Dünyaya gözlerimizi açtığımızda bir isme,
bir kimliğe, bir bilince, bir amaca, ya da bir role sahip değiliz henüz. Sadece
biyolojik konumda ve nitelikte bir insanız. Peki, gerçekten yaşam boyunca olgunlaşmış
sosyal bir insan olmayı ne kadar başarabiliyoruz ve bunu gerçekten istiyor
muyuz?...
Ve aşağıdaki toplumsal hedefler
uğruna ne kadar olumlu çabamız vardır?:
1/Daha iyi bir dünya için ortak çaba:
Farklılıklarımızla bir arada yaşamak, çeşitliliği kucaklamak. Dayanışmayı tesis
etmek.
2/Eşitlik ve adalet mücadelesi: Ayrımcılık, ırkçılık ve ötekileştirme
gibi sorunlara karşı durmak.
3/ Gelecek nesillere sorumluluk: Her yönden sürdürülebilir bir dünya
yaratmak.
4/ Üretime katkı sağlamak: Yetenek, bilgi, ilgi ve deneyimlerimizi
devreye alarak; endüstriyel ve/veya sosyal üretimde bulunmak.
Aslında Hepimiz Bu Dünyaya İnsan
Olmaya Geldik
İnsan olmak… Bu basit kelime öbeği, ne kadar
da derin bir anlam taşıyor? Canlılar aleminin bir parçası olarak dünyaya gelen
bizler; bizi diğer canlılardan ayıran, "insan" yapan şeyin ne
olduğunu hiç düşündük mü? Psikolojik gelişim standardı, akıcı, mantıklı ve
tutarlı konuşma gücü, bir şeyler yapma veya bir şeylere neden olma
özellikleri... Akıl, vicdan, sağduyu,
empati… Bizi biz yapan, insanı insan yapan değerler nelerdir?
Bu yazıda, "insan olmak" kavramını derinlemesine inceleyerek, bu
sorulara cevaplar arayacağız. Ve sosyal bir varlık olmak için yol haritamızı
belirleyeceğiz.
Aristoteles'e göre insanın mutluluğunu
anlamak için öncelikle "işlevi"nin ne olduğunu anlamak gerekir. Her
canlının bir işlevi vardır; göz görür, kuş uçar, balık yüzer, tavuk yumurtlar.
Peki ya insan? İnsanın işlevi nedir? İşte bu soru, yüzyıllardır filozofları,
düşünürleri meşgul etmiştir. İnsanın işlevini anlamak, bizi insan olmanın temel
taşlarını keşfetmeye yönlendirir. Bu ipucu ve kılavuz, doğru bir başlangıç
noktası olacaktır bizim için.
İnsan Olmanın Temel Taşları
İnsan olmanın temelinde yatan birçok değer
vardır. Doğruluk, dürüstlük, empati, şeffaflık, merhamet, saygı, sevgi, adalet,
iç huzur…
Bu değerler, bizi birbirimize bağlayan, toplumsal düzenin ve huzurun temelini
oluşturan yapı taşlarıdır.
Yaşamımızı şekillendiren etkenler; başımıza
gelen olaylar değil, onlara verdiğimiz tepkilerdir. Bu tepkiler ise, kişisel
değerlerimiz, yani paradigmalarımız tarafından belirlenir, şekillenir. Kimi
zaman bu değerler, toplumsal normlarla çatışabilir ve bireysel ile toplumsal
arasında bir gerilim yaratabilir. Bu gerilimi nasıl yönettiğimiz, insan olmanın
önemli bir parçasıdır.
Hepimiz bu dünyaya insan olmaya geldik. Bu,
sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. İnsan
olmak, değerlerimize sahip çıkmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, empati
ve merhametle hareket etmek demektir. Unutmayalım ki, dünyayı daha iyi bir yer
yapmak, hepimizin elinde. Her birimiz, insanlık değerlerini yaşatarak ve
gelecek nesillere aktararak bu dünyayı daha güzel bir yer haline getirebiliriz.
Hepimiz bu dünyaya insan olmaya geldik; bu
da bize büyük bir toplumsal sorumluluk yüklemektedir. Empati kurmak, ahlaki
değerlere sahip olmak, kendimizi geliştirmek ve topluma katkıda bulunmak gibi
unsurlar, insan olmanın anlamını derinleştirir. Unutulmamalıdır ki, her birey
bu dünyada önemli bir yere sahiptir ve birlikte daha iyi bir gelecek inşa etme
potansiyeline sahibiz. Şimdi bu uğurda
insanî yürüyüşümüzü sürdürelim.
Yalnızca evimizin bir odasındaki ateşi
söndürerek yangından kurtulamayız. Apartmanımızın çatısını sağlam ama üçüncü
katı daha konforlu yaparak depreme karşı önlem almış olamayız. Global ölçekte
tüm insanlığın hayrına; iyiliğini ve güvenliği
en yüksek düzeye çıkarmanın çağımız için ahlaki bir buyruk olduğuna
içtenlikle inanmalıyız.
Kişiyi tatmin eden, güven hissi aşılayan,
kuşkulardan arındıran, huzur veren, yaşam tercihlerini anlamlı kılan kimlik
arayışı ve aidiyet duygusu bambaşka bir şeydir. Aynı inancı paylaşan, aynı
siyaset kulvarında koşan, aynı coğrafyada doğan, gelenek ve görenekleri aynı
olan kişiler; her alanda tartışmasız, sorgusuz yan yana olmak zorunda
değildirler. Önyargılı, kalıplarla yönlendirilmiş, mantık ve muhakemesi zayıf
insanların bu gerçeği idrak etmeleri mümkün değildir. Koyun ve tavukların
tasnifi gibi, insanları da kategorik şablonlarla değerlendirmek toplumsal bir
yaklaşım olamaz.
Hiç kimse, kendi kazdığı kuyuya düşmek
istemez. Bu nedenle uzlaşı ve birlikte yaşam alanını genişleterek, geri vitese
atar, hazlarını, hırslarını, doyumsuz alanını küçültür. Zamanın ruhu, tarihsel
süreç ve konjonktürel şartlar, onu bu yeni duruma zorlar.
Akıl, zihnin bir işlevi olarak çalışır ve bilincin
farkındalığına dayanır. Ayrıca hafızadaki bilgileri kullanarak çıkarımlar
yapar.
Bilinç, zihnin bir durumu veya işlevi olarak düşünülebilir. Akıl, bilinç
aracılığıyla düşünür ve karar verir. Hafızanın içeriği bilinçte
canlandırıldığında, geçmiş deneyimlerimizi değerlendirebiliriz. Hafıza,
bilincin bilgiye erişmesine olanak tanır ve akıl yürütme süreçlerine veri
sağlar. Zihin, hafızayı bir "depo" olarak kullanır; bilinç bu depoya
eriştiğinde geçmiş bilgilerle bağlantı kurabilir.
Akıl, zihnin düşünme ve problem çözme işlevidir.
Zihin, bilincin gerçekleştiği ve hafızanın depolandığı daha geniş bir
sistemdir.
Bilinç, zihindeki farkındalık durumudur ve hafızadan gelen bilgileri
işleyerek anlık deneyimi oluşturur.
Hafıza, geçmişteki deneyimlerin zihinde depolandığı ve gerektiğinde
bilince sunulduğu bir süreçtir.
Bu kavramlar bir arada çalışarak bireyin
kendini anlamasını, çevresine uyum sağlamasını ve öğrenmesini sağlar.
Anlamlı, tutarlı ve uyumlu
topluluklar oluşmadan, modern toplum kurulamaz. Tabi bunun öncesinde, birey ve
aile yapısının niteliği de önemlidir.
Toplumsal yasalar hariç, birey bilmediği, görmediği,
okumadığı, duymadığı şeylerden sorumlu
değildir. Vicdan azabı ve mahcubiyet de duymaz. Zaten her şeyi de bilemez,
böyle bir yükümlülüğü yoktur. Fakat bildiği, bilmesine imkânı olan şeylerden
sorumludur.
Yığın:
mantık, muhakeme ve realiteden yoksun olan bir bulaşma ve plansız, amaçsız, günübirlik
özentiyle oluşan, kazanç ve haz merkezli
sosyal bir birlikteliktir. Böyle
bir şey hayvanlar arasında olursa "sürü", insanlar arasında olursa
"yığın " olarak tanımlanır. Yığınlarda; amaç birliği, dayanışma ve
sözleşme yoktur.
Anayasal, demokratik, laik sosyal hukuk devletinde; etnik,
coğrafik, bölgesel, dini, mezhep ve aşiret tabanlı bir aidiyet, ideolojik,
askeri, ekonomik üstünlüğün; yasalar, temel hal ve hürriyetler karşısında bir
imtiyazı yoktur. Hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığı; herkesin ve her şeyin
üzerinde konumlanmıştır.
Aile ve topluluk
doğal bir birliktelik zeminine otururken, toplum yapay ve yasal normlarla
şekillenir ve tüm birey ve toplulukları kapsar.
Toplumda bireyler arasındaki ilişkiler; birlikte yaşamaya endeksli olsa da dar
dairede yan yana yaşamayı gerektirmez, bilinçli sınıfsal gruplar ve üst
kimlik dayanışması, beka, menfaatler zinciri, toplumsal uzlaşı ve sözleşmeler
gereğidir.
Ben kimsenin
inancını, düşüncesini, aidiyetini, amacını, beklentisini, söylemini, eylemini
sormuyor ve sorgulamıyorum.
“Tüm donanım ve kazanımlarıyla; sevgi, ilgi, bilgi, duygu, aşk, heyecan ve
yararlı bir fiziksel, düşünsel, sanatsal, tarımsal ve endüstriyel üretime ne
kadar katkısı var? Seçen ve seçilen kimliğiyle, demokrasi, hukuk, adalet ve tüm
evrensel değer ve kavramları nasıl yorumlayıp uyguluyor” ona bakarım.
İnsani kimliğimle hiçbir endişeye kapılmadan, başka bir coğrafyada
yaşayabilmeliyim. Başkaları da benim ülkemde, huzur ve güven içinde
konaklayabilmeli hatta şartlar uygunsa yerleşip çalışabilmelidir.
Toplum, yani
devletin canlı mekanizması olan milletin bünyesinde; farklı inanç, etnik kimlik
ve düşünce topluluklarının olması doğaldır ve dayanışma için gereklidir.
Kırılmaz noktamız şudur: bu toplulukla arasında iletişim kopukluğu, amaç ve
eylem birliği oluşmadığında, devreye giren güvensizlik algısı, devletin
geleceğini riske sokmaktadır. Bu bilinci yakaladığımızda; toplum içerisindeki
ideolojik, dinsel, etnik kimlik aidiyetlerinden endişe duyma ve yaratmaya
ihtiyaç olmayacaktır. Anlaşma ve anlamlandırma arayışlarında, iletişimde;
gelenek, görenek, kültür kadar, dil ve ifade sanatları önemli yer tutar. Bir
kişinin kültürü ve ana dili; rüyasını gördüğü dildir.
Hakikat arayışıyla,
gerekliğe ulaşabilmek; insani bir varoluş ve duruştur. Bir bilgisayarın
işlemcisini çıkarıp aldığınızda, onu sadece başka bilgisayardan gönderilen
komutları gösteren aptal terminal haline getirirsiniz. Ofisimizde ceketimizi
astığımız aptal uşak askısının bir üst versiyonu gibi. İşte bazı öneri, öngörü
ve dayatmalar da insanların iradesine ipotek koyarak, beyni ve vicdanını
sökerek, komut almaya hazır adeta aptal terminal haline dönüştürmektedir.
Hislerimizi,
duygularımızı; maddi, manevi egzersizlerle tatmin/tedavi ediyor ve doyurmaya
çalışıyoruz. Mücadele içinde geçen bir hayatın öznesi olarak başlayan
yolculuğumuz, öldüğümüzde başkalarının omuzunda taşınan bir nesne olarak
toprakla buluşmak için taşınıyor. İşte iki nokta arasındaki yaşam serüvenimizin
özeti budur.
İlkeler, kurallar,
kurullar belirleyip, herkese eşir uygulamadığımızda; birlikte yaşam umudumuz
suya düşecektir. Hukuk devleti ilkesi, hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığı;
anayasanın ve yasaların yaptırım gücü ve ruhunun, devlet mekanizmasının da
üzerinde konumlandığı zaman geçerlidir ve anlamlıdır. Bir toplumda, anayasal
hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü geçerli olduğunda; sizin hangi inanca
sahip olduğunuz, hangi partiye oy verdiğiniz, hangi siyasi partinin iktidarda
olduğu, başkaları için bir risk faktörü, uyumsuzluk ve huzursuzluk
içermeyecektir.
Yürürlükte olan
kanunlarımıza göre; “yasaları bilmemek mazeret sayılmaz” Yani “filan eylemin,
tercihin suç olduğunu bilmiyordum” diye bir özür ve mazeret ileri süremezsiniz.
Peki yasaları uzman düzeyinde bilen veya bilmesi gerekirken; yanlış
uygulayanların, olmayan delili ve suçu varmış gibi kabul edenlerin sığınacağı
meşru, yasal bir mazeret ve gerekçe olabilir mi? “O yasayı okumadık” mı diyecekler? Eğer şahsi
görüş ve inancınızı, konjonktürel ve ısmarlama bir bakışı, karara dönüştürecekseniz; lütfen altına
“filan yasaya göre ve millet adına…” diye açıklama eklemeyiniz. Çünkü yasalar
şahıslara göre şekillenmez ve milletin geneli de böyle düşünmez. Hiçbir yasa;
bilimin, mantığın ve evrensel kabul görmüş kurucu ahlakın, doğal hukukun
ilkeleriyle çelişemez. Çelişirse eğer insanın varoluşunu, temel hak ve
hürriyetlerini yok saymış olur. Hukukun temel ve evrensel ilkelerine
dönüldüğünde, varsa bir kusuru, suçu; devlet ve hükümet, böylece kendini de
affettirmiş olur.
"Dükkanıma
hırsız girmesin diye kapıya köpek bağladım, köpeğimi de çaldılar" diye
isyan ediyordu bir esnaf. Öncelikle toplumda hukuk bilinci ve bireysel ahlak yaygınlaşacak, devlet de
hukuku ve kurallarını; bir bilim hassasiyetiyle herkese, zamanında ve adil
uygulayacak.
Anayasal, demokratik
ve laik bir hukuk devletinde; devletin bir dini inancın yanında ve karşısında
olması mümkün değildir. Devlet denetleyici, koruyucu ve düzenleyici konumdadır.
Yurttaşlar kendi inancını; kurulu düzene ve diğer yurttaşlara zarar vermeyecek
şekilde yaşayabilirler. Yaratıcı
Tanrı inancı, birçok din ve felsefi sistemde, evrenin ve yaşamın yaratıcısı
olarak Tanrı'nın varlığını kabul eder. Bu inanç, insanların yaşamlarına anlam
katma, ahlaki değerler belirleme ve toplumsal düzen sağlama işlevi görür.
İnsanlar Tanrı’nın varlığına dair fiziksel,
somut, doğrudan bir kanıt olmamasına rağmen inanç geliştirir, akıl yürütürler.
Bu inanç, ahlaki, anlam arayışı ve evrensel düzen duygusu gibi soyut kavramlar
üzerine kurulur. Yaratıcı Tanrı inancı, insanların kolektif bir kimlik ve amaç
geliştirmesine yardımcı olur. İbadet ritüelleri ve dini pratikler, bir topluluk
oluşturur. Tanrı genellikle merkezi otorite olarak görülse de, bazı dini ve
spiritüel öğretilerde, Tanrı'nın varlığı tüm evrende, her şeyin içinde dağıtık
bir şekilde bulunur. Bu, merkezi olmayan bir "varoluş sistemi" gibi
algılanabilir. Tanrı, maddi dünyada görünmezdir ancak varlığı hissedilir.
İnsanlar, ahlaki düzenin ve evrensel yasaların Tanrı tarafından korunduğuna
inanır.
Tanrı inancı, fiziksel dünyanın ötesinde bir anlam ve gerçeklik düzlemi
olduğunu öne sürer. İnsanlar, bu inanç sayesinde dünyaya farklı bir
perspektiften bakar. Tanrı'nın varlığı ve doğası hakkında birçok tartışma ve
eleştiri vardır. Kimileri Tanrı’ya inanırken, kimileri bunun bir yanılsama
olduğunu savunur. İnanç ve imanın
temellerini; somut bir dayanaktan ziyade kolektif bir inanç sistemi değeri
belirler. İnançlar, spiritüel ve felsefi akımlar; bir toplumda adeta genleşme
tankı gibidir. Çatışma, gerilim, kavga ve çekişmeleri adeta üzerine depolar.
Uzlaşı, ortak karar,
mutabakat, sözleşme, akit, taahhütname, teminat ve diğer eş anlamlı kelimeler; birey,
aile, sivil toplum, yerel topluluk ve milletin tamamını ilgilendiren hüküm,
anlam, yükümlülük, sorumluluk içeren sonuçlar üretirler. Meşruiyet çizgisinde
ve hukuka uygun maddeler içeriyorsa; ilgili yazı metni amacına ulaşmaya
adaydır.
Alman düşünür Goethe'nin Faust
adlı eseri; insan doğasının arzuları, bilgi, güç, haz arayışı ve sınırlarını
aşma çabası, sonuçlarını sorgulama üzerine, derin felsefi, psikolojik ve
toplumsal çıkarımlar sunar. Şeytan (Mefistofeles) ile yapılan anlaşma,
insanın kendi kaderini belirleme, güç, bilgi ve haz arzusuyla sınırlara meydan
okuma eğilimini simgeler. Bu arayışın tehlikelerini ve insan doğasının
karmaşıklığını gözler önüne serer.
Nikâh memuru geline âşık olmaz, Görevinin gereğini yapar, gerisine karışmaz.
Toplumların geleceği, güvenliği ve sürdürülebilirliği açısından; diplomatik
düzeyde, yasal ve meşru anlaşmalar, her düzeyde yapılabilir. Adeta SWOT analizi yapılarak,
“kazanılabilecekler, kaybedilebilecekler listesi” analiz edilir. Son karar
verilir. Faust’un “şeytanla” bile anlaşma yapılabilmesinin gereği ve gerçeği bu
şekilde yorumlanabilir. Tıpkı kurtuluş mücadelesi verdiğimiz devletlerle
yapılan “Lozan Anlaşması” gibi. Zamanın ruhu, şartları ve müktesebatımız onu
gerektiriyordu. Duygularımızın kabullenmekte zorlandığı bazı gerçekliklerin,
akla ve mantığa dayalı gerekçeleri vardır.
Bu bağlamda, farklı
disiplinlerden çıkarılabilecek dersler şunlardır:
1/Faust'un
yaptığı anlaşma, hukukun temel kavramlarından biri olan sözleşme meselesini
gündeme getirir.
Her sözleşmenin etik ve ahlaki sınırları olmalıdır. Yasal olan her şey ahlaki
değildir. Bir bireyin kendini feda etmesi veya insanlık değerlerinden
vazgeçmesi, hukukta geçerli bir sözleşme olamaz.
2/Faust’un
bilgi ve güç için her şeyi göze alması, toplumların modernleşme ve ilerleme
süreçlerindeki sınırları aşma arzusunu temsil eder.
Toplumlar, gelişme uğruna değerlerini kaybetmemeli. Hızlı ilerlemenin getirdiği
etik sorunlara karşı toplumsal bilinç geliştirilmelidir.
3/Faust’un
sonsuz bilgi ve güç arayışı, insanın doyumsuz arzularını ve bu arzuların
psikolojik etkilerini yansıtır.
İnsanın doyumsuzluk duygusu, psikolojik tatminsizlik yaratabilir. Bu yüzden
bireylerin kendi arzularını sorgulaması ve sınırlarını bilmesi önemlidir.
4/
Faust’un şeytanla anlaşması, ahlak felsefesi ve varoluşsal sorular açısından
ele alınabilir. Faust’un trajedisi, insanın anlam arayışını ve ahlaki
ikilemlerini gözler önüne serer. İnsan,
varoluşsal sorularına cevap ararken etik değerlerini kaybetmemeli. Nihai amaç,
insanın kendi anlamını bulması ve ahlaki bir yaşam sürmesidir.
5/Faust’un
güç arayışı, liderlerin ve politikacıların idealleri uğruna etik değerlerden
sapma riskine işaret eder. Liderler, halklarına hizmet ederken etik değerlerden
sapmamalıdır. Güç, sorumluluk ve adaletle dengelenmelidir.
6/Tarih
boyunca insanlık, ilerleme ve güç uğruna etik değerlerden vazgeçtiğinde
felaketlerle karşılaşmıştır (örneğin, savaşlar ve sömürgecilik).
Tarihten alınacak en büyük ders, insanlık değerlerinden vazgeçmeden ilerlemek
gerektiğidir. Faust’un trajedisi, insanlığın etik sorumluluğunu unuttuğunda
nasıl bir bedel ödeyebileceğini hatırlatır.
Sonuç:
Faust’un
hikayesi, insanın sınırlarını bilmesi ve etik değerlerini koruması gerektiğini
vurgular. Bilgi ve güç arayışının, ahlak ve vicdanla dengelenmediğinde birey ve
toplum için felaketlere yol açabileceğini gösterir. Faust, insan varoluşunun
temel sorularını ele alan, zamansız bir eserdir. Bu eseri farklı disiplinlerin
bakış açısıyla incelemek, insan doğasını, toplumu ve dünyayı daha iyi anlamamızı
sağlar.
Birlikte yaşam, üretim, yönetim ve
denetimin; somut ve soyut dayanak ve gerekçelerini irdeledik. Farklı bilimsel
disiplin ve ifade sanatlarıyla açıklamaya çalıştık. Akıl, mantık, hukuk
zeminine çekmeye özen gösterdik. Buna rağmen açıklığa kavuşmayan, unutulan
noktalar olacaktır.
Bu yazının bütünlüğünü bozmadan anlaşılması, yorumlanması, uygulanması,
geliştirilmesi, yaygınlaştırılması; toplum içinde ve evrenin çatısı altındaki
insani yürüyüşümüzü daha anlamlı kılacaktır.