AKMAYAN GÖZYAŞI

       Öykü

    Kadriye YAPICI

     Beni getiren ambulans hastanenin önüne terk ettiğinde başladı kimsesizliğim. Kum ve çakıl taşı karışmış toprak, giden ambulansın ardından büyük bir toz bulutu oluşturdu...

İleride duran hastane görevlisi bana doğru yöneldi: “ Başın sağ olsun, ölen senin neyin olur? ” Sordu. “Arkadaşım” dedim. Hastane görevlisi başını salladı:“işte şu ileride duran kadın arkadaşının anası. Saatlerdir bulunduğu yerde, hiç kıpırdamadan bekledi. Bu kadını merak ettim ve ne beklediğini sordum ona:“ birini mi bekliyorsun teyze? Sakin bir tavırla: ”Oğlumun cenazesini bekliyorum” dedi. Hayretler içinde kaldım. Bir tek damla yaş yoktu gözlerinde...

Hastane görevlisi başını sallayarak, yanımdan uzaklaştı. Yönümü kadına doğru çevirdim, sakin ve heybetli duruşu bir askerin nöbette bekleyişi gibiydi. Ceviz ve kavak ağaçlarının gölgesi onun gölgesiyle yarışıyordu. Olup bitenlere karşı kayıtsız olduğunu, bulunduğu yerin hiçbir özelliğinin olmadığını düşündüren bir hali vardı... Siyahlara bürünen bu ana, sanki bir yabancının ölüsünü bekler gibi bir duruşa sahipti. Ne kadarda acısını saklasa da anlındaki, derin çizgiler acısını ele veriyordu.

Kendimi suçlu hissederek, yanına yaklaşıp yüzüne baktım. Ve ani bir hareketle eğilip ellerini öptüm. İki eliyle yüzümü tuttu ve sonra gözlerimden öptü. Onu ilk gördüğümde dingin ve saldırgan bir bakışı vardı.

Morgun kapısına doğru yürüdü ve kapıda duran görevliye, “Tabutu aç!” dedi. Yıllar sonra Veysel’in cansız yüzüne baktı. Ben, feryat edecek, saçını başını yolacak diye bekliyordum! Oysa o kadar sakin ve soğukkanlıydı ki. Sanki ölen onun oğlu değil, belki de ben öyle düşündüm.

Getirdiği at arabasının üzerine Veysel’in tabutunu koyduktan sonra yola koyulduk. Arada bir gözlerine baktığım da, bu ananın gözyaşları nerede ?”diye kendimi sorgulayıp durdum.

Atlar bizi taşlı topraklı yola koydu. Bir saatlik yol gitmemize rağmen tek kelime konuşmadı ve tek damla gözyaşı dökmedi...

Köyün girişinde küçük bir cami bulunmaktaydı, arabayı caminin önüne çektik, öğle namazı biter bitmez hoca cenaze namazı kıldırdı.Cenaze namazı kılındıktan sonra, tekrar tabutu arabaya koyduk ve yola düştük. Şaşkın bir haldeydim! Yalnızca ben ve bu ana mezarlığa doğru ilerliyorduk. Mezarlığa vardığımız da, durmadı ve yoluna devam etti. Ona nereye gittiğimizi sordum:

“Ana biz bu tepeye ne diye çıkıyoruz? Mezarlık aşağıda kaldı. Cenazeyi kim defnedecek diye sorduğum da, sıkılmış dişlerinin arasından şu sözler çıktı: “ “Ben defnedeceğim.” Dedi ve sustu. Daha fazla soru sormak istemedim. Biran önce geri dönmek istiyordum. Ama bu kadının garip halleri gittikçe beni şaşırtıyordu!

Tepeye vardığımızda, bir çuvalın içinde kazma ve kürek koca incir ağacına dayalıydı. Kazmayı çıkardığı gibi yeri kazmaya başladı. Mezarı ben kazmak istediğimde, bana sert bir tavırla baktı: “Bu benim görevimdir, sen geç bir kenarda dur ve seyret!”dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım!

Mezarı kazmaya başladı. Veysel’i gömdükten sonra, iki dizini yere koydu ve toprağı avuçladı. Şalvarının cebinden bir parça bez çıkarıp avucundaki toprağı bezin içine sardı ve çengelli iğneyle göğsüne tutuşturdu. Oturduğu yerden hiçbir şey olmamış gibi dimdik durdu:

—Veysel’le mi çalışıyordun?

—Evet, aynı inşaatta çalışıyorduk. iskeleden düştüğünde ben de oradaydım, ama bir şey yapamadım. En iyi arkadaşımdı, o.

—Benim, hakkımda hiç konuşur muydu?

—Çok fazla konuşmazdı, hep dalgındı. Bizimle gezmeye gelmezdi, tek başına evde kalırdı. Bazen bu çocuk âşık diye düşünürdüm ve fazla da soru sormazdım ona.

Ana izin verirsen bir şey sormak istiyorum.

—Sor, ne diyeceksin.

—Veysel senin öz oğlun mu?

—Neden sordun bu soruyu. Evet, benim oğlumdu ama şimdi toprağın oldu. Kendi ellerimle gömdüm, duygusuz ve kalpsiz bir anayım. Öyle değil mi? Bak gözlerime, tek damla gözyaşı bile dökmedim!

Gereksiz yere sorduğum bu soru, kadını şahlandırmıştı. Ana sesini yükselttikçe yükseltti! İsyanı kimeydi? Karşısında bir ben, bir de incir ağacı vardı. Titreyen dudakları ve boğuk sesi incir ağacındaki kuşları bile ürkütmeye yetmişti…

-Ana bağırma, beni yanlış anladın. Seni üzmek istemedim! Dediğim de, ana atın başını tutu ve yürümeye koyuldu.

Bense suç işlemiş gibi boynumu bükerek, peşinden yürüdüm. Çekine çekine gitmek için ondan izin istedim. Korkutucu bir ses tonuyla: “Sen bu gece misafirimsin,” dedi. Boğazımdaki kelimelerin hepsini teker teker yuttum.

Eve vardığımızda cebinden kocaman bir anahtar çıkardı, yıkık dökük kapıyı açtı. Atları arabadan çözdüğü gibi ahıra götürüp bağladı. Kocaman bir avlu ve iki göz oda. Beni içeriye buyur edip oturmamı söyledi. İçerde orta yaşlı bir adam eski bir battaniyeye sarılmış bana baktı. Selam verdikten sonra geçip oturdum. “O” da yalnızca başını sallayarak, selam verdi. Adam tek kelime konuşmadı.

Duvarda belki yirmi otuz çivi çakılmıştı. Çoğu çivide Veysel’in fotoğrafları, pantolonları ve gömlekleri asılı idi. Bu ailenin garipliği gittikçe beni şaşırtmıştı.

Bir tepsiyle içeri girdi ve hazırlamış olduğu yemekleri önüme koyup yememi istedi.

Lokmalar boğazımda düğümlenmişti. Yutkunacak kadar bile gücüm yoktu. Yemeği nasıl yiyecektim ki? İkide bir adam bana bakıyordu. Adamın yüzü daha yumuşak ve sakindi. Kadından çok farklıydı, ama nedense hiç konuşmuyordu. Bir an önce bulunduğum yeri terk etmek istiyordum. Bir yandan da, bu aileyi merak ediyordum.

Yemeği zor bela yedikten sonra, adama döndüm: “Amca neden Veysel’in cenazesine gelmedin?” diye sordum. Adam değil de, kadın sorumun cevabını yanıtladı. Sanki normal bir şey anlatır gibi şöyle dedi: “Bak oğlum, Veysel bizim tek çocuğumuzdu. Gurbete gitmesini istemiyordum. Beni dinlemedi. Babasından Veysel’i durdurmasını istedim ama babası yapmadı. İsteseydi durdurabilirdi, çünkü babasını dinler ve sayardı. Ama engel olmadı. Ben de av tüfeğiyle iki bacağına sıktım, o günden sonra hiç konuşmadı benimle.

Bir yıl boyunca hep ağladım… Veysel gittiği gün taziyesini yapmıştım, geri gelmeyeceğini hissetmiştim! Akrabalar hep bizi suçladı: “Siz bir çocuğa sahip çıkamadınız.” O yüzden kimseyi cenazeye çağırmadım. Gözyaşlarım artık kurudu! Ağlamadığım için de şaşırma… Ben yıllar önce hem taziyemi yaptım hem de, gözyaşları döktüm! Artık göz pınarlarımda yaş kalmadı. Şimdi akması için de bir neden kalmadı…

Gün doğar doğmaz, gitmek için ana’dan izin istedim. Bana bakıp şöyle dedi: “Bir tek öneri sunacağım sana, eğer anan varsa onu kurumuş bir ağaca çevirme,”dedi…


030.07.2008



( Akmayan Gözyaşı başlıklı yazı kadriye xoda tarafından 29.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu