Küçük yaşlarımızdayken hangimizin korkuları yoktu ki? Eminim her çocuğun unutulmayan bir korkusu vardır. Zaten insanın aklında kalanlar, sıradan olaylar değil, sıra dışı yaşanmışlıklardır.
Bizim köyde yaramazlık yapan çocuklar genellikle jandarma ile korkutulurdu. Daha yaygın olarak da canavar, şeytan gibi varlıklarla... Zaten bu ikisinden korkmayan çocuk yok gibidir. Çünkü her çocuk, bir şekilde bu tür varlıklarla korkutularak büyütülmüştür.
Benimse, bunların dışında bir korkum daha vardı ki çocukluğumun en derin iz bırakan korkusuydu. Şimdi o korkuyu hatırladıkça, yerini derin bir hüzne ve içimi yakan bir acıya bırakıyor...
Korkunun, büyüyünce nasıl acıya dönüştüğünü anlatacağım şimdi.
Köyümüzün yaylaları vardı. Yaz geldiğinde, köylülerle birlikte biz de yaylaya göçerdik. Yaylamız, birbirine çok yakın iki obadan oluşuyordu: Aşağı oba ve yukarı oba. Bizim evimiz aşağı obadaydı. Yukarı oba ise biraz yukarıda ve ilerideydi. Her iki obanın hemen altında, etrafı taş duvarlar ve çalılarla çevrili geniş bahçeler bulunurdu. Hayvanlar bahçelere girip zarar vermesin diye bu alanlar çevrilmişti. Bizim obadan bahçeye sadece bir kapıdan girilebiliyordu.
Bahçe kapısına çok yakın bir ev vardı. Ve o evin önünde, çocukluk aklıma göre "canavar" gibi görünen genç bir kadın otururdu. Genellikle evlerinin önünde yerde oturur, ağzı yüzü biraz yamuk, konuşamaz ama garip sesler çıkarır, el-kol hareketleri yapardı.
O kadar çok korkardım ki... Tir tir titreyerek ablalarımın arkasına saklanarak geçerdim oradan. Çünkü bahçeye gitmek için, mutlaka onun önünden geçmek zorundaydık. İsmi Mümine’ydi. Beni onunla korkuttuklarını hatırlamıyorum ama nedense ondan öyle böyle değil, çok korkardım. Öyle ki evlerine yaklaşınca neredeyse bayılacak gibi olurdum. Hele yalnız başıma oradan geçmem imkânsızdı. Ablalarımın zorla ikna etmesiyle, ancak onların arkasına saklanarak ve Mümine’nin beni görmeyeceğinden emin olduğum zamanlarda geçebiliyordum.
Aklımda kalanlar: Evin önünde yerde oturuşu, bazen uzun bir iple bağlı oluşu, el-kol hareketleri, çocukları görünce çıkardığı çığlığa benzer sesler... Ve bir çocuğun aklını başından alacak kadar sarsıcı o korku...
O zamanlar Mümine’nin gerçekte kim olduğunu bilmiyordum. Çok sonraları öğrendim: Mümine, bedensel ve zihinsel engelliydi.
Evden uzaklaşıp kaybolmasın, kendine zarar vermesin diye yanında kimse olmadığında bağlıyorlarmış onu. Belki de bağlı oluşu da korkumu artırmıştı. Çocuk aklımla kim bilir ne hayaller kurmuştum...
Meğer insanları görünce çıkardığı o sesler, sevinç çığlıklarıymış.
Ellerini açıp sallaması ise sevgiyle sarılmak, kucaklamak istemesindenmiş...
Ama gel gör ki, onun sevincinden doğan çığlıkları, bana korku gibi geliyordu. Gördüğümde hissettiğim o yoğun korku, zamanla yerini bir pişmanlığa ve derin bir üzüntüye bıraktı.
Büyüdüğümde Mümine artık yoktu. Çünkü kuş olup cennete uçmuştu...
Ablalarıma Mümine’yi sorduğumda, duyduğum her kelimeyle yüreğim parçalandı. Onlar anlattıkça ben ağladım, anlattıkça içim yandı. O zamanki korkum, yerini tarifsiz bir acıya bıraktı.
Şimdi her hatırlayışımda gözlerim dolar... Keşke Mümine’nin yanına otursaydım. Keşke ona sarılsaydım, sevincini paylaşsaydım... Keşke onunla oynasaydım, ilgilenseydim, yalnızlığına arkadaş olsaydım...
Keşke onun sevinç çığlıklarına korkuyla değil de, gülümsemeyle karşılık verebilseydim...
Siz siz olun, çocukları yersiz ve gereksiz şeylerle korkutmayın!
Düş(lerin) Terzisi
Yazarın
Önceki Yazısı