Sevdanın Tadı Var Mıdır
Bir mayıs sabahıydı. Kuş cıvıltıları eşliğinde gözlerimi açtığım, tüm hazinelerini hesapsızca sunan bir bahar sabahı. Çiçeklerin kokularıyla tütsülenmişti atmosfer ve bembeyaz papatyalar sarmıştı her yanı.
Okulun son günleriydi ve okula gitmeliydim. Herşeye rağmen, bütün tutkuları, bütün arzuları geride bırakıp, baharın koynundaki bir çocuk esareti düşüncesiyle okula gitmeliydim.
Hazırlandım ve gittim. Herzamankinden boştu koridorlar. Herzamankinden sessizdi tüm sınıflar ve herzamankinden daha şevkat doluydu bakşları hocaların. Nasıl bir gündü bugün. Ben mi ilk kez tadıyordum baharı, yoksa bahar mı ilkez tattırıyordu tüm çoşkuları?
Üçüncü ve dördüncü derslerimiz boştu. Okulun avlusunda muhabbet etmek ve baharın sunduğu hazinelerle içiçe olduğunu, biraz daha esaret penceresinin uzağından hissetmek için eşsiz bir fırsattı. Arkadaşlarla avlusuna çıktık okulun. Baharın ortasında olmamıza rağmen, mümkün değildi güneşin altında durmak. Gölgedeydik. Gülüşmeler,eğlenceler,şakalaşmalar... Saat kulesinin altında,çığlık çığlığa,yemlere üşüşmüş güvercinler gibiydik adeta.
Derken,avlunun kapısında iki kız gösterdi kendini ve bir anda dondu bütün sesler,durdu sanki zaman. Sarışındı kızların bir tanesi. Işık saçıyordu güzelliği. Öyle ki,güneş utancından bulutları perde etti kendine.
Göğsümden boğazıma yükselen ince sızının ardından ağzıma gelen ekşi tadın,kavurduğunu hissettim damaklarımı. Daha önce hiç yaşamadığım bir duygu,daha önce hiç tatmadığım bir tattı bu.Hayatımda hiç görmemiş olmama rağmen,o bilinen yedi harikadan daha harika bir şeyle gözgöze geldiğimi idda edebilirdim.Bildiğim inandığım herşey bir anda gidiverdi aklımda.Sanki henüz gelmişti bahar.Bu zamana kadar güzel gözüyle baktığın herşeyin,bir anda anlamını yitirmesi ne acı.
Sonra yitirdi derinliğini sesler.Dünya yeniden başlıyordu sanki dönmeye.Yavaş yavaş geliyordum kendime ama hala aynı şoku yaşıyordu vücudum.Sebepsiz bir heyecen düşmüştü içime.Göğüs kafesim yetmiyordu yüreğimi zaptetmeye. Nedenini bilmediğim bir telaş içindeydim.Neyin telaşıydı bu?
Zihnimdeki perde çekilince,yavaş yavaş herşey şekillenmeye başlıyordu.Şimdi daha iyi anlıyordum heyecanın,telaşın sebebini.Acele etmeliydim. Zamanımın az olduğu aşikardı.Arkadaşını görmeye gelmişti ve gidecekti.Onun için acele etmeli ve bir hamle yapmalıydım.Görmeye geldiği arkadaşının dışında bir sebebi daha olmalıydı bu okula tekrar gelmek için.
Şansım yaver gidiyordu.Görmeye geldiği arkadaşı benim de sınıf arkadaşımdı.Artık bir adım öndeydim bütün korkularımdan ve bütün çaresizliklerden.
Biraz ilerde ayakta konuşuyorlardı. Arkadaşımın yüzü bana dönüktü,onun ise sırtı. Elimle arkadaşıma kim dercesine bir işaret yaptım.Hiç tepki vermeden gözlerini yeniden arkadaşına çevirdi.Anladım ki, arkadaşım yardım etmeyecekti.Peki ne yapabilirdim ki? Daha önce,alelade bir kız arkadaşıyla bile,yüz metreden daha fazla yanyana yürümeyen,adı,bir kız adıyla anıldığında,yüzünün kızardığını kimseden saklayamayan gencecik bir çocuk bu durumda ne yapabilir ki?
Zaman daralıyordu.Birşeyler yapmalıydım. Peki ne? Ve birden fırladım ayağa. Yürüyordum kızlara doğru.Tamamen istem dışı yaptığım bu davranışın sonunun ne olacağını kestiremesem de gidiyordum. Kendimi engellemem gerektiğini,aksi taktirde, kızın karşısında,ne diyeceğini bilemeyen şaşkın ördek pozisyonuna düşeceğimi dahi hesap edemiyordum. Yaklaştım ve kolundan tutarak bana bir saniyeni ayırırmısın? dedim. İki adım ileriye geldi benimle şaşkın bir vaziyette. İşte hayatımın en zor ve en çaresiz anı ile karşı karşıyaydım şimdi. Daha önce hiçkimsenin karşısında dilimin tutulduğunu,cümle kurmakta bu denli çaresiz kaldığımı hatırlamıyorum. Ne diyecektim, ne demeliydim?
O ise karşısındaki çaresizliğimin farkındaydı. Bir aslanın,bir geyiği süzdüğü gibi, baştan ayağa gururla süzüyordu beni. Ama aniden, ağzımdan dökülen şu üç kelime ile irkildi;seni tanımak istiyorum. Duyduğuna inanmayan bir edayla bakıyordu şimdi gözlerimin içine.Bir süre baktı. Baktı.Baktı... Ve sonra hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti tekrardan arkadaşının yanına bende tekrar oturduğum yere döndüm ve oturdum.
Depremin ardında bıraktığı göçük gibiydim adeta. Bir pençe darbesiyle, boynu kırılıp, yerde çaresizce çırpınan geyik gibi hissediyodum kendimi. Nasıl birşeydi bu, bu nasıl bir bozgundu?Ayaklarımı, dilimi kontrol edemeyerek, hepsinden önemlisi kalbimi dizginlemeyerek ne yapmıştım ben?
Tam beş dakikadır, kafam avuçlarımın arasında,yerdeki bir noktaya bakarak, hayatımda yaşadığım bu ilk bozgunun muhasebesini yapıyordum. Birden, başıma vuran güneşin sıcaklığını engeleyen bir gölgenin üzerime düştüğünü hissettim. Kafamı kaldırdığımda, günün, belkide hayatımın, en büyük ikinci şokuyla karşılaştım. Karşımdaydı ve elini bana doğru uzatmış öylece duruyordu. Adını söyleyene kadar kendime gelemedim yine. Geride kalan kısacık hayatımda tanıştığım yegane enstrumandı benim için sesi.Tüm şiirlerin, şarkıların, türkülerin ötesinde bir ezgiydi kulağımı okşayan.
Ben ayağa kalkamıyordum. O oturdu yanıma. Ve başladı, her saniyesine bir ömrü feda edeceğim o eşsiz zamanlar. Daha yeni geliyordum sanki dünyaya. Yeni yeni şekilleniyordu sanki herşey. Nefes almak, yürümek, uyumak... Herşey farklıydı işte. Kuşlar daha canlı ötüyordu, ocakta kaynayan kahve daha bir köpürüyordu, fırınlardan yayılan taze ekmek kokusu daha bir kabartıyordu iştahımı. Her zamankinden daha güzeldi baharın kokusu.
Onun yanında olmak,tenine dokunmak herşeye değerdi işte.Bütün saadet anlayışımın iflasıydı gözlerinin taa içine dalmak. Hayatta herşeyin boş olduğunu anlatan tek şeydi gülüşünü görmek. Bütün faziletlerin, şanın, şerefin, şöhretin, erdemin, iyiliğin, güzelliğin değersizliğini anlatırdı bir tek busesi.
Derken aylar geçti. Güneşin altında elele kavrulduk Temmuz ayında. Yağmurlar yağdı üzerimize soğuk şubat geceleri.Mevsimler değişti birer birer. Ve tekrar çalmıştı kapımızı bahar tüm güzellikleriyle. Her zamankinden canlı ve her zamankinden taze.
Ve yine Mayıs. Koskoca bir yıldı ardımızda bıraktığımız. Acısıyla, tatlısıyla, güzeliyle, çirkiniyle. Hiç vazgeçmeden, usanmadan, sıkılmadan, yorulmadan, en önemlisi pişmanlığın zerresini kalbimizde duymadan.
Her zamanki gibi yanyanaydık yine bir gün. Beraberliğimizin ilk yıl dönümüydü ertesi gün. Tekrar buluşup başbaşa olacaktık ve kutlayacaktık bunu. Onun pilanını yaptık bütün gün. Günün sonunda istemesekte geliyordu ayrılık vakti. Ve yine her zaman olduğu gibi doyamıyorduk birbirimize. Belkide asla doyamayacaktık. Çıktık yola eve gitmek üzere. Yolda bu gün eve kadar gelme benimle istersen dedi. Böyle bir şeyi daha önce hiç söylememiş olduğu için hiç ısrar etmedim. Onu otobüse bindirdim ve eve döndüm.
Yatağıma yatınca,bir yıl boyunca yaşadığımız ve bir daha yaşanmaz o zamanları düşünürken yenik düşüyordum uykuya.
Uyandığımda, bir yıl önce, yine aynı günkü düşüncelerim gelmişti aklıma. Kalktım, kahvaltı yaparken telefon çaldı. Anesiydi arayan. Çok şaşırmıştım. Annesi evladım G...'yi bakkala gönderdim. O yokken seni arıyayım dedim. Hadi bir an önce gel yerinde duramıyor dedi. Ama öğleden sonra buluşacaktık dedim. Bir an duraksadıktan sonra biliyorum gel hadi, hem onada sürpriz yapmış olursun dedi.
Sürpriz fikri bana da çok cazip gelmişti. Daha kahvaltımı bitirmeden hazırlanıp çıktım yola. Annesiyle yaptığımız her zamanki konuşmalardan biriydi aslında. Ama içimde garip bir şey vardı. Yıldönümünün heyecanını bile gölgeleyen bir tedirginlik.
Geldim evlerine, çaldım zili. Annesi aşağıya inip kendisi açtı kapıyı. Hala mana veremediğim bir şey vardı. Nerde diyebildim sadece. Gel benimle, yanına gideceğiz dedi ve başladık yürümeye. Üç, dört dakika kadar yürüdük beraber. Hiç birşey konuşmuyorduk. Sonra birden durdu caminin önünde. Hiç birşey söylemiyordu hâlâ. Onun gözlerine baktım. Sonra da baktığı, kalabalığın önündeki, yeşil yemeni örtülü tabuta. Ve ağzından çıkan işte orda sevdiğin. Hadi, git kucakla onu! sözleriyle yıkıldı dünyam. Ama bizim... diyebildim dizlerimin üzerine çökerken.
Kendime geldiğimde tabut cenaze aracına taşınıyordu. Tabutun içinde sevdiğim,canımın parçası yatıyordu. Mezarlığa gidene kadar ne yapacağımı bilmiyordum.
Verdik toprağın koynuna. Öyle acı ki sevdiğinin üzerine toprak atmak. Onu kalbinden sonra birde toprağa gömmek. Ağlıyordum. Ama gözyaşlarımla sulayamıyordum toprağını. Yaş kalmamıştıki gözpınarlarımda.
Nasıl bırakırdım sevdiğimi orda, nasıl onsuz dönerdim. İnanmıyordum hâlâ. Kalkıverecekti yerinden sanki. Bu bır oyundu, yada yürekleri dağlayan bir tiyatro sahnesiydi. Perdeler kapanacak ve açıldığında boynuma sarılacaktı sımsıkı, herzamanki gibi.
İnanamıyordum hâlâ öldüğüne. Ta ki onu orda bırakıp yaşayan bir ceset gibi geri dönünceye kadar. Ölümün en çok koyan yanı, kalpteki sızının en dayanılmazı; bırakıp geri dönmek.
Geldiği gün gittmişti. Yoktu artık. Gelmeyecekti bir daha. Onu bir daha göremeyecek olmanın verdiği huzursuzluk kuşatıyordu her yanımı.
Günler geçti üzerinden. Aylar, mevsimler, yıllar... Ve gelmeyeceğini bile bile, hep bekledim bir gün bir yerde karşıma çıkacak diye. Ve hiç bir zaman gelmedi. Onu birkez daha kucaklayamadım sımsıkı. Bakamadım gözlerinin içine. Öpemedim onu bir daha defalarca. Dolduramadım cigerlerimi saçlarının kokusuyla. Ve her gece, rüyamda göre bilmek için yalvardım Rabb'ime.
.
.
.
Ve şimdi her bahar geldiğinde, ne zaman bir kuşun öttüğünü duysam, ne zaman köpüklü bir kahve içsem, ne zaman bir fırının önünden geçerken o taptaze ekmek kokusunu duysam, o güzel gözleri ne zaman gelse gözümün önüne ve saçlarının kokusunu ne zaman duyar gibi olsam, gösümden boğazıma yükselen o ince sızıyı duyar, ağzımdaki o ekşi tadın damaklarımı kavurduğu hissederım.
Şimdi sevdanın tadı var mı? diye soranlara cevap verebilirim.
Evet var...
Şah-ı Kelâm
(
Sevdanın Tadı Var Mıdır başlıklı yazı
Erdem Bozkurt tarafından
28.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.