Heyecandan pembe beyaz yüzümün
lacivert iri gözlerime kadar kızardığını hissettim. Nasıl geçireceğim bir
haftayı nasıl da göreceğim gelmişti hepsini. Ama daha çok Reşat Nuri ağabeyimi…
Susuşların birbirine eklendiği
vakitlerin nihayetinde; sarmaşık güllerle kaplı, misafir kabul salonuna açılan
mermer verandadan yükselen gevrek kahkahalara kulak kabarttım. İki kupa… Pas…
İki maça… Sanzatü… Briç oynayan grup, hasta evine ziyaretten ziyade kulüpte
kadın kadına müsabaka yapar gibi fütursuzca şamata yapıyorlardı…
Küçük halam Nuriye, binbaşı
rütbesiyle Viyana’da askeri ataşelik yapmış Ruşen Fehim Paşa’nın zevceleriydi.
Lütfi’ye Hala’mın aksine üzerine dar elbise gibi oturmuş züppeliği Avrupa
görmüşlüğüne eklenince iyice sırıtmış, gamzeli gülüşlerini gölgelemişti. Peşi
sıra İstanbul’dan getirdiği kendisinden hayli ufak hanımlardan birisi Paris
askeri ataşesi Melik Naim Paşa’nın kerimeleri, diğeri de Konya Valisi Yaver
Nevzat Paşa’nın geliniydi. Matmazel Valborga’yı köşke geldiklerinde tanımıştım
sanırım bu birbirinden ayrılmayan dörtlüye yeni dâhil olmuştu.
Uysallıkla gülümseyerek hizmet
eden taze ve Mehpare yardımcılar misafirlere; nefis şerbetler, içimi buruk gül
rengi şaraplar, renkli billur hoşaflıklarda iyice soğutulmuş hoşaflar, endam
aynası gibi parlatılmış gümüş tabaklara itina ile yerleştirilmiş nadide meyveler,
börekler, kurabiyeler, sıcak ve soğuk yemekler… İkram ediyorlardı.
Zavallı anneciğimin baş ağrısı, kırıklığı,
birdenbire nükseden ateşiyle bedbinliği devam ediyordu. Arada bir titriyor;
solan rengi, moraran tırnakları, hızlı atan nabzı narin bedenini uykusuzluğa ve
huysuzluğa itiyordu. Hastalığı, sevgili babacığıma duyduğu hasreti, evlatçığına
annelik yapamamanın ıstırabıyla kucaklaşıp at başı gitmesi her zaman masum ve
utangaç bakışlarını bir noktaya sabitleştiriyordu. Sorulan sorulara cevap vermiyor,
bir dua veya murakebe vaziyetince sessizce istirahat ediyordu.
Günlerce ağız, dil vermeden yatan
paşa dedeciğim gösterilen ihtimama göz ucuna yerleştirdiği minnettar nazarlarla
karşılık veriyor, yazgısını kabullenmiş bir baş eğişle her söyleneni gücü
nispetinde yapmaya gayret sarf ediyordu. Nüzul inen uzuvlarına sabah akşam
yapılan temrinler hiç bir netice vermiyordu. Son günlerde soluk alış verişleri sıklaşmaya,
rengi kireç beyazına dönmeye başlamıştı. Sık sık uykuya dalıyor, yarı ölüm
halinde soluksuz bir vaziyette yatağının içinde boylu boyunca uzanıyordu.
Uykuyla uyanıklık arasındaki vakitlerde yemek yemeyi reddediyor, büyük bir
öğürtüyle midesinde kalan bir avuç safrayı çıkartmaya çalışıyordu. Dadım Rabia Yusuf
amcayla münasip bir lisanla konuştuğunu, babacığımın geçici bir vazife
üstlendiği ordu müfettişliğinin en kısa zamanda biteceğini akabinde İstanbul’a
avdet edeceği vakte kadar geceleri de köşkte kalmasını rica ettiğini anneciğime
anlatırken duymuştum.
Anneciğim ne söylendiğini anladı
mıydı acaba? Gerçi hafifçe baş eğmişti ama…
Misafirler iki gün konakladıkları
evimizden; Adanın Türk muhiti, Nizam ve Dil mevkilerinde yapacağı yürüyüş ve
alacakları deniz banyosunun bitiminde İstanbul’a dönmek üzere nihayet hazırlanmışlar,
veda ettikten sonra Nazmi Efendi’nin nezaretinde gezintiye gitmişlerdi. Koca
köşk alışkın olduğu sessizliğe gömülmüştü…
Baharın güvenilmez rüzgârında
sağa sola sallanan, çırpınan, bel ve gerdan kıran ağaçlarla, fidelerle çevreli
bahçe içindeki gölgeler arasına saklanmış kameriyede oturdum uzun bir müddet.
Fıskiyelerden mermer çanaklara dökülen, oradan da hareli kavisler halinde
havuza düşen pırıltılı su damlacıklarının efsunlu raksı bile teskin edememişti
tıpkı gözlerimin rengine benzeyen ruh halimi. Kâh kederli bulanıktı, kâh berrak
durgun bazen de havai fişek kadar şenlikli…
15 yaşımın delifişek baharını
sürdüğüm şu günlerde miskin bir küçüklük duygusuna kapılmıştım. Bahçede
albenili bir vaziyette açıp öpülmeyi, okşanmayı bekleyen benefşeler, kokulu Sadberkler,
hüsnüyusuflar,
Rengârenk mineler, manolyalar
dikkati nazarımı celp etmiyordu. Kendimi hapsedilmiş duygusundan bir türlü
kurtaramadığım okulumdan bir an evvel uzaklaşıp geçicide olsa özgürlüğüme
kavuşmayı beklerken, yeni bir esaretin pençesine düşüp ruhumu tırmalayan
kaygılarla örselenmiş hicranımı dindiremiyordum. Keşke Reşide burada olsaydı
onunla okullarımızdan, hayallerimizden, heyecanlarımızdan bahseder, için için
kaynayan sevincimize eşlik eden gamsız gülüşlerimizle ne güzel vakit geçirirdik.
Ya Lütfi ye Hala’mın zekâ pırıltılarıyla nakışladığı, güya çevresindeki genç
kızların davranışlarını tenkit ederek öğüt verici nasihatleri anlattığı
vakitler. Reşide ile gizli bir anlaşma yapmış gibi başımızı öne eğer
çaktırmadan gülerdik. Yalnız kaldığımızda sesime yüklediğim ahenkle halacığımı
taklit eder kahkahalara gark olurduk. Ya Reşat Nuri ağabeyimin bize her gelişinde
yeni kaleme aldığı yazılarını Reşide ile bana okurken; sanki baş kadın
kahramanı benmişçesine hülyalara dalıp bahtiyar olduğum zamanlar… Düz koyu
kumral alnına düşmüş saçlarına hiç dokunmaz, balköpüğü kahverengi pırıltıların
uçuştuğu çipil gözlerini kırpıştırarak büyük bir adam edasıyla gözlerimin içine
bakıp tepkimi ölçerek okurdu. Gerçi geçen sene sanki kaçgöç varmışçasına
bizimle fazla alakadar olmamış, kız kıza daha fazla zaman geçirmemize vesile
olmuştu…
Ev çalışanlarının hafta sonu
hasta ziyaretine gelecek misafirleri en iyi şekilde ağırlamak üzere
hazırlıklara hız verdikleri; mehtapla oynaşan Marmara sularının bir senfoninin
tanrısal ritmiyle köpüklenip dinginleştiği bir gece paşa dedeciğimin ıstırabı
son buldu. Azrail’le el ele tutuşup babacığıma, Lütfi’ye Hala’cığıma hasret
gözleri yarı aralı sessiz sedasız ruhunu teslim edip bizleri onulmaz üzüntüler
içinde öksüz, himayesiz bırakıp gitti… Nefessiz kalan 93 yıllık bir ömür değil,
hayatını askerliğe adamış, çoğu karargâh ve cephelerde,
Devlet idaresinde geçmiş bir
dönemin sonuydu…
Paşa dedeciğimi kaybettikten
sonraki yıllarda artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.1910’lu yıllarda
imparatorluğumuz yıkılma dönemine girecek, bir oldubittiyle 1.Dünya Savaşı’na
Almanların yanında yer almamız onların yenilmesiyle de imzalanan Mondros
Mütakeresi mucibince 1815’te İstanbul işgal edilecekti. Toprakları gizli
anlaşmalarla paylaşılan, Dünya’ya yön veren günleri çok geride bırakacaktık.
İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebus
an’ın kapatılmasıyla Osmanlı İmparatorluğu resmen çökmüştü.
1919’da İzmir işgal edilecek,
diğer egemen güçlerde batı ve güneydoğu illerimizi parselleyeceklerdi. Ordu
Müfettişliğine atan Mustafa Kemal Paşa ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk
Devletinin temellerini atacağı Samsun’a çıkacak, halkı örgütleyecek bitap ve
naçar kalmış onurlu ama yoksul halkının desteğiyle Kurtuluş için seferberlik
ilan edecekti…1920’de ilk TBMM Hükümeti kurulacaktı.1921’e yeni TÜRK Devletinin
Teşkilatı Esasiyesi oluşturulacak, 29 Ekim 1923 yılınca Kurtuluş Savaşı
sıralarında düşten öte en büyük emeli olan Cumhuriyeti ilan edecekti.
Babacığım ve daha sonraları
sevgili zevcem İstanbul mebusu olarak etkin rol oynayacaklardı yeni cumhuriyetimizde.
Reşat Nuri Ağabeyim eğitimciliğinin yanı sıra büyük bir yazar olacaktı
eserlerini büyük bir hazla okuduğum. Sevgili Reşide henüz 17 yaşını doldurmadan
ayrıldı aramızdan ne yazık ki. Ben ise aydın, eğitimli, kültürlü bir Cumhuriyet
kadını olarak tarih ve müzik dersleri vererek fikri hür, irfanı hür nesiller
yetiştiren okullarımızda öğretmenlik yaparak onları okumaya, araştırmaya,
yazmaya sevk ettim. Yazdıklarımı ailem, öğrencilerim çok beğenirlerdi ama bir
aileye bir yazar yeter diye kitap haline getirmeyi hiç düşünmedim…
Bizim nesil; yıkılan bir
imparatorluğun küllerinden zekâsı ve askeri dehasıyla Türk insanının
karakterine en uygun yönetim şekli olan CUMHURİYETİ kurup, koruma kollama
görevini şanlı Türk ordusuna,
Geliştirmek yüceltmek görevini
Türk gençliğine emanet eden Mustafa Kemal Atatürk’ü bağrımıza basıp, sevdik, saydık,
minnet duyduk. Devrimlerini benimseyip, harfiyen uyguladık. Umarım bizden
sonraki nesillerde aynı hassasiyetle atamızı atası belleyip;
‘’Ya Mustafa Kemal Atatürk
olmasaydı bizler şimdi hangi ülkenin bayrağı altında, hangi dil ve dinin etkisi
altında olurduk? Sorusunu sorarlar kendilerine…
Son