''Geceleri yaptığımız uzun konuşmaların birinde anlatmıştı Mülayim'im ailesini üzüntülere gark eden o acı felaketi...Yaz aylarında her yıl olduğu gibi mevsimlik işçi olarak gittikleri Çukurova yolunda ailesini eksilterek yasa boğan olayı gözyaşları içerisinde saniye saniye yeniden yaşayarak ...
 
              Ebe ninelerine emanet ettikleri Hadiye ile Sadiye henüz 2,5-3 yaşlarındalarmışlar. Ailecek traktörleriyle sıcak bir yaz gününe gebe bir şafak vakti yola revan olmuşlar. Kendisinden 5 yaş büyük ağabeyi Sadık ile münavebeli kullandıkları traktörün arkası uzun zaman eğleşecekleri için tıka basa doluymuş. Çadırdan döşeğe tarhanadan bulgura. Neşeyle çıktıkları bu yol ; içip kısırlaşan kafasıyla azraille oynaşan bir uzun yol şoförünün  uykuyla kucaklaştığı saniyeler içindeki bilinçsizce yaptığı bir kaç manevra sonucu ölüm kusarak aileyi perli perişan etmiş. Sülüsünü  henüz almış ağabeyi oracıkta son nefesinide kan kusarak tüketmiş. Babasıyla kendisi bir kaç kırıkla atlatmışlar kazayı. Anacığının haşat olan  bel ve omur kemiklerinin ehil ellerde defalarca ameliyat edilememesinin yüzünden belden aşağısı ve sağ kolu  felç olmuş. Tüm aksliği, huysuzluğu oğlunu ve vücudunun büyük  bir bölümünü  kaybetmektenmiş meğer. Yanlarından yel gibi savuştuğum gönüllerinde mevlasına yer vermeyen, çürük kalpli iki görümcemin huylarıda  elinden ekmeğini yiyip , suyunu içtikleri ebe ninelerine  çekmişmiş.
 
                Soğuktan keçeleşmiş ellerimle kuzinenin ateşini eşeleyip körükledim. Közlerinede akşamdan ıslattığım nohutları  gömdüm. Mülayim'imi yıkayıp pakladıktan sonra ona  kahve yaparım saikiyle. Banyo sonrası yaptığım  anamdan öğrendiğim nohut kahvesinine  pek sevinmişti. Dilinden duayı, yüzünden gülücükleri eksik etmedi uzun müddet. Bir önceki gece Mülayim uyuduktan sonra gaz lambasının titrek ışıkları altında  iyice erimiş olan mintanlarının  ele gelen taraflarını birbirine ekleyerek kocaman bir minder dikmiştim. Bir gören olur korkusuyla alalacele samanlıktan bir kalbur saman alarak minderin içine tıktım. Ters taşımakta kullandığımız el arabasını güzelce yıkayıp kurutarak içine minderi yerleştirdim.''
 
 
                ''Hadi seni gezmeye götüreyim Mülayim'im'' diye seslendim.

                ''Cihan güneşim neyle, nasıl, nereye götürecekmişsin bakalım beni ''diye kıkırdadı. Kucaklayıp oturttum minderin üzerine pek hoşuna gitti bugün onu memnun etmek için yaptıklarım.
 

               ''Ceylanlar avcılar için doğururmuş ama sen avlanmadın beni avladın iyi ki ...Seninle tanıdım dünya nimetlerini, gözüm kulağım elim ayağım canımın yongası, akıllı ceylanım ''...Diye methiyeler  düzmüştü . Askerdeyken makam şoförlüğünü yaptığım Taner Albay'ımın arabasındanda havalı diyerek askerlik hatıralarını anlata anlata avluyu ve evi kuşatan düzlüğü dolaştık.
 
 
                Katır seslerine karışan yüksek perdeden sese doğru seğirten iki görümcem ve komşu kadınlar yanımızdan laf bile atmaya gerek görmeden fırtına gibi geçip gittiler. Kulağıma çalınan yabancısı olduğum sözlerin ne anlama geldiğini sordum. ''Çerçici geldi haaanıım ''Kimdi gelen ? Sabırla anlattı meğer benim bohçacı diye bildiğimin erkeğine denirmiş çerçici. Ya katırla ya da atla, atlı arabayla satarlarmış malları veresiye, takas ,peşin hangisi olursaymış artık.. Mahallemizin ne bohçacısı ne de kalaycısı eksik olurdu . Bohçacı kadınlar insanın imanını gevretinceye kadar ısrar ederlerdi mallarını satmak için. İçim giderdi renkli , uçları püsküllü peşkirlere ,çizgili çatkılı çarşaflara...Hele çingeneler evlerin hemen yakınına kurulurlar , odlarını yakıp  nefeslerini zorlamadan ateşe hava verip kızıştırmaya yarayan körüklerine sarılırlardı. Bakır  siniler ,güğümler , tavalar, tencereler, tepsiler birer ayna parlaklığına bürünürdü...
 
 
 
                Aradan bir ay ya geçti ya geçmedi yine çerçinin o kızları, kadınları seyre ve alışverişe çağıran sesi duyuldu . İki görümcemde hınzırca yanıma gelip benimde gelmemi istediler bir mana veremedim ama merakıma yenildim işte. Pırıl pırıl parlayan alüminyum güğümler, boy boy plastik leğenler, çeşitli boylarda örme sepetler, hasırlar  incik boncuklar , kaşlı yüzükler , yazmalar, terlikler hele o turkuvaz renkli sallantılı küpeler...İç geçirip hemen işlerimin başına döndüm...
 
 
                     Son günlerde evden kaybolan bakır kapların, follukta eksilen yumurtaların, ambardan aşırılan buğdayların hesabı bana sorulmaya başlandı sık sık. Habersizdim , günahsızdım Mülayim'imi üzmemek için ona bile anlatmamıştım. Kayınbabam bir gün hışımla gelip iki yanağıma tokat akşetti.''Seni küçük şeytan bakkalla , çerçiyle,bohçacıyla evdeki malları değiş dokuş edersin ha ''diye gürleyerek. Elinde o çok beğendiğim turkuvaz taşlı küpeleri, uçları püsküllü renkli peşkirleri sallayarak. Yanaklarıma al basmıştı , dişlerim ağzıma döküldü sandım. Meğer bir kaç yıldır yapıyormuş görümcelerim bu değiş dokuşları kimseye sezdirmeden, satıcıları tembihleyerek ''...
 
                   
 
Devam edecek... 
( Kaldır Başını Kadın Anam Eğdirenler Utansın -3 başlıklı yazı F.TÜRKDOĞAN tarafından 24.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu