Gece boyunca lapa lapa yağan kar, ufuk çizgisine dek görebildiği her şeyi bembeyaz bir renge mahkûm etmişti. Doğmakta olan güneşin, yoğun bulutların arasından sıyrılarak çehresini gösterebildiği günün şu ilk ışınları altında köy sakinleri bu canlılıkla tezat oluşturmak istercesine derin bir sessizlik içerisinde geceden kalma uykusuna devam etmekteydi henüz. Bu sükûnet çalılıklar arasında daldan dala sıçrayarak birbirine kur yapmaya hazırlanan birkaç göğsü kınalı çalı kuşunun neşeli ötüşleri ile bozuluyordu. Yeni günün bu erken saatlerinde köyün kenar mahallelerinden Ahmet’in bulunduğu yere kadar havlamaları işitilen köpekler vardı sokaklarda. Üşümemek için kabanına iyice sarıldı Ahmet. Elindeki tek kırma av tüfeğini sol omuzu üzerinden çaprazlama olacak şekilde sırtına astı. Sırt çantasını tekrar gözden geçirdi. Yolculuk boyunca ihtiyaç duyabileceği her şey, akşam hazırladığı şekilde tas tamam yerli yerindeydi. Günün sonunda büyük bir yabani dağ keçisini avlamak göze aldığı bunca yorgunluğun ardından kim bilir ne kadar eğlenceli olacaktı. Heyecanla yola koyuldu. Kaybedilecek zamanı yoktu çünkü. Aşılacak ilk engel, köye uzaklığı yaklaşık beş kilometre olan ve zirvesinde yaz, kış karın hiç eksik olmadığı şu heybetli sıradağların yamaçlarıydı. Oradaki koruluğa ulaşınca biraz mola verip zirveye kadar yapacağı tırmanış için gücünü iyice toparlaması gerekecekti. Hasat mevsiminin ardından kış boyunca boşaltılarak kendi kaderine terk edilen üzüm bağlarının küçük kulübeleri, sığınak olarak düşünülebilecek en uygun yerlerdi.
Ahmet yolcuğunun en meşakkatli kısmı olan zirveye tırmanışın nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine dair planlamayı, dinlenmek için vereceği işte bu kısa molada yapacaktı. Konaklama yerine ulaşması tahmin ettiği gibi iki saatlik bir zamanını aldı. Hızını arttırarak yağan yoğun kara rağmen köy çıkışında ayaklarına taktığı lekenler sayesinde kara saplanıp kalmadan kolayca yol alabiliyordu. Ahmet, ulaştığı yerde karşısına çıkan ilk kulübeye sığındı. Burada hava her nedense daha soğuktu. Kar yüklü bulutlarla kapanmış olan gökyüzüne rağmen dağ yamacından aşağı doğru esen rüzgâr zirvedeki soğuğu olduğu gibi aşağılara taşıyor olmalıydı. Ahmet kapının önüne çıkarak az sonra tırmanışa geçeceği güzergâhta Koca Dağ’ın zirvesine doğru kıvrıla, kıvrıla uzayıp giden patika yolu gözlemeye başladı. Acaba yukarıda hava nasıldı? Yılın bu mevsiminde kimse tek başına cesaret edemezdi oraya tırmanmaya. Kimi zaman yöreyi iyi bilmeyen yabancı avcılar birkaç kişilik küçük gruplar halinde tırmanmaya yeltenmişlerse de zirveye, kısa sürede çetin olan hava şartları nedeniyle daha yarı yola bile ulaşamadan elleri boş olarak geri dönmek zorunda kalmışlardı. Ahmet, yabani dağ keçilerinin yukarılarda olduğunu biliyordu. Aşağılarda bir adam boyu yüksekliğindeki kar yığınlarının altında kalan ot ve bitki köklerine hiçbir hayvan ulaşamazdı. Hâlbuki yukarılarda durum böyle miydi? Elbette ki hayır. Dağın kuzey yamaçlarında hiçbir zaman eksik olmayan şiddetli rüzgâr ve fırtına, önüne çıkan her şeyi silip süpürüyordu. Dağ keçileri açıkta kalan bu zemin üzerinde bulunan ot ve bitkilerle beslenerek kışı geçiriyor olmalı. Ahmet patika üzerinde dolaşan bakışlarını dağın kuzey yamacına doğru kaydırdı. Amma da heybetli bir görünüşü vardı bu sıradağların. Gittikçe büyüyerek yan, yana eklenen tepeler bir süre sonra zirvesi tamamen karaltılı büyük bir bulutun arasında kaybolan ana bir gövdeyle buluşuyordu. Ana gövdeye ilişen son küçük tepenin zirvesinden fırtınayla savrulan kar ve tipinin neden olduğu bembeyaz bir ırmak, dağın karanlık gölgesi içerisindeki boşlukta uçuşarak kaybolmaktaydı. Ürperdiğini hissetti Ahmet hem de daha önce hiç hissetmediği kadar ürperdiğini. Koca Dağ’ın ürperten bu görüntüsünün ardında kendisini ona doğru çeken gizemli bir şeyin bulunduğunu da anladı. Tırmanacaktı Ahmet artık oraya hem de tırmanış için yeterli olmayan tüm donanımına rağmen.