Ortalık bir aydınlanıyor, bir kararıyordu. Güneş, bulutlarla saklambaç oynuyordu. Hayrettin saate baktı. Birazdan hava iyice kararacaktı. Nitekim isteksiz ve yorgun bir gece başlamakta gecikmedi. Işıkları yaktı. Yukarıdaki daireden gelen gürültüler dikkatini çekti. Ufak yaramaz, evin içinde top oynuyordu. Gürültü giderek arttı. Hayrettin yaramazın gürültüsünü dinlerken kızmıyor, aksine gülümsüyordu. 

Çocuğun babası birkaç kere gelip Hayrettin’den verilen rahatsızlık nedeniyle özür dilemişti. O da, rahatsız olmadığını söylemiş; hatta çocuğa yaptıkları için bağırmamalarını rica etmişti. “Ben, bazı geceler onun ayak seslerinden hangi odada olduğunu takip ediyorum. Bırakın rahatsız olmayı, beni oyaladığı için memnun bile oluyorum.” Demişti. Hayrettin’i rahatsız eden, çocuğun gürültüsü değil de, ona bağıran annesinin cankurtaran sirenine benzeyen sesiydi. Üstelik bu kadının bağırmaları çocuğu sakinleştirmiyor, daha da azgınlaştırıyordu. 

Bir gün bu küçük yaramazla merdivenlerde karşılaştı. Annesi elinden tutmuş yukarıya doğru merdivenleri çıkıyorlardı. Kadın, Hayrettin’i görünce çocuğa:”Bak, senin rahatsız ettiğin amca bu! Şimdi sana kızsın mı, kulaklarını çeksin mi?” Deyince : 

-Hanımefendi, lütfen çocuğa beni kötü bir insan olarak tanıtmayın. Benim ondan yana herhangi bir şikayetim yok. Demiş, korkudan annesine iyice yaklaşmış olan çocuğun başını okşamıştı. 

Hayrettin, günlerdir birikmiş olan çamaşırları makineye atmaya üşeniyordu. Bugün, yarın derken birikmişti işte… Banyoya gitti ve çamaşırları makineye doldurup, çalıştırdı. Bu çamaşır makinesine de yıllar sonra kavuşmuşlardı. Galiba Münevver’in sahip olduğu için en çok sevindiği bir eşya da buydu. Emekliliğine birkaç sene kala bulaşık makinesi de almışlardı. “Müdür hanımı bulaşıkları elde mi yıkayacak?” Deyip Hayrettin makineyi Münevver’e danışmadan alıvermişti. Evet Hayrettin, dokuz sene yaptığı müdür yardımcılığından müdürlüğe terfi etmişti. Dairenin müdürünün başka bir ile tayini çıkınca Hayrettin, müdürlüğe vekaleten atanmış, bu, altı ay sonra da asalete dönüşmüştü. 

Bu arada Münevver önce babasını, ondan yirmi gün sonra da annesini kaybetmişti. Birkaç sene sonra da benzeri acıyla Hayrettin karşı karşıya kalmış; anne ve babası vefat etmişti. Kısacası öyle bir gün gelmişti ki, candan hiç yakınları kalmamıştı. Bu durum Hayrettin ve Münevver’i birbirlerine daha da yaklaştırmıştı. Öyle ya, şu ölümlü dünyada birbirlerinden başka kimleri vardı ki… 

Anne ya da babası ile ilgili bir anıyı anlatırken Münevver bazen: 

-Ben ölürsem… Diye söze başlar ; Hayrettin de her defasında lafını hemen keser, bu ifadeye kızdığını açıkça belli eder ve: 

-Ölümden bahsetme! Sen ölmeyeceksin. Eğer bir gün ölüm gelirse, ben eminim ki ikimizi de aynı anda alıp götürecektir. Ben, senden sonra bir dakika bile yaşamak istemiyorum. Derdi. 

Hayrettin böyle derdi demesine de, hayatın gerçeği maalesef bambaşkaydı. İşte o gün, -günlerden Cumartesiydi- Hayrettin televizyondan maç izlerken, Münevver mahallelerinde kurulan pazara gitmek için giyinmişti bile. Hayrettin maçı bırakıp onunla birlikte pazara gitmeyi teklif ettiyse de Münevver “Pazardan bir şey alacağım ve sana sürpriz yapacağım. Sen gelirsen sürpriz olmaktan çıkar.” Diyerek bu teklifi reddetmiş ve tek başına yola çıkmıştı. 

