Sigarasını yaktı ve:
-Münevver, hatırlıyor musun nişanımızdan önceki son buluşmamızda bizi nasıl da cereyan çarpmıştı? Dedi.
O gün gene parkta buluşmuşlardı. En uzun görüşmeleri de bu olmuştu evlenmeye karar vermeden önce. Ama gene de tüm görüşmeleri topu topu yarım saati ancak bulurdu. Önce bir bankta biraz oturmuşlar, sonra yürümeye başlamışlardı. Yan yana yürürken birbirlerinden uzakta durmaya gayret ediyorlardı. Olur ya bir tanıdığa rastlayabilirler, yanlış anlaşılır; sonra da bir sürü dedikoduya neden olabilirdi fazla samimi davranmak.
Onlar birbirinden uzak durmaya çalıştıkça gizli bir güç aksine yaklaşmaları için iteliyordu. Direnmek zorunda kaldıklarından bu mücadele onları yoruyordu. Bir ara nasıl olduysa oldu, elleri birbirine hafifçe temas etti. Ve anında ikisi de ellerini geri çekti. Adeta elektrik akımına tutulmuş gibi bir duygu hissettiler. Belki de vücutlarındaki elektrik yükü boşalmıştı. Daha sonra bu olayı defalarca hatırlayıp gülmüşlerdi.
Münevver gitme zamanı geldiğini söylediğinde Hayrettin:
-Annemleri seni istemeleri için göndereceğim. Ne dersin Münevver? Diye sorduğunda Münevver’in beyaz yüzü kızardı ve kısık bir sesle:
-Sen bilirsin, dedi.
Hayrettin meseleyi annesine açtı. Görüşmüş olmasalar da ailesi Münevverleri tanıyordu. Kendi halinde, onlar gibi kıt kanaat geçinen bir aileydi. Münevver ailenin tek çocuğuydu, Hayrettin de öyle.
Dünür gidildiği gün Hayrettin de gelmek istemiş; ama ailesi uygun olmayacağını söylediğinden evde beklemek zorunda kalmıştı. Birkaç saat süren merak ve heyecan dolu bekleyiş annesinin sokaktan gelen sesini duyuncaya kadar devam etmişti.
Cevap olumsuz gibiydi. Daha doğrusu muğlaktı, ama Hayrettin daha ziyada olumsuz tarafını düşünüyordu. Kızın ailesi doğrudan “hayır” dememiş, “bir düşünelim; kıza da soralım.” Diyerek dünürleri uğurlamıştı.
Sigarasını sinirli bir şekilde söndüren Hayrettin o anları hatırladıkça aynı tepkileri vermekten geri kalmıyordu. Gözü salondan koridora açılan kapının üzerindeki örümcek ağına takıldı. Sonra yan duvara yapışmış sivrisinek ölüsüne, oradan da içeri vuran güneş ışığında uçuşan toz zerreciklerine… Bunlar Hayrettin’i rahatsız eden şeyler değildi. Yıllardır bu eve bir kadın eli değmemişti. Hayrettin elinden geldiği kadar derli toplu ve temiz olmaya çalışıyordu; ama yapabildiği işte bu kadardı. Münevver görseydi bunları kesin çıldırırdı.
Münevver’in çiçeklerine su vermeliydi. Onlara “Münevver’in çiçekleri” diyordu; çünkü Münevver onları çok severdi, hepsi ile tek tek konuşurdu. 8-9 tane idiler, kala kala iki tane kalmıştı. Münevver’in ardından birer birer solmuştu diğerleri. Ne yapsa kâr etmedi. Sanki sırayla intihar ediyor gibiydiler. Kurtarabildikleri işte bu ikisiydi.
Annesini iki gün sonra tekrar dünürlüğe gitmeleri için sıkıştırmaya başladı. Babasına bir şey söyleyemezdi. Nazı annesine geçiyordu. Kadıncağız her defasında “Oğlum, hemencecik tekrar gitmek olmaz. İnsanları sık boğaz etmeyelim. Bırakalım rahat rahat düşünsünler.” Diyordu. Bir hafta sonra annesi bu ısrarlar karşısında daha fazla dayanamadı ve kocasına durumu anlattı. Babası “Oğlan haklı hanım. Olacaksa bu iş, bir an evvel olsun. Olmayacaksa da olmasın;ama biz de işimizi bilelim. Yarın gece gene gideceğiz. Gider söylersin, haber verirsin.” Demez mi?
Bu defa gelen cevap olumluydu. Kız ile konuşulmuş ve kız açıkça gönlünün Hayrettin’den yana olduğunu annesine söylemişti.
Aileler, işi uzatmak niyetinde değildi. İki gün sonra ayrıntıları konuşmak için bir araya geldiler ve söz-nişan devresinin kısa tutulmasına bir ay içinde de düğün yapılmasına karar verdiler.
Ve evlendiler. Aynı mahalleden iki oda bir ev tutulmuştu yeni evlilere; birkaç parça da eşya alınmıştı. Yani yeni yaka, yeni paça… Ailelerin güçleri ancak bu kadarına yetiyordu. Zaten ikisinin de eşyada, malda gözleri de yoktu. Yemeklerini tel dolapda saklıyorlar, yıkanmış tabaklarını teleğe diziyorlardı. Bulaşık ve çamaşır Münevver’in ellerine bakıyordu. Seyredebilecekleri bir televizyonları da yoktu. Olsun. Onlar eksiklerini yavaş yavaş giderebilirlerdi. Nitekim evlendikten iki ay sonra Münevver’in annesine miras yoluyla biraz para düşmüştü. Bu parayı hemen kızına verdi. O da Hayrettin’le konuşup o yıllarda piyasaya yeni çıkmış olan renkli bir televizyona peşinat olarak yatırdı. Bundan sonra hesabı iyi tutmak gerekecekti, çünkü her ay ödemek zorunda oldukları bir taksitleri vardı.
Onların oldukça ciddi bir sorunu daha evlendikleri ilk gün başlamıştı. Gençler çok istedikleri halde bir türlü birbirlerine yaklaşamıyorlardı. Zihinleri bedenlerini baskı altına almıştı. Yani ikisi de cinsel konularda çok cahildiler. Bu konuda bütün bildikleri sağdan soldan duydukları doğru-yanlış birkaç bilgiydi.
Hayrettin bu sorunu aşmak için bir doktora danışmalarını teklif edince Münevver, “Olmaz öyle şey. Ben doktora gitmem, utanırım.” Diyerek karşı çıkmıştı. Bunun üzerine Hayrettin kitapçıları dolaşarak doğru bilgileri öğreneceklerini zannettiği bir doktorun cinsel konularla ilgili bir kitabını alıp eve getirdi.
Münevver’in buna da bir itirazı olacak değildi ya? Kitabı birlikte okumaya başladılar. Sonra vaz geçtiler. Çünkü birisi okurken diğeri ya gülüyor ya da bazı sorular soruyordu. Böyle olunca da okuduklarından pek bir şey anlamıyorlardı. Bunun üzerine kitabı gündüzleri Münevver, akşamları işten gelince de Hayrettin’in okumasına karar verdiler. Birkaç gün içinde kitabı bitirdiler ve önlerindeki bu engeli de öğrendikleri bilgiler sayesinde aştılar.
(Devam edecek)