Yatağına yattı yatmasına da, uyumak ne mümkün! Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı, yüzükoyun ve sırtüstü uyumayı denedi gene olmadı. İki saat sonra kendinden geçti, uyumuştu. Ancak bu uyuma uzun sürmedi. Rahatsızlık veren, kâbus dolu bir uykudan sonra gözlerini açtığında ortalığın zifiri karanlık olduğunu anladı. Gözleri uykusuzluktan nerdeyse kapanacak gibiydi, ama Hayrettin uyumak istemiyordu, direniyordu. Gözlerini açık tutmak için dakikalarca uğraşınca, karanlığa uyum sağladığını hayal meyal de olsa odadaki eşyaları seçebildiğini fark etti.
Uyumak istemeyişinin nedeni gördüğü rüyaydı. Gözlerini kapattığı anda bu rüyanın devam edeceğini sanıyordu. Rüyasında Münevver’i görmüştü. Çok sevdiği bu kadını tekrar görmekten kaçınmasının nedeni ondan işittiği hakaretlerdi. Münevver gerçek yaşamda bu hakaretlerin bir tek tanesini bile Hayrettin’e söylememişti.
Münevver ağza alınmayacak sözler kullanmış, o da sadece dinlemek zorunda kalmıştı. Kendini savunabileceği tek bir kelime bile aklına gelmemişti. Münevver konuşuyor, bağırıyor, hakaret ediyor; o ise sadece susuyor ve dinliyordu. Bir türlü bu suçluluk kompleksinden kurtulup, masum olduğunu kanıtlayamamıştı.
Zihnindeki kişilerden biri “Evet, suçlusun Hayrettin bey! Kendini savunmak için söyleyecek sözünün olmaması bu yüzden çok doğal. Söyleyeceklerinin hepsi zaten yalandan ibaret olacaktı. Hiç olmazsa bu yalanları söylemeyerek biraz dürüst davranmış oldun.” Derken, diğeri:
“Kendini suçlama. Yaşadığın olay her insanın başına