Nehir kıyısındaki kayalığa indiğimde suya düşen gölgeyle başını farkediyorum. Eğilmiş, akıntıya bakıyordu. Yaklaşmak istedim, elinin işaretiyle vazgeçtim. Dediğine göre balıkları ürkütebilirmişim. Poşet dolusu erzağı görebileceği bir ağaç dalına iliştirip uzaklaşacaktım. Cebime uzanıyorum. Kahretsin. Boş. İkisi de. Sigara atmasını istiyorum. Kımıldamıyor. Gözleri hep akıntıda. Birden sevinçle doğruluyor. İnlerini buldum diyor.
Balık ağını kıyıya doğru çekişini görseler, kahvede günlerce konuşulurdu bu. Eli boş döndü dedirtmemek için miydi yoksa üç beş balığa mı telaşı. Aklından ne geçiriyor bilemezdim. Pazuları gerildikçe mantar ve kurşun yığını beliriyor suda.
Türkü mırıldandı sonra. Kulak kabarttığımı görünce kesti sesini. Baştankaranın biri, gelip yanımızdaki çalılığa konuyor. Kendimi tutamayıp gülüyorum. Duymazdan geliyor önce. Baktı ki duracağım yok başını öte yana çevirdi. Sendeledi.
Ağı zamanında bırakmasa nehre düşebilirdi. Su iyice yükselmiş, dedi. Gülme krizim geçince söylemişti bunu. Sesi eskisi kadar gür. Düşündüm, aynıydı halbuki. Oradaki ağaç kökü bildim bileli açıktadır, çatlaktır kabukları. Git, biraz odun topla , diyor.
"Topladım.”
"Ya ateşi, yaktın mı ?"
"Önce çakmağı vermelisin, bir de sigara."
" Torpido gözüne bak."
Mavi mavi paketlerin yerini öğreniyorum . Eksilse biri, anlamaz. Çeşmeye inerim akşam olunca. Tekini yakar elinden su isterim Ayşe'nin.
" Biri söylerse kızarlar."
" Kızsınlar, " dedim arabaya koşarak.
Kanatlanacak değil ya oralara…
Üst üste onca ev. Sokaklar. Diğerine ulaştıkça yeniden başlayan. Bacaklarımın güç yetiremeyeceği uzaklığa açılıyordu her biri. Tekerlekler dönüp duruyor. Okun ucu çift iki ve bir sıfırı gösterince yol ortasındaki çizgiler bütünleşiverirdi. Islığa benzeyen tiz bir uğultu sarardı kulaklarımı. Parmaklarımla tıkar yanaklarımı şişirirdim.
Otlakları dizboyu. Dikenli dallar yerine kalın tellerle çevrelenmiş ekili tarlaları ambalajlı şeker kutusu gibi görünüyor gözüme. Yel değirmenine uzanan yolda ağır yürüyüşlü kocaman inekler vardı. Nereye gidiyoruz, demiştim kırmızı ışıklar yanıp araba durunca.
“ Gazete alacağım.”
“ Geldiğimiz yerde yok muydu?.”
Beyaz şeritlere bakmaktan vazgeçip bana dönüyor bir an.
“ Büyük şehirlere dağıtıyorlar. Amcanı da görürsün fena mı? ”
Şangırdamıştı bozuklukları cebinde. Elinin hemen altından. Oradan çektikçe makinanın kolunu indirirdi. Meyve resimleri ışıltıyla dönmeye başlardı o sıra. Portakal elma ve çilek, yanyana gelirse bir bozukluk atılırdı içine. Boşalır, gidip doldururdu. Bir daha, defalarca.
“Sıkılmışsındır,” dediği zamanlar ayrılırdık oradan. Okula gidip gitmediğimi sorardı. Cevaplardım, Anlamaz, tekrar sorardı. Parka gider dondurma alırdık. Jeton atılan makina oyunları oynardık sonrasında.
Amcama kızarak konuşurdu babam. Işıltılı makinalardan uzak durmasını isterdi. Kaçıncıymış verdiği sözleri, elalemin gavuruna boşuna mı çalışırlarmış yıllardır.
Başı önde, dinlerdi babamı. Mavi paketten yakılmış sigarası duman duman yükselirdi odada.