UYUYAN DİŞİ ASLAN
Bilmediğimi mi sanıyorsun?
Öyle bir çocuk gibi masum yatakta uyurken, nefes alıp verirken, kafanın içinden neler geçtiğini, ne dolaplar çevirdiğini düşünemediğimi mi sanıyorsun?
Seni tanıyorum. Hem de çok iyi tanıyorum. 19 yaşımdan bu yana hayatımdasın. Hayatımın en güzel yıllarını feda ettim sana. Karşılığında seni çok iyi tanıma fırsatını yakaladım. Herkes gibi, diğer tüm erkekler gibi birisin işte. Kadınların sana bakışını, senin onlara bakışını ve bana karşı takındığın acemice tavırlarını hatırlıyorum bir bir. Beni yanıltamazsın. Kandıramazsın. Beni neden sevesin ki artık? Neyimi seveceksin ki?
Sana huzur ve güven sağlayan, her zaman sana bağlı, her zaman sevimli, her zaman yanında olan, en zor anlarında seni düştüğün kuyulardan çekip çıkaran biri olarak görmekten başka ne yapabilirsin ki?
Bir kez, bir kez olsun, sen de benim zor anlarımda yanımda olsaydın ya.
Sana neden inanayım ki? Artık eskisi gibi kendime bakmadığım, kendimle ilgilenmediğim, dağınık olduğum, kilo aldığım senin umurunda bile değil. Konuşurken yüzüme de bakmıyorsun artık.
Evde olduğunda, uzanırken şu yatağa, beni bir eşyaymış gibi algılayıp yok sayarak sırtını dönüp horlamaya başlıyorsun ya. Bazen bir beklentin olduğunda beni sevdiğini söylediğinde bunun yalan olduğunu gözlerinden okumadığımı mı sanıyorsun? Başkalarına bakarken ne düşündüğünü anlayabiliyorum. Bakışlarından anlıyorum bunu. Benim neden onlar gibi olmadığımı düşündüğünü de biliyorum.
Yirmi yıldır, tam yirmi yıldır sırtımda bir yük taşır gibi taşıyorum seni. Çok şeyler öğrendim bunca sene. Seni çözdüm, okudum, anladım. Her davranışının, her mimiğinin anlamını detaylıca biliyorum artık. Uzaktayken, günlerce seyahat halindeyken, aradığında telefondaki sesinden bile anlıyorum neler yaptığını, ne anlatmaya çalıştığını.
Gerçi şu telefonların da beni bir hayli üzüyor ya, ne yapsam da kendime söz geçiremiyorum işte. Uzun süre iş yerinde kalmayı tercih ediyorum. Sırf eve geldiğimde sen uyumuş olasın diye. Defalarca ısrarla çaldırıyorsun telefonumu. Adını bile ekranda görünce, telefonumu duvara fırlatıp parçalamak geliyor içimden. Yılların içime işlemiş korkusu mudur, yenilgisi midir bilemem, ama açıyorum telefonu yine de. Bununla sana değer kattığımı ve kendimi değerden düşürdüğümü bile bile…
Seni olduğun gibi seviyorum, diyorsun bana. Bunu da anlıyorum. Ama sen sadece benim kuzu halimi biliyorsun. Benim dişi aslan yüzümü henüz görmedin. O aslan uykuda henüz. Uyanmadı. Bir uyanırsa…
Bir zamanlardı onlar. Bir zamanlar kıyıya vurmuş yüzlerce denizyıldızından biriydim. Sen beni seçmiştin. Kızgın kumların üzerinden alıp avuçlarının içerisinde denizle buluşturmuştun. Uzun yıllar geçirdik seninle. Sen hep almaya alışıktın da, beni sadece vermeye nasıl alıştırdın ona şaşıyorum. Her şeyimi verdim sana itiraz etmeden.
Aklıma ne geldi biliyor musun? Uzun yıllar önce birlikte yaptığımız son tatilimiz sırasında, kumdan çok güzel bir kale yapmıştım da ille almak istedin onu. Sahiplenmek istedin. Ben o kumdan kalemi korumak isterken de sen bir kova dolusu deniz suyunu kalemin üzerine bocalayıp dağıtmıştın.
Ben senin de bana yardım edeceğini, kumdan kalemi korumak için çaba harcayacağını, her bir kum tanesine sevginle katkıda bulunup sağlamlaştıracağını düşünürken, sen bir anda yok etmiştin onu.
Özenle yaptığım kumdan kaleyi bile sahiplenmek istiyordun. Demek ki birlikte geçirdiğimiz yirmi yılımız bile kumdan örülmüş olmalı ki, iki dünya güzeli çocuk bile korumaya yetmiyor, karşı duramıyor sarsılıp dağılmasına.
O deniz kıyısında birlikte kumlarda uzanmış dururken ve dalgalar ayaklarımızı yalarken ben seninle yan yana el ele olmanın mutluluğunu yaşıyordum. Ama gözlerimi senden yana çevirdiğimde, sen orada değildin, uzaklara, başka yerlere dalıp gitmiştin. O anda işte orada anlamaya başlamıştım kumdan kalemizin elbette yıkılacağını. Bedenin yanımdaydı ama ruhun, düşüncelerin çok başka yerdeydi. Tıpkı şu anda yaptığın gibi. Ben de çekip gittim senden. Kendi dünyama, kendi hayallerime sığındım. Ama sen gittiğimi, bittiğimi anlamadın bile.
Her gece aynı şeyler aynı işkenceler. Kaçıyorum teninden, nefesinden, sahte sıcağından. Şu etrafımızdaki pahalı mobilyaların hangi birinden farkım var senin gözünde? Aynı odada aynı havayı teneffüs etmeye bile dayanamıyorum artık. Zamansız da olsa kendimi mutfağa atıyorum. Çıplak ayaklarım serin taşları hissedince kendime gelip derin bir nefes çekiyorum içime. Birlikteliğin kokusu ve tılsımı çoktan yitirmiş değerini bu çatının altında. Şu balkonun tavanındaki ağlarda gezinen örümceğe benzetiyorum seni. Sen misin o yoksa? Yirmi yıldır durmadan ağlarını örüp tüm güzellikleri tüm mutlulukları o ağlara mı hapsediyorsun?
Seni seviyorum, dediğinde korkuyorum artık senden. Hiç bir inancım kalmadı sana. Sensiz kurduğum dünyamı, hayallerimi tehdit ediyorsun. Güzel sözlerinin arkasında tehdidin olduğunu biliyorum. Ayaklarımın altındaki toprağı çekip alıyorsun. Korktuğun için. Artık beni kullanamayacağın için yapıyorsun bunu. Sözüm ona bana ışık saçıyorsun ama yakıcı bir ışığın altında bırakıyorsun. Ruhumda, bedenimde onulmaz yaralar açıyorsun.
Senden nefret edebilmeyi istiyorum. Nefret etmeliyim çünkü bunu sen yaratıyorsun. Sana dokunmak, seni tutmak, seni ısırmak, seni…. Öldürmek… Evet, evet öldürmek istiyorum. Nasıl bir oyun bu? Kimsin sen? Kim gönderdi seni bana?
Ben ruhumda bu çıkmazlarla uğraşırken, biliyorum ki sen beni delirtinceye kadar devam etmek istiyorsun bu aymazlığına ve aldırmazlığına.
Neden beni görmüyorsun? Neden, neden? Neden beni hiçe sayıyorsun? Neden her şeye kendin karar vermek istiyorsun? Neden bana aldığım her kararda “sen buna tek başına karar veremezsin” deyip bir böceği ezer gibi ezip geçiyorsun beni?
İşte her zamanki gibi, gecenin bir vakti burada mutfakta karanlıkta oturuyorum. Nasıl isterdim şimdi içini dışına taşırmayı. Tüm gerçeği gün yüzüne çıkarmayı. Ama henüz değil. Biraz daha dayanacağım. Belki de tümden yanılıyorum. Belki de beni gerçekten seviyorsun. Biraz daha sabredeceğim. Duygularım uyanık. Pençelerim darbeyi indirmeye hazır. Gerçekleri görme zamanı henüz gelmedi. Şanslısın bu gece. Ama o beni çileden çıkaran alaycı, aşağılayıcı kahkahalarını bir kez daha duyarsam, pençeleri darbe vurmaya hazır dişi aslanı çoktan uyandırmış olacaksın…