O giderken Hayrettin balkondan onu izliyordu. Münevver, Hayrettin’in balkondan bakacağını tahmin ettiği için biraz yürüyünce arkasına dönüp el sallamış ve yoluna devam etmişti. Münevver, bir müddet soldaki kaldırımı kullanmış, ama sonra karşı kaldırıma geçmeye karar vermişti. Bunun için yolun kenarına park etmiş olan bir kamyonetin arkasından dolanması gerekiyordu. Kamyonetin arkasından yola adımını atınca yoldan hızla geçmekte olan bir minibüsün altında kalmıştı. Hayrettin olacağı tahmin etmiş, “Münevver, geçme!” Diye arkasından bağırmıştı, ama uzak olduğu için sesini duyuramamıştı. 

Münevver’in çığlığı her aklına geldikçe gözleri yaşarır ve ağlardı. O çığlığı duyup, kaza anını görünce, önce, Hayrettin’in dizlerinin bağı çözülmüş, balkonda olduğu yere yığılmıştı. Sonra kısa sürede kendine toparlamış ve dışarıya koşturmuştu. 

Sonrası… Kaza mahalline biriken insanlar, polisler, cankurtaran, hastane ve doktorlar… Münevver ölmemişti, ama durumu oldukça ağırdı. 

“Bana sürpriz yapacaktı. Benim yüzümden oldu. Ona sesimi duyuramadım, kazayı engelleyemedim. Yaralandıktan sonra onu iyileştiremedim. Onu neden tek başına gönderdim? İstemese de onunla birlikte gitmeliydim.“ Deyip kendini suçluyordu, kendine kızıyordu. Bu öfke onu boğacak gibiydi… 

Hayrettin bunları düşünürken salondaki çekyatın üzerinde kendinden geçmişti. Uyandığında gece yarısıydı, uykuya devam etmek için yatağına gitti. 

Sonbaharı,kış; kışı da yaz izlemişti. Yazın ilk günleriydi. Çok tatlı bir sıcaklık vardı havada. Bu güzel günü değerlendirmek için dışarıya çıkan Hayrettin, en az iki saat yürüdükten sonra acıktığını hissetti. İhtiyacını karşılayabilecek en yakın yere gitmeye karar verdi. Biraz ötede bir kebapçı ve onun yanında bir börekçi gördü. Kebap yemek bu saatte rahatsız eder, diye düşündüğünden börekçiye girdi. İçerideki yiyeceklere baktı. Börek çeşitlerinin dışında pohaça, açma, simit, kır pidesi de vardı. Önce içeride oturmaya karar vermişken sonra bundan vazgeçti, dışarıdaki bir masaya oturup siparişini verdi. 

Açmanın son lokmasını ağzına attı, çayından bir yudum aldı. Sonra da sigarasını yaktı. Börekçinin önüne bir araba park etti. Tanımıştı. Bu, aylar önce gördüğü siyah renkli lüks arabaydı. İçinden inen de “çok çok güzel” diye tanımladığı kadındı. Kadının üzerinde gene pantolon ve blüz vardı. Ama rengi öncekinden farklıydı. Bu seferkiler siyah değil, kırmızıydı. Doğrusu siyah ve kırmızı göze çok hoş görünüyordu… 

Kadın da dışarıdaki masalardan birine oturdu. Hayrettin şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bakmasa olmuyordu, baksa çekiniyordu. Bu mücadelenin galibi belliydi ve gene Hayrettin, hayranlıkla bu kadını seyretmeye başlamıştı. 

Kadın, ısmarladıklarını bitirdikten sonra çantasından bir sigara ve çakmak çıkardı. Birkaç kere çakmasına rağmen çakmağı yanmayınca etrafına sigara içen var mı, diye bakındı ve Hayrettin’le gözgöze geldiler. Hayrettin, bu sessiz mesajı alınca yerinden kalkıp kadının sigarasını yaktı. 

Sigarası biten kadın, hesabı ödeyip hiç oyalanmadan oradan ayrıldı. Hayrettin oturmalı mıydı, yoksa gitmeli miydi? Adeta aptallaşmıştı. “Kendine gel!” uyarısını yaptıysa da faydasızdı. Beş dakika kadar öylece kararsız bir şekilde oturdu kaldı. 

(Devam edecek)
( Coşkun Irmak - 6 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 22.01.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu