Güneş hala ısıtıyor ve aydınlatıyor. Yeryüzü bereketini esirgemiyor.
Yine dört iklimi yaşıyoruz, canlılar yeniden yeniden yaratılıyor..
İnsanlık hayat bulmaya devam ediyor...
İnsanlık, tarih boyunca
yaptığı gibi medeniyetler kuruyor; Çin Seddini, Tac Mahali, Mısır
Piramidlerini, Roma�yı, Paris�i, Senpetersburg�u, İstanbul�u inşa eden
insanlık, bu inşasına yeni ilaveler yapıyor, gelişiyor, geliştiriyor.
İlim ve teknikte kendisini de hayran bırakan bir boyutta yol alıyor.
Yani insanlık gözünü uzaklara dikmiştir; daha uzaklara..Aya, Marsa,
Güneşe daha ötelere...Ancak bizce ihmalkarı olduğu mel�un bir derdi de
var; dönüp kendine, gönlüne, yüreğine bakamamak...
Evet, gelinen
noktada çoğu şeyler hepimiz için yeni, yeni ve karmaşık. Yeryüzü varlığı
hiç bu kadar kalabalık olmadı. Km2�ye düşen insan sayısını hiçbir
devirde bu rakamlarla tanımlamadı. Teknolojinin ulaştığı seviye ve
kullanım alanındaki zenginlik ve karmaşayı da tanımamış, denememişti.
Yeniden örülen eylemler dünyasının sonucu olarak doğan problemlerde
hepimiz için yeni. Bu yeni ağır ve karmaşık durum karşısında insanlık
teçhizattan, korunmadan yoksundur. Geleceği bir tür iyi niyete
terketmiştir. Bu ürkütücü bir durumdur. Kendini savunmasız bırakmış ve
gelecek endişesi taşımaktadır. Mutluluğu daha kaynağında torpillemiştir.
Kimsenin garanti edemediği ve tarihin çok tanık olduğu dört delinin
dünyayı yakamayacağından kimse emin değil. Kaldı ki böyle olmasını
arzulayan senaryolar, engelleyici senaryolardan daha fazla ve
revaçtadır.
Bu emniyetsizlik sarmalı, dünyanın bir kesiminde
oluşturulmakta, pişirilmekte, servis yapılmaktadır. Gariptir ki
teknolojinin kaynağı da aynı kesimin ürünü. Gücü elinde bulunduran yine
aynı mahfil. Elbette yan gelip yatanların bundan şikayete de hakları
yoktur. Olmalı mı? Belki herkes verdiği emek miktarınca, gücü elinde
bulunduranlar dünyanın büyük bir bölümünü yok farz ederek projelerini
geliştirirken, bir bölümü bunların ardına takılmakta, bir bölümü
beklemede, bir bölümü yaşama savaşı vermektedir. Boyun eğme ve boyun
eğdirme mekanizması çok acımasız bir şekilde her sahada
çalıştırılmaktadır. Dünyamızın, insanlığınsa bu yükü nereye kadar
taşıyacağından kimse emin değil. Gelinen noktada kanaatim o ki,
insanlığın en büyük problemi emniyetsizlik-güvensizliktir.
Emniyet
ve güvenin olmadığı yerde mutluluktan söz açmak düpedüz saçmalıktır.
Evet insanlık tüm bu şaşalı, gösterişli, medeni olma iddiasını bir
saçmalığa bağlamıştır. Ne, nerede,ne zaman,kim ve ne için soruları bu
saçmalıklar dünyasında doğru yerine oturmamaktadır. İnsanın tek başına
hiçbir şeye yetmediği, yine kendisi tarafından hazin olarak anlaşılmış
olması ruhunu dağıtmıştır. Birbiri ile ilgisi olmayan atomlarına
bölmüştür. Her fert kontrolü elinde olmayan ilişkiler ağı içerisine
saplanıp kalmıştır.
Reel dünyayı, vatanlı, bayraklı, milletli
topluluklar halinde görüyoruz, hemen bunun ardından bu durumun da
göreceli bir durum olduğunu görüyoruz. Ardından halihazır bir çıkış yolu
olmadığını yine biz idrak ediyoruz. Yine aynı kaynaktan,
batılılaşma-modernleşme projelerinin üretildiği ardından seküler bir
vaazın geldiği, vaaza kulak kabartanların silah sesleri ile şaşkına
döndüğüne de şahit oluyoruz. İnsanlığı yatay olarak sekülerizm
önerilirken, dikey olarakta bahse konu milletler-muhataplar, minimize
edilmekte, alt kültürlere kadar, kılanlara, kabilelere, aşiretlere,
ailelere bölünmektedir.
Bu yatay ve dikey dayatmaların aynı
merkezden gelmesi ve nasıl bir dünya hedeflediğini renksizleştirmesi ve
gücü elinde bulundurması şaşkınlığın asıl kaynağı olmaktadır. Evet bu
yeni yol başında insanlık şaşkındır. Bugün dozu yükselen emniyetsizlik
ve şaşkınlık dönemlerini insanlık tarih içinde yaşamıştır. İnsanlık önce
sosyal bir varlık olduğunu fark etmiştir. Hemfikir olduğu şey insanın
bir başına yaşayamayacağıdır. Evet insanlar bir arada yaşayacaktır, ama
nasıl ?
Tarih, bu nasılın cevabını aramaktan ibarettir. Bu nasıla
cevap ararken felsefeye ve dine ulaşmıştır. Yakın zamana kadar da
insanlık dinlerin egemen ve hegemon olduğu bir dünyayı yaşadı. Çağımızda
da özellikle aydınlanma denilen süreçten sonra da bu çağı geride
bıraktığına inandı,inandırıldı. Halbuki din, toplumların hayatında
yaşamaya devam etti, ediyor. Ancak görmezlikten gelinerek, yok farz
edilerek dünya yönetilmeye devam ediyor. Gücü elinde bulunduranlar
insanlığı böyle olmaya bir tür zorladılar. Determinizm ve materyalizm
esas alınarak dünya yeniden dizayn edildi. İnsanlık Kapitalizmi,
Faşizmi, komünizmi tanıdı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını gördü,
onulmaz acılar çekti, çekmekte...
Geldiğimiz eşikte modernitenin
emniyetimiz ve mutluluğumuz için yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Veriler
bizi mutlu etmeye yetmemiştir. Fakat bu problemin de çözülmesini yine
insanın kendisi istemektedir. Evet insanlık çözüm istemektedir...
Bu
yol başında, çözüme yönelen insanlar bir yandan felsefik argümanlar
üretirken, bir yandan da kendisine mutluluk kaynağı olduğuna inandığı
dine yönelmektedir. Bu güçlü bir yönelmedir ve 21.yy. Buna hazırlıklı
olmalıdır. Ayrıca çok genli bir yöneliştir. Bu yöneliş her fert ve
cemiyet için ayrı bir anlam taşımaktadır. Kimileri ruhi problemlerine
çözüm amacı ile yönelirken, bir kısım yönelimlerin nedeni ekonomik ve
sosyaldir. Yöneliş nedeni ne olursa olsun, din bir buluşma noktası
konumuna yükselmektedir. Ardından gelen soru elbette hangi din
sorusudur. Bu ana çıkışta, her dinin ve dini anlayışın ortak şansı
vardır. Ancak problem derinleştikçe yönelimlerin yönü ve hızı değişmekte
ve belirginleşmektedir.Pek çok Doğulu ve Batılı düşünürün kısmen
tereddüt taşısalar da bu yönelim ve belirginleştirmede İslam�ı öne
çıkmış, çıkarılmış görüyoruz. Bunun öncelikli nedeni yönelimin her iki
kolunu oluşturan ekonomik ve sosyal, ruhi ve psikolojik dinginlik
talebi, yönelimlerine cevap verebileceğinin umulmasıdır. Bu umma ve ümit
etme beklentileri ne denli karşılar ve ya dinin bu beklentileri
karşılamak gibi bir borcu var mıdır ? İnsanlar, İslam�ın bu sorulara
cevap teşkil edecek yapısını ne kadar açığa çıkartıp insanlığa
sunabilecekler. Biliyoruz ki, din ve düşüncenin kendisinin mükemmel
olması, her şeyin mükemmel olacağı anlamına gelmiyor. Mükemmellik temsil
de gerektiriyor. Tarih boyunca nice iyiniyetli düşüncenin, nice insanın
hayatını karartan ucubeler haline geldiğine şahittir. Bugün de bunun
böyle olmadığını kimse garanti edemez. Her neyse ?...
Biz de,
özel de, insanlığın gerçekten bir yol başında olduğuna inanıyoruz. Dine,
özellikle İslam�a bir yönelişin olduğunu, İslami olanlara da, bir
yönelişin olduğuna katılıyoruz. Bu yönelişte insanlığın önüne çıkan
öğeleri; başta kitapların dünyası, tarihi yapılar, varolan cemiyetler ve
özelliklerini, gerek tarih içinde, gerek günümüzde temsilcileri ilk
sırayı almaktadır.
Biliyoruz ki din de, düşünce de çoğu zaman
gücünü temsilcilerinden almaktadır. Temsil yeteneği önemli bir
argümandır. İnsanlarla temasta temsilci en yakın özne olması nedeni ile
etkinliği de o denli güçlü ve geçerli olabilmektedir.
Temsil bir
kavrayış ve sunuş meselesidir. Peygamberler bu kavrayışı, sunuşu tebliğ
yoluyla gerçekleştirmişlerdir. Düşünce temsilcileri ile düşünceyi
kavradıktan sonra onu şahsında yaşamak sureti ile çevresini etkiler. Bu
bir iddiaya dayalı olduğu gibi bir ideali yaşama biçiminde de
gerçekleşebilir. Bu yaşantı biçimi hazır bulunanlarca bir takım
yargıların oluşmasına neden olur. Bu yargılar müspet olduğu gibi menfide
ola bilecektir. Müspet yargılar tarafsızlık bilincini oluşturur ve
bundan dostluklar doğar. Menfi yargılardansa sonuçta düşmanlıklar
doğabilmektedir.
Özde bilinir ki, her düşünce ve her temsilci
düşmanlıktan çok dostlukların çoğalmasını ister, bu tabii bir şeydir.
İnsan egoist bir varlık olması nedeniyle kendi benimsediği doğruların
başkaları tarafından da paylaşılmasını ister. Bir tür kendini
başkalarında görmek ister. Düşüncenin, eylemin başkalarınca paylaşılması
bir güven ortamı oluşturur. Güven arkasından gücü çağırır. Güç ve
güvense, düşüncenin daha kolay ve fazla yayılmasını sağlar. Sonuçta biz
insanlar, bir dini, düşünceyi, yönelişi kabullenirken önce o düşünceyi
temsil eden öğelere sarılır, onu tanır, benimseriz. İnsanda canlı bir
temsilci ve öğe olduğundan,bütün eşya ve unsurlardan çekicidir,
caziptir. Önce bu çekim unsuru benimsenir, tanıma merakı artar, ardından
o unsuru oluşturan düşünceye ulaşılır. Sonra düşüncenin kaynağına
yönelinir. Artık dışardan sempati ile bağlanan fert, önce unsurla, sonra
düşünceyle, daha sonra düşüncenin kaynağı ile aynileşir, bütünleşir,
benimser.
Konumuz, Mevlâna Celaleddin Rumi�nin, düşüncesinde ve
şahsında bu işlevin birebir gerçekleştiğini görmekteyiz. Gerek çağında,
gerek tarihi süreçte, gerekse günümüzde bu gerçekleşme kesintisiz süre
gelmektedir.
Özellikle, islam�ı tanımayan, belki düşünceyi
felsefeden takip eden batılılar ve başkaları ,problemlerine felsefik
çözüm ararken doğu felsefesini merak etmekte, onunla mesai yaparken
doğunun, İslam�ın bir temsilcisi olarak Mevlâna�ya ulaşmaktalar. Mevlâna
üzerine yoğunlaşmaları,onları Mevleviliğe, Tasavvufa ve İslam�a
taşınmalarına neden olmaktadır. Bunda yadsınacak bir şey yoktur ve çok
tabii bir tutumdur. Önemli olan Mevlâna�nın bu rolü daha aktif yapa
gelmesidir. İşte Mevlâna�nın farklılığı buradan doğmaktadır. Binlerce
tasavvuf erbabı gelip geçmiştir. Ancak Mevlâna kadar kalıcı ve
etkileyici iz bırakan örnek az bulunmaktadır. Bunu nasıl başarmıştır?
Mevlâna önce çağına ve çağlara, bütün insanlığı sarsan şu mesajla feryad etmiştir. O�nun muhteşem gel çağrısı ilk farklılığıdır.
�Yine de gel...Yinede gel! Ne olursan ol yinede gel!
Hıristiyan, Mecusi, putperest olsan yinede gel...
Bu bizim dergâhımız umutsuzluk dergahı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş bile olsan yine gel�
Mevlâna�nın
bu gel çağrısı ,bel ki gününde bu günkü kadar etkili olmamıştı,
olamamıştı. Çünkü insanların o zamanda sınırların ötesini net olarak
düşünecek ne bilgileri, ne de kapasiteleri olabilirdi. İnsanlar o
zamanda duygu ve düşüncelerini ancak bulundukları sosyal guruba
açabilecek, belki beceri, görüşe sahip olabilirlerdi. Mevlâna�nın bu gel
çağrısı zaman ilerledikçe anlam kazandığı kanaatindeyim. İnsanlık ruh
çalkantılarına maruz kaldıkça bu gel çağrısının daha anlam kazanması
mümkün olacaktır. Belki de 21.yy. Bu gel çağrısı için iyi bir eşiktir.
Yukarıda da bahsettiğim gibi insanlık ciddi bir yol kavşağında
bulunmaktadır. İnsanlar beğendiği , benimsediği insanların hayatını bire
bir yaşama imkanına sahip olmayabilirler, bu çoğu zamanda mümkün olmaz
.Şimdi birisinin kalkıp Mevlevi takkesi giyip, sema dönüp, sokakları
arşınlaması kolay olmaz belki, gereksiz de ancak Mevlevi gibi düşünmek,
Mevlâna�nın düşüncelerinden sonuna kadar yararlanmaktan kimse kimseyi
alıkoyamaz. Onun için,bugün, Mevlâna�nın varlığından çok etkinlik gücüne
sahip olan Mevlâna�nın sözleri ve ortaya koyduğu eserleridir. Veciz
ifadelerle yüklü sözleri ve eserlerinin insanların anlaması, biri birine
taşıması, kavraması daha kolay ve insanlar için bugün daha anlaşılır
bir şeydir. Zaten insanların bugün yaptığı da tastamam budur.
İnsanların
bu çağda asıl ardına düştüğü bilgidir. İnsanlar ülkeden ülkeye,
toplumdan topluma değişse de, bilginin değerini bilmektedir. Teknolojiyi
bunun için seferber ettiği gibi, kurumlaştırdığı eğitime ciddi
kaynaklar ayırmaktadır. Her köşede bilgi kovalamaktadır. Basın-yayından,
okullardan, bilgisayara ulaşan ciddi bir eğitim ağı bulunmaktadır. Bu
böyledir de, insan bu harcamalarına ve çabasına rağmen eğitimden umulanı
alabilmekte midir? Eğitim doğruyu bulmasına veya duygu dünyasına ne
kadar cevap verebilmektedir? Çağın insanının en büyük boşluğu buradadır.
Bilgi doğruları bulmamıza yardımcı olmaktadır. Ancak doğrulardan
mutluluğu çıkarmasını başarabilmekte miyiz? Sıkıntı buradan gelmektedir.
Buna evet dememiz de mümkün gözükmemektedir. Bilgi, insanın duygu
dünyasını fethetmekten çok uzaktır. İnsanın mutluluğu ise ,özde
duygulardan haz almaya daha yakındır. Mutluluk varsıllıktan çok
duygusallıktır. Duygusallık manevilik. Mevlâna bu duygusallık durumunu
aşkla karşılamaktadır. Mevlâna aşkı hayatının ve varlığının mihveri
yapmıştır. Varlığın birliğinde, düşüncesinde, hayal dünyasında hep aşk
vardır. Aşk bir tür hayatın kendisidir. �Anamız aşk, babamız aşk, aşktan
doğduk biz; aşklar arındıkça ilahi aşka çıkar� diyen Mevlâna�nın
çağrısı belki hepimizin hedefi olmalı, belki dünyadaki eksiğimiz
aşksızlıktır. Üstün idrak hepimizin problemi belki, üstün idrake
varmanın da yolu bu. En azından sevmesini bilenlerin iddiası bu. Neden
olmasın? Hakkaniyete ulaşmanın yolu da buradan geçer. Nefsinin ardına
düşen insan yöneldiği oranda doğrulardan ve sevgiden uzaklaşmaktadır.
Zararlı ve marazlı bir hale gelmektedir, büyük yanlışlar yapmaktadır.
İnançta, imanda hepimizin ruhunun darmadağınık olmadığını kim
söyleyebilir? Hepimiz marazlı tipleriz ve doğru bakamamaktayız. Doğru
bakabilsek, dünya bu emniyetsizlik ve güvensizlik sarmalına düşer,
medeniyetler çatışması üretir miydi? İnsanlığın ruhunu tam kavrayacak ve
kuşatacak durumlara ihtiyacı var, bunu nereden mi anlıyoruz? Ne adına
bir örgüt kurarsanız kurun, ardını-önünü düşünmeden yığınlarca insanı
yanınızda bulmanız mümkün. Bu insanlığın ciddi bir arayış içinde
olduğuna işarettir. Madem ki arıyor insan, o halde bulmaya değer olanın
peşine-ardına takılmalı. Mevlâna bu koşuda bize ışık olabilir. Yeniden
dünyaya ve varlığa aşkla bakabilmek.
Tabiidir ki toplumların,
insanların bunu hedefleyebilmesi için eğitimde ve bilgilenmede
eksiklerini gidermesi gerekmektedir. Çünkü bilgi hayatın deveran eden,
üreten yüzünü karşılamaktadır. İnsanlık üretmek durumundadır, üretmek ve
tüketmek ekseninde bilgilenmesi de hayıtının devamı için bir
mecburiyettir. Bunu yaparken de, hayatını anlamlı kılacak ürettiğinden,
tükettiğinden zevk alacağı bir ruhi akış içine de girmesi gerekmektedir.
İnsanın dünyada mutlulukla tutuna bilmesi için de, aşkı bilgisine mecz
etmelidir. Bir tür hayatının harcı yapabilmelidir. Bilgi bir başına
mutluluğumuza yetmektedir.
İnsanlık dün de bugün de bizce yeterli
olmasa da Mevlâna�nın hayatı bahasına ortaya koyduğu aşk çağrısına
karşılık bulabilmiştir. Bir fert olmasına rağmen, ferdi aşan bir
boyutta tarihi ve günümüzü etkilemiştir. Her dinden, her dilden her
ülkede, dünde bugünde bağlıları bulunmaktadır. Kültürel olarak başat
durumda Türkiye, İran, balkanlar başı çekerken; fert bazında ,
Pakistan�ın milli şairi Muhammed İkbal�ı, İtalyan asıllı Ord. Prf. Dr.
Anna Masala�yı en diri örnekler olarak görmekteyiz. Son devir tarihimiz
içinde ise Hüseyin Vassaf Efendi, Abidin Paşa, Suud-ül Mevlevi, Ahmet
Ferit Efendi, Hasırı-zade Şeyh Mehmet Efendi, Mehmet Esat Dede, Ahmet
Avni Konuk, Tahirü-l Mevlevi, Erzurumlu Abdülrezzak İlmi Efendi, Nayı
Osman Dede, Ahmet Remzi Dede, Abdülbaki Dede, Mehmet Ziya Efendi Mevlevi
bağlıları olarak görürüz. Yine Bursalı Mehmet Tahir Bey, Fuat Köprülü,
Saadettin Nüshet Ergun ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi Osmanlı Kültürü
içinde yetişip bilgi ve görgülerini cumhuriyet Türkiye�sine aktaran
Mevlâna dostu ilim adamlarımızı görmekteyiz.
Bu deryadan herkes nasibi ölçüsünde rızıklandı, rızıklanacak. Ne denilir ki ?
� ŞEVKAT VE MERHAMETTE GÜNEŞ GİBİ OL.
BAŞKALARININ KUSURUNU ÖRTMEKTE GECE GİBİ OL.
İYİLİK VE CÖMERTLİKTE AKAR SU GİBİ OL.
HİDDET VE ASBİYETTE ÖLÜ GİBİ OL.
ALÇAK GÖNÜLLÜLÜKTE TOPRAK GİBİ OL.
YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL�
KAYNAKÇA
Ahmed Bin Mahmud, Selçuk-Name I-II,Haz. Erdoğan Merçil, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1977
Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin Yazıcı, Remzi Kitabevi, 1986
Arasteh, A. Reza, Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, Çev. Bekir Demirkol, İbrahim Özdemir Kitabiyat, Ankara, 2000
Araz, Nezihe, Anadolu Evliyaları,Atlas Kitabevi, İstanbul, 1978,
Ayvedi, Samiha, Abide Şahsiyetler,Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,1976
Erdem, Doç. Dr. Hüsamettin, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990
Fiğlalı, Ethem Ruhi,Türkiye�de Alevilik Bektaşilik,Selçuk Yayınları, İstanbul, 1994
Gölpınarlı, Abdülbaki, Mesnevi ve Şerhi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1985
Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlâna Celaleddin,İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1985
Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlâna�dan Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, Gül Matbaası, İstanbul, 1983
Hacıtahiroğlu, Abdullah Öztemiz, Mesnevi(kendi vezniyle manzum tercüme) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1972
Kêlâbâzi, Doğuş Devrinde Tasavvuf, Haz Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul,1979
Köprülü, M. Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,Yay.Dr. Orhan Fuat Köprülü, Ankara, 1976
Köprülü, M. Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1981
Mevlâna Celaleddin-i Rumi, Divan-ı Kebir, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir, 1992
Mevlâna
Celaleddin-i Rumi, Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlis-i Seba�dan Seçmeler,Haz.
Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara , 1989
Muhyiddin İbn Arabi, Endülüs Sufileri, Çev. Dr Refik Algan, Dharma Kitabevi, İstanbul, 2002
Mürtezaoğlu, Bilal, Alfabetik Mesnevi Özeti, Altınova Yayınları,No.2, 1997
Necmüddin Kübra, Tasavvufi Hayat, Çev. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1980
Önder, Mehmet, Mevlâna Hayatı Eserleri, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul,
Sevim,Ali, Yücel, Yaşar, Türkiye Tarihi ( Fetih Selçuklu ve Beylikler Dönemi ), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989
Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul,1977, I. Cilt
Tanpınar, A. Hamdi, Beş Şehir, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1989
Tatçı, Mustafa, Yunus Emre Divanı İnceleme, Kültür Bakanlığı, Ankara,1990
Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, Dergâh Yayınları,1979
Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, Bildiriler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000
Ünal, Oğuz, Horasan�dan Anadolu�ya, Töre Devlet Yayınevi,Ankara, 1980
Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1985,II. Cilt
Hayrettin YAZICI
Not: Yunus EMRE'yle devam edecek...