Şehirleri daha önce seyahatnamelerden ve özellikle tarih kitaplarındaki fetih-savaş bölümlerinden öğrenmek mümkündü. Yaşadığımız yüzyılda halen teknolojik gelişmelere rağmen şehirler konusunda bir araştırma olduğu zaman, Türkiye’de istisnasız başvuru kaynağı Evliya Çelebî Seyahatnamesi’dir. Çok bilinmese de Şemsettin Sami’nin Kâmûsu’l-Alam’ı akademisyenler için önemlidir. İslam Coğrafyasının ilk şekillenmesini ve fetihleri anlatan “Futuhu’ş-Şam” isimli eseriyle İmam Muhammed el-Vakidî de akla gelmesi gereken isimlerdendir. Özellikle İbn-i Batuta, İbn-i Fadlan Seyahatnamesi de zikri gereken eserlerden olması gerekir.

Son dönemlerde Şarkiyatçıların- Misyonerlerin yazdığı seyahatnameleri kaynak gösteren kalemler, son yüz elli sene içinde şehirlerin aynasını oluşturmaya çalışırken temel eserleri gözden kaçırmakta bir beis görmezler ve bunu ilmî açılardan sorgulamaktan uzak yapıda görünür. Nihayetinde bu seyahatler, doğunun kalbine yapılan yolculuklar sadece din ve siyaset amaçlı yapılmış, bu amaçlar da başka perdelerle gölgelenmiştir. İşin bu yönünü inanç etrafında sorgulamayanlar, şehirlerini bu kaynaklardan öğrenmeye çalışırken, yüz- yüz elli sene sonra ortaya çıkartılan ve doğunun bölünmesinde oldukça önemli tesirleri bulunan bu seyyahların esas amaçlarını hala kavrayabilmiş değildir. Elbette yazımızın amacı, misyonerliği tenkit değil, sadece seyahatnamelerin bu amaçla yapıldığının bilinmesini isteriz.

O dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda bir kişinin korumaları ve hizmetkârları ile aylarca, seneye sarkan zaman dilimi içinde ibadethanelerden arkeolojik kazılara, harap yerleşim alanlarına, coğrafik özelliklere değinmeleri boşuna bir meşguliyet değildir. G. Bell isimli bir kadının çalıştığı devlet hesabına ömrünün çoğunu Anadolu’da, Arabistan’da, Filistin’de ve diğer komşu coğrafyalarda geçirmesi, kendisine verilen görevin ifasından başka bir şey midir?

Bu seyahatnameler okunurken düne ait olana set çekip, yakın zamanı öğrenmek ve öğretmek isteyenler, sadece ve sadece Evliya Çelebî’yi okursa yeterlidir, bilgi edinme açısından. Gelin görün ki buna da yanaşmayanların taraflı davranarak kendilerine ait kaynakları dil bilmedikleri için okuyamamaları, ıstırab vericidir. Bu gün birçok kütüphanede konuya ilişkin yazılmış yazma eserleri halen tercüme edilmiş değildir.

İranî, Arabî kaynaklara sırt çeviren anlayış, kendisini tanımak istiyorsa özellikle ana kaynakları çözmelidir. Kimi kalemler, devirdikleri çamların altında kalırken, taşıdıkları titre ihaneti halen kabullenmemektedir.

Diyarbakır Kalesi’ni eşsiz kılan, şehrin bir site-devlet biçimi olmakla beraber, surlarında ve özellikle burçlarında yer alan kitabelerle kabartmalardır. Bu kitabeleri Arapça’dan okuyamayan ve tercüme etme imkânı bulamamış (!) akademisyen, Fransa’da yayınlanmış “Amida” isimli eserden tercümeler yapar. Tercümede “Emiru’l-Mü’minin”, “Kral” biçimine dönüşür. Fransız için elbette king, kraldır. Lakin “Hükümdar” dense, “Sultan “ dense ne gam!... Tercümeyi Fransızca’dan yaptığınız zaman, hükümdarı elbette Fransızın anladığı biçimde “Kral” olarak çevirirsiniz. Akademisyenimiz, bunun farkında olmadan, bir başka çalışmasını yayınlarsa hükümdarın kızını  “Prenses” yapar, hanımını “Kraliçe” yapmakta bir beis görmez.

İranî ve Arabî kaynaklardan soğutulan akademisyenimiz, dil bilememenin ezikliğini dışa vurmaz ve bunu doğuran sebepleri kurcalamaz ise üniversitelerde yabancı dil olarak İngilizî Lisan, egemenliğini  daha da sürdüreceğe benzer. Son dönem görüldüğü biçimde Doğu Lisanlarına bir yöneliş olsa bile bu yeterli değildir. Çünkü üniversitelerin İranî ve Arabî bölümlerinden mez’un olanların bu lisanlardan tercüme yapabilmelerinde başarı oranı oldukça azdır. Birçok mez’un bu lisanları hakkıyla öğrenmekten uzaktır.

Bu nedenle tercümesi yapılamayan eserlerin tanınmaması da olağan karşılanır. Burada gördüğümüz tuhaflık, bu hataların telafi edilmemesi ve son yüz senede meydana gelen bilinçli çalışmaların günümüzde meyvesini bu şekilde verildiğinin halen kabul edilmemesidir.

Şehirleri anlatırken lisan bilmeme, tarih alanında da eserlerin gereği gibi incelenmemesini gündeme taşırken, komşu ülkelerin ana kaynaklarını batıdan tercüme etme ya da batılı kaynakların içinden cımbızla intihal ederek, eser yazma, makale ortaya koyma cinsliği-meşgalesi halen son bulmuş değildir.

Tarihî doğruların yenilen ve yenen devletlerin eserlerinde farklılık arz etmesi ne denli dikkate şayan ise şehirlerin tarihindeki çarpıklıklar da o kadar acayipliklerle musavîdir.

Doğunun kaynakları talan edilip, Batının kütüphanelerini süslerken, kendilerini halen kültürün, tarihin, folklorun, sanatın gaspçısı görmeyen anlayış, Irak’ta olan müzelerle kütüphanelerin gasbında bile suçlu görmüyorsa, bir gece yarısı bir abide taşları ile sökülüp gemiye yüklenip Almanya’ya götürülmesi kayda değer bir durum olmaktan çıkar.

Diyarbakır’da 20.Asır başında yüz binleri bulan kitap sayısı, Birinci Dünya Harbi’nde peyderpey çalınıp dışarıya kaçırılmıştır. Ali Emirî Efendi, Amid-i Sevda’da İskenderiye’ye savaş ganimeti olarak götürülen kitapların hikâyesini yazar. Diyarbakır’da sekiz yüz sene evvel bir milyon kırk bin cild yekûna sahip kütüphane var iken, şehre bunu yakıştırmayanlar (!) bu sayıyı yüz kırk bine indirmiştir. Dünyada ilk kez suyla çalışan robotları ve Ebu’l-İz el-Cezerî’yi anlatmaya gerek var mı? Bu eserin de aslı kayıplar arasındaydı, Ali Emirî Efendi olmasaydı….

Her şehrin kendisine aidiyetine sahip bir kütüphanesi olmalı ve bu şehre dair ne yazılmış ise araştırılmalıdır. Bu işi isterse yerel isterse resmî kurumlar yapsın, son on-on beş sene sonra sanal ortama bağlanmış anlayış, şehirlerin tarihçelerini de yok edecektir. Bu tehlikeyi yakından bilenler, kirletilmiş sanal bilgilere bakarak, kendi şehirlerinin tanınmayacak haldeki bilgileri karşısında şaşırıp kalmaktadır.

Diyarbakır’da Selçuklu Sultanı Melikşah, vefatından önce Cami-î Kebir’i yeniden inşâ eder. Yıkılan abidevî bina,inşâ edildiği biçimde günümüze ilâvelerle ulaşır. Emevî Camiî mimarisi esas alınarak, yapı tamamlanır. Hasan Sabah’a yenik düşen Selçuklular önce  Vezirleri Nizamü’l- Mülk’ü, sonradan Sultan Melikşah’ı elîm cinayetle kaybeder. Bizim Diyarbakır Şehri’ni konu alan kimi eserlerde Sultan Melikşah, 1091 olan vefatının üzerinden  kaç sene sonra bir burcun yaptırıcısı olarak gösterilir? Nur Burcu’nun 1286’da Melikşah’ın emriyle yapıldığını belirten kaynak eser sayısı bir-iki olsaydı, ne gam!... Resmî ve yerel kaynaklarda yer alan bu yanlış bilgi, ısrarla belirtmelerimize rağmen düzeltilmedi.

Şimdi sadece bu yanlış ve yalan bilgiler mi vardır, kaynaklarda? Coğrafyamızın şehirleşme mimarîsi, daima doğunun kendisine mahsus ibadethaneler etrafında şekillenmesi ile oluşmuştur. Bu Budizm’de de İbranî anlayışında da İsevî yaşantıda da farklı değildir. İbadethane etrafında gelişen eğitim ve öğretim kurumları (Medreseler), hastaneler (Daru’ş-Şifâlar) ve İş merkezleri (Hanlar) biçiminde meydana gelen şehir merkezleri, taşın suya atıldığında etrafında meydana getirdiği halklar misali, bu merkez etrafında biçimlenen yerleşim alanlarına böylelikle aynı eşit mesafede-uzaklıkta olan çekirdek, şehirleşmenin tılsımı-belirleyicisi olmuştur.

Bir önceki yazımızda şehir kütüphanesi oluşumuna hız verilerek, şehirlerin canlı vasıflarının korunmasına dair yazımızı tamamlayan makalemize dair tenkidler olmalı ki şehir kütüphanesi fikri gündeme taşınsın.

Birçok ilin yıllığını bir araya getirirken sayfaları süsleyen fotoğraflara bakarken, bilginin gittikçe arka plâna dekor vazifesi muamelesine tabiî tutulduğuna şahid olan bu kalem, aynı dertten ıstırab duyan şehir sevdalılarının acısını paylaşmaktadır, sıkıntılardan dûr (uzak) değildir.

Biz, bu adımı atarken yalnız kalacağımızı bile bile ısrarla her şehirde talebimizi canlı tutmak zorundayız. Birçok şehirde kütüphanelere hapsedilmiş görünen şehir kitapları ortaya çıkartılmalı ve tercüme edilerek, ilme irfana kazandırılmalıdır. Bu işe katkı sunacak, mekân sağlayacak kim ya da kimler ise şehre ömrünü adayanların kaleminde dünya değiştirse de isim ve hizmet olarak yaşayacaktır. Ah, bunu bir kavratabilsek, fehmedebilsek!...

( Şehirleri Anlatan Kitaplar Üzerine Birkaç Söz başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 2.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu