Yaşantı bildiğimiz gündelik hayatın geçerliliğinin kayda değer bir yanı olmadığını anlayabilmek için yaşlanmak mı gerekir, demde? Karşılaştığımız birçok meselenin sonrasında başımızdan geçenlerden bir ders almamış olmak, kişinin olabilecek durumlar karşısında tedbiri elden bırakmasına sebep olurken; aldatılmışlık duygusuyla karşı karşıya kalan insanoğlu, karşısında insan aldatanların ne derecede insan sarrafı olduğunu görüp, “model insan” olarak hemcinsini aldatan, yalanla süslenen ve aldatmayla mayalanan kişiliklere özenerek, fıtrata yabancı rollere özen sonrasında toplumun içinde asalakça yaşamayı kendisine statü bilen tipler ortaya çıkarmaya devam etmektedir.
Bu tiplerin gittikçe artmasının arka plânında toplumun dinamiklerini dinamitle göreviyle sorumlu kimi uzak görüşlü uzantıların plânlayıcı olarak varlığı, yüzyıllardır söz konusu edilmektedir. Özellikle toplumları çökertmek ve çökertilen toplumları kendisine bağlayarak, sıcak savaşlardan ummadığını soğuk savaşlarda bulanların önlerindeki ilk engel, o toplumun ya da toplumların tarihî, kültürel ve inanç zeminindeki değerleri sıradanlaştırarak, kendilerine manevra rahatlığı sağladıkları, bu yolla amacına ulaştıkları belirtilmektedir.
Kendi hayat felsefelerine yabancı olan her şeyi ortadan kaldırılması gereken engeller olarak bilenler, kendileri olarak kalamayan insanları, boyunlarında altın tasmalarla kendilerine bağlı kılmakta, hayatta beklentileri gerçekleşememiş olanlardan başlayarak, kendi düşüncelerinin temsilcilerini kendileri olmayan kişilerden seçme yolunu bulduktan sonra, bu temsilcileri toplumda kalkan olarak kullanıp, hedefledikleri amaçlara ulaşmayı denemektedir.
Karşılaştıkları zorlukları insanlığa(!) şikâyet edenler, kendi varlıklarını hayalden cismanîyete kavuşturma anından sonra toplumda olması gerekenlerin ifadesinde kendilerini söz hakkına sahip görme alışkanlıkları, her dönem bilinmektedir. Kendisini parçalamaya ahdeden kurt karşısında kuzu konumuna düşenler, ne kadar suyu bulandırmadıklarını ifade ederse de etsin, karşılaşacakları hazin sondan kurtulamamaktadır. Nihayetinde oynanan oyunun kural koyucusu kendileri olduğu için, her yolun Roma’ya çıktığına kendisini inandırmış olanların, bir başka alternatifi kabul etmesi düşünülemez. O sebeple karşı karşıya olunan ve beklenmedik olumsuzluklar karşısında şaşıran kitleler, sonuçta hoşgörü ilmeğini boynuna geçirmeye kendisini razı ederek, var oluşlarının temel kimi dayanaklarını kendi elleriyle budamak zorunda kalır ki timsah gözyaşı dökenler, kendi evladını yiyen timsahlar gibi görünürde göz yaşı döker, öbür plânda ayakta kalmanın mutluluğunu yaşar. Her kemalin bir zevalinin olduğunu bilmek gerekmez mi?
Gövdesine inen baltada suç bulmayan ağacın, baltanın sapından şikâyetçi olması misali, kendi içinden kendisini bitiren ve birbirine düşman kılınan kardeşlerin ilk hatayı sen-ben kavgasıyla büyüterek, birbirine hayatı cehenneme çevirtmeleri, kukla oynatıcılarının seyre doyamadıkları bir durumdur.
Kendisi olmayan insanlar, daima bir başkası olamaz. Bir başkası olamayanların mutsuzluklarının acısını hafifletmek için, kendi geçmişlerini karalamaya çalışmaları, tarihini aşağılaması, kültürünü küçümsemesi, değerlerini hafife alması, inançlarından vazgeçmesi, bir başkasının acılarının üzerine mutluluklarını inşa etmesine kapı aralayarak, denizde dolaşan başıboş mayınlara dönerek, tehlike çanlarını çaldırtır.
Kendi müziğine de düşman kesilen bir kitlenin, kendi yemek yiyişini değiştirdikten sonra ıslahı mümkün müdür? Kendi babasının giyim kuşamı değiştirilirken çocuk olanlar, bu gün torunlarının giyim kuşamına ne kadar aşinadır? Konuştukları dilden uzak bırakılanların, konuşulan dili anlamamaları ne kadar acıdır!... Yedikleri yemekleri bile beğenmeyenlerin, içtikleri suyu dahi şablonu belirlenen bardaklardan içmesi ne kadar manidardır!...Her şeyi ile bir başkasının olanın kendisine ait bir şeyi kalmaması ne kadar acıdır!...
Kendisinin olmayanın bir başkasınca kabulü söz konusu olabilir mi? Biz, kendisine ait her şeyi ayaklar altına alanların, bir başkasının ayaklarını öperek, ancak yaşamda kalabileceğini belirtiyoruz.
Bir serçenin kartal sürüsü ile uçmayacağını, bir kartalın serçe sürüsü ile havalanmasının mümkün olmadığını biliyoruz. Kendisini dünyanın sahibi ilan eden anlayışın ortaya koyduklarıyla aşağılanması gerekirken, bir başkasınca el üstünde tutulmasının izah edilebilir bir yanının bulunmadığını söylesek mi?
Sahi siz, hangi devekuşunun uçtuğunu gördünüz? Hayvancağızın deve ile alakası olmamasına rağmen, iri gelişmiş kuş yapısı ortada iken deve ile nitelenmesi ne derecede güç… Aslında Türkçe’ye “Dev kuş” olarak geçtiğini öne sürdüğümüz bu kuş, zamanla “Deve Kuşu” olarak adlandırılmış. Bunu elbette sözlük hazırlayanlar, daha iyi bilir, muradımızın ne olduğunu.
Bizim deve kuşlarına özelliklerini sorarsanız, ilginç diyaloglarla karşılaşabilirsiniz:
-Sen deve misin?
-Ben kuşum.
-O zaman uç!..
-Ben deveyim!..
Bizim deve kuşları, daima eleştirir, her şeyi yerden yere vurup döker. Kendilerine “En iyisini siz yapın” derseniz, beceriksizlikleri sebebiyle mazeretlerini öne sürerler. “Susun!...” derseniz, insan haklarının ihlal edildiğini belirtirler. “Anlaşalım” dediniz mi, kendilerinden korkulduğunu sanır, kendilerini devasa aynalarda görürler. Demokratik biçimde seçenek sunarsanız, sizin hayallerinizi okuyup, on beş-yirmi sene sonra kendi hayallerinin esaretinde oldukları için, serbest düşüncenin mahpus olduğunu haykırırlar. Kendilerine “Allah!...” derseniz, “Muhammed!...” nidasını cevap olarak alamazsınız, “Fransa” der tutturur, “İsviçre” der zıplar, “İtalya” kelimesini nakarat olarak tekrarlayıp durur, dansını bir şaman gibi garip hareketlerle devam ettirir, zinde kuvvetleri destek olmaya çağırır, kendi yalanına kendini inandırmış çoban misali “Yangın var!...” bağrışmalarıyla ortalığı velveleye vererek, alışılagelmiş savunma mekanizmalarını seçer.
Velhasıl, bu tipler, hem hayvanı öldürtür hem kürkünü giydirtir hem de sizi hayvan haklarına uymamakla suçlama yüzsüzlüğünde bulunarak, sizin cezalandırılmanızı ister. Elinde müskirat bardağı ile övünen bu taîfe, içkinin yasaklanmayacağını belirtir, yasaklama söz konusu olmasa da bu yaygarayı ortaya koyarak konuşma hakkını kullanır, hem de üzümün üreticisine hakarette bulunarak, çağdaşlık taslar, hem de gelen turistin ekonomiye katkısını belirtir. Kendisinin ekonomiye niçin katkıda bulunmadığını açıklamaktan acizdir, yağması gerekenlerin bir başkasınca yapılması esnasında duyduğu sıkıntı, onu hüzne davetkâr kılar, elinde balyoz olan bir işçi misali, her şeyi yıkıp tahribe başlar:
-Ben başarılı olamadıysam kimse olmasın!..
Halka rağmen kendisini halk sayma hatsına düşen zevat, var oluşlarına kutsallık atfederek, beklenen dünya kurtarıcısı olduklarını da belirtmekten kendisini alamaz. Bir dönem Führer’e meylederler, bir dönem Duçe’ye özenirler. Kendilerine de isimler bulmakta gecikmezler. Bir bakarsınız devran değişir, başka isimler revaca çıkar.
Biz de küçükken ismimize eklemelerde bulunurduk:
-Tarkan!...
-Karaoğlan!...
-Demir Pençe!..
-Kara Murat!..
-Malkoçoğlu!..
Zaman biraz değişince tercihlerimiz değişti:
-Zoro
-Baltalı İlah Zagor
-Tommiks!...
- Tom Breaks
-Yüzbaşı Volkan
-Kinova
-Kızıl Maske
-Conan
Derken zaman daha bir ilerledi, siyaset sahnemizde simalar belirginleşti:
-Çoban
-Hoca
-Karaoğlan
Şimdi de şarkıcı-türkücü-aktrist-aktör-manken rol modelleri olarak belirdi, ufukta. Hatta sahada top peşinde koşanlar, gol kralları…
Çocuklara verilen isimlere bakıldığında haklılık payının olduğunu göreceksiniz. Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerin son otuz yılda ne kadar değişim gösterdiğine siz şaşırıp kalacaksınız.
Bize ne oldu?
….
Kendimize örnek roller biçmeliydik, o zaman. Seçtiğimiz örnek modellerin eskidiğinden habersizdik, kardeş kavgasına dönüştü, çok sevdiklerimizi ön plâna alırken her birimiz. Mutlaka doğru olan birileri vardı da herkes kendi doğrularını ön plâna çıkartıyor, altta kalanın canı çıksın diyerek, kendi nefislerine esir olmanın hazzını ruhunda bir tatmin aracı görerek, milyonları sürüklüyordu, beraberinde.
Şimdi ortalıkta eser yok, kimisinden. Atı alanın Üsküdar’ı geçtiğinden adeta yeni haberdar edilmişiz pişmanlığı var, çok düşündüğünü iddia edenlerimizin hafızalarında. Peki bunca kendisinin olmayanların vebalini, kim taşıyacak boynunda. Yaşanmamış hayatların acısını yüreğinde halen duyanların âhını kim üstlenebilir? Gencecik toprağa verilen fidanların suçu neydi? Onların amacı, kendisinin olmak değil miydi? Onları bir başkası yapanlar cezalandırılmamışsa kendilerinin cezalandırılmasının ne manası vardı?
…..
Bizim, şimdi örnek alacağımız kimsemiz yok. Boynumuzda çoluk-çocuk ve maişet derdi… İdeallerimizin çoğundan vazgeçtik, vazgeçirilmeye mecbur bırakıldık ya da nadasa bırakıldı, düşünce tarlası.
Hala 1940’ların şartlarını değişmez bilenler, hayallerindeki gulyabanilerle cedelleşiyor, kendilerinden olmayanı adeta insan olmamakla suçladıkları devrin emarelerini atamamışlar, üzerlerinden.
Onlar, ancak kendilerinin olduğu zaman, beni kendilerinden bilir. Kendisi olmayan kişi, yabancılaşma ile karşı karşıyadır. Kendisine yabancı kesilen, bir başkasına merhamet gösterir mi?
-Suçun idamdır!...
İdamlık sanık, avukat tutmaktan da uzaktır. Çünkü avukatlar, bu mahkemelere giremezdi.
-Suçum nedir?
-Hukukçu musunuz?
- Hangi yasalarla beni ölüme mahkum etmektesiniz?
Bu sorular, uzun seneler cevapsız kaldı. Çünkü ……
…
Ah bir kendimiz olsak!... Kendimiz olduğumuz zaman, dertlerimiz nihayete erir ve kendimiz olduğumuz için var olacağız, yeniden. Elbette bu sıkıntılı dönemi atlatmak kolay değildir, kolay olmayacaktır.
…..
-Ne oldu, evladım?
-Komşunun çocuğu beni dövdü!..
Hırla gürle geçen yaşantımızda nice komşular gördük, sudan sebeplerle boğaz boğaza geldiğimiz anları biliyoruz.
Kimse çocukların oyun oynarken kavga da edebileceğini, birbirinden geçici olarak küsebileceğini teyit etmedi. Daima teyakkuza geçildi. Aynı elin parmakları olduğumuz gizlendi, birbirimizden. Sanki farklı futbol takımlarındaki holiganlardık, sanki yarışta kazanmak için şartlandırılan atlardık. Biz, herkesi kendimize düşman bildik, herkes bize düşman tanıtıldı.
Kavga eden çocukları bir araya getirmeye niyet etmedik, barıştırmak için çaba göstermek isteyenleri azarladık. Biliyorlardı, çocuklar yan yana gelince kavgayı onların çıkarttıklarının ortaya çıkacağını, kendilerinin horoz dövüşüne meraklı kimseler olduğunu bilmemize rağmen. Onlar, rahat yüzü görürken sırları sıvazlanan kardeşler, er meydanına sürülen yağlı güreşçiler gibi alkışlandı.
Niçin ve Neden?
…
-Biz artık kavga etmek istemiyoruz.
-Olur mu? O senin dedene bunu söyledi. Onun dedesi senin babana bunu dedi.
-Sana ne kardeşim, biz barışıyoruz. Sen nereden geldiysen oraya git.
-Olmaz… Bunca senedir yaptığım masrafı kim verecek? Benim görevim budur, zaten.
…
Hocaya oduncuyu şikâyet eden adam, her baltanın inmesiyle “Hınkkk!..” dediği için ücret talep etmektedir. Hoca, para kesesini oduncudan alır. “Hınkkk!.” Diyen adam, sevinir. Hoca, paraları keseden boşaltıp, meydana döker. Çıkan para sesini herkes duyar. Oduncu, hocayı da adil davranmamakla suçlar. Para toplanıp, oduncuya verilir. Hınkkk sahibi zevat, itirazlarda bulunurken Hoca, cevabını verir:
-Para sesini duydun ya. Her ”Hınkkk!” deyişinin karşılığını para sesini duyarak aldın.
Belki hikâye böyle değildir, özünde. Bizde de kendisini bilmeyenler ancak ve ancak para sesini hak edenlerdir, aramızda yıllardır. “Hınkkk!...” diyerek, milletin sırtında taşıdığı kamburlara dönüşen bu urlardan kurtulabilsek!.. O zaman rahat yüzü görebiliriz.
Şimdi bunu anlatabilmek için ciltler dolusu kitapları okumaya gerek var mı?
Biz, ne zaman kendimize dönüp, kendi kendimiz olacağız?
Bu sorunun cevabını verdiğimiz an, her şey süt-liman olur.
Buna var mıyız?
Tüm mesele burada düğümlenmekte ve çözüm beklemektedir.