklik yaptı. Tüm zorba valileri birer birer görevden aldı ve yerlerine
adaletli, şefkatli valiler atadı. Türk beylerine olumlu mesajlar içeren
mektuplar yollayarak Türklerin Müslüman olmalarını istedi. Arap-Türk
ilişkileri, Halife Ömer ile en parlak ve en verimli dönemini yaşadı. Ticari ve
insani ilişkiler Türklerin özlediği şekilde düzenlendi. İnsani ilkelere dayanan
bu ilişkiler ve din adamlarının İslamı anlatmaları Türklerin ruhuna ve gönlüne
işledi. Böylece Türkler, kitleler halinde İslam'ı kabul ettiler. Bu dönemde
Türkler, saygı gördü ve Türklere ‘mevali’ yani Arap olmayan Müslümanlar denilmeye
başlandı.
Takva yolunu tercih eden
Halife Ömer; içkiyi, şatafatı, gösterişi, mal ve mülk düşkünlüğünü tercih eden
saray erkanı tarafından zehirlenerek öldürüldü. Arap idareciler, yeniden o eski
zalim kimliğine bürünerek seferler düzenleyip, can almaya, ganimet toplamaya
devam ettiler. Bu zalim yönetim, İslam'in yayılmasına büyük bir darbe vurdu.
Bu tarihi hakikatleri
okuyanlar, haklı olarak şu düşünceye kapılabilirler: “İslam Dini, kılıç
dinidir. Zorba bir dindir. İnsanları zorla Müslüman yapmayı gaye edinmiş bir
dindir. İslam Dini, yağmacı ve ganimetçi bir dindir.” Din dediğimiz inanç
sistemi, Kur’an’da anlatılmıştır. Kendilerini Müslüman olarak gören bazı
insanlar, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in yolunu terk edip, her türlü zalim saldırıları
ve hak gasplarını ‘fetih’ şemsiyesi altında izah etmişlerdir ve bu zehirli
zihniyet günümüzde de böyle kabul görmektedir. Oysa Kuran’ın temel emirlerine
baktığımızda, zorbalığın, mal yığmanın, katliam yapmanın ve zorla dini kabul
ettirmenin olmadığını görürüz. Buyurun görelim şimdi: Bakara/256 “Dinde zorlama
yoktur.” Bakara/90, “Haksız taarruz etmeyin. Çünkü Allah haksız taarruz
edenleri sevmez.“ Maide/77, “De ki, Ey kitap verilenler. Dininizde haksız yere
aşırılığa dalmayın. Nisa/174 “Ey kitap verilenler, dininizde aşırılığa
gitmeyin.” Enam/151, “Allah’ın muhterem kıldığı cana haksız yere kıymayın.”
Bakara/229, “her kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta
kendileridir.” Maide/8, “…Sakın, kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin!
A-daletli olun…” Bakara/143, “Bütün insanlar üzerine adalet örneği, hak
şahitleri olasınız.” Bakara/51, “…Allah zulmedenleri doğru yola çıkarmaz.”
Bakara/196, “…Allah’tan korkun ve bilin ki Allah’ın cezası çok çetindir.”
Bakara/142, “Doğu da, Batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola
çıkarır.”
Ayetlerden anlıyoruz ki, ‘Cihad’
diye insanlara anlatılanların tamamı Kuran dışı, uydurmalardır. Müslümanlar,
1300 yıl boyunca uydurulup, sistemleştirilen bu dini, din diye anlamış ve yaşamıştır.
Halen bu hurafeler dini en güncel haliyle varlığını sürdürmektedir.
Dostlar, Kur’an ayetleri,
vakti geldiğinde ete-kemiğe bürünerek hayat buluyor. Bakınız, bu zalimlerin sonları
nasıl olmuş, bir başka örnek gösterelim:
Müslüman olan ve olmayan
tüm insanlar, Emevi zulmüne isyan ettiler. Türkistan topraklarında Emevilere karşı
başkaldıran tarikat şeyhi Haris b. Süreye ve Türkmen olduğu pek çok kaynakta
belirtilen Ebu Müslim Horasani, Türklerin de yardımı ile isyan başlattı. Emevi
Devleti’nin başında bulunan Nasr b. Seyyar, bu kalkışmayı bastırmak için sert
tedbirler aldı, daha sonra barış yapacağı yalanını uydurup, Haris b.Sureyye’yi
yanına çağırtıp, çarmıha gererek idam ettirdi. Yakaladığı isyancıları da birer
birer idam ettirdi. Emevilerin yaptığı bu son zulüm, halkın daha da galeyana
gelmesine neden oldu. Köşeye sıkışan Vali Nasır, Halife Mervan el-Hımar’a bir
mektup yazarak yardım istedi. İşte o mektup: “Küller arasında kıvılcımları
görüyorum. Her an onların alevlenmesi mümkündür. Devletin başında olanlar, onu
söndüremezlerse, korkarım ki bu ateş nice nice cesed ve başları yakacaktır.
Hayretler içindeyim ve diyorum ki; bütün bunlar olurken Ümeyyeoğulları hâlâ
uyanık mı, yoksa derin uykuya mı dalmışlar? Keşke bunu bir bilseydim.” Bu
uyarıları dikkate almadılar. Horasan ve civarında yayılan bu halk isyanları
tüm Arap coğrafyasını kuşattı. Vali Nasır, çareyi kaçmakta buldu. Askeri,
siyasi ve dini yönden tüm yetkilerini kaybeden Nasır ve yönetimi/devleti
böylece yıkıldı: Halife ve valiler, yakalanıp, idam edildi. İşte ayetler böylece
zalimler için ete-kemiğe bürünerek hayat buluyor!
Dostlar, uzun yıllar
süren zulümler Türkler için artık son bulmuştu. Abbasiler, Türklerin teşkilatcı,
dürüst ve savaşçı olduğunu yakından görmüş ve Türkleri Abbasi Ordusunda
komutan ve savaşçı olarak yetkili kılınmıştır. Saraylarda Türkler için özel bir
düzen kuruldu. Türkler, bu coğrafyada ra-hatça ticaret yapabildi, Arap
topluluğu içinde parmakla gösterilen millet oldu. Tüm Türk yurtlarında can,
mal, namus ve toprak emniyeti sağlandı. Türk yurtlarında camiler, medreseler
açıldı, bilimin, sanatın ve edebiyatın kapıları açıldı. Arap vahşetinin yerle
bir ettiği Türk şehirleri yeniden imar edildi. Abbasi Hâlifesi Cafer el-Mansur
zamanında en haşmetli zamanını yaşayan Türkler, Halife Me’mun zamanında da
(833-842) özel ilgi gördü ve böylece
Türkler kitleler halinde Müslüman oldu.
Türkistan topraklarında,
Türklerin hayatını ve yapısını iyi bilen Abbasi liderlerinden b. El-Abbas
Horasan’daki Arap valilere şu talimatı göndermişti: “Sizler, Horasan halkının
yanında almaya çalı-şınız. Oralarda sizin davanızı destekleyecek birçok sağlam
yapılı insanlar (Türkler) vardır. Onların gönülleri temiz, kalpleri geniştir.
Geçici hevesler onları parçalamamış, aşırı duygular onları birbirine
düşürmemiş, bozgunculuk onlara ulaşmamıştır. Onlar gerçek askerlerdir.
Bedenleri sağlam, görü-nüşleri heybetlidir. Sakal ve bıyıkları olan er
kişilerdir. Onların harp sahalarındaki naraları korkunç, konuşmaları uludur.
Onların konuştuğu kelimeler, kirlenmemiş ağızlardan çıkmaktadır.”
Türklerin kitleler halinde
İslamlaşması, İslam Dininin daha hızlı yayılmasına neden olmuştur. Türk-lerin anlayışında
ırkçı tutumlarla dini yaymak yoktu. Hac/39 ayet der ki; “Kendilerine savaş
açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad izni verildi. Şüphe yok
ki, Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.”
Dostlar, Türklerin
İslamlaşma sürecini şu ana başlıklar halinde sıralayabiliriz:
a-) Kılıç zoruyla,
b-) Şamaniz’min İslâm’a
yakın olması,
c-) Ticari faaliyetler,
d-) Evlilikler yoluyla
kurulan akrabalıklar.
Yazımızın final kısmında
şu sözleri aktarmak isterim: İslam Dini, sevgi ve barış dinidir: Bakara/165,
“…İman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler. Haksızlık edenler
azabı görecekleri vakit bütün kuvvetin gerçekten Allah’ın olduğunu ve Allah’ın
gerçekten çok çetin azabı olduğunu görseler” diye bütün Müslümanları
uyarmıştır; ancak zalim halifeler ve valiler, Kuran’ın bu temel ayetlerini
para, şan, şöhret ve ganimet açgözlülüğü nedeni ile bir tarafa bırakmış ve
zalimlikte sınırları aşmıştır. Allah’ın sınırlarını aşanların akibeti feci
ölümler olmuştur.
Dostlar, Türklerin
doğruluk, dürüstlük, kahramanlık ve yaşayışları üzerine ünlü Fransız Yazar Alp-honse
Lamartin şöyle söylüyor: “Türkler, bir ırk ve millet olarak yeryüzünün en şerefli
insanlarıdır. Seciyeleri pek necip ve yücedir. Onların yurdu, kahramanlar ve
şehitler ülkesidir. Bence, insanlığa şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak,
insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır.”
Çek İlim Adamı Johann
Comenuis de diyor ki; “Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler.
Aksine kazanç sağlarlar. Bu yüksek millet, tuttuğu eli bırakmaz. Sözünden
dönmez. İyi ve fena günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle millet ile el ele
vermek, yeryüzünde her güçlüğü yenmek için sonsuz bir kudret ve kabiliyet
kazanmak demektir.”
Dostlar, bu konuyu
hazırlarken; askeri hakim ve tarihi araştırmacı olarak tanıdığımız Necdet
Bay-raktaroğlu’nun yazdığı "Tarihimizi Aydınlatan Belgeler" isimli kitabından
faydalandığımı belirterek konumuzu tamamlıyorum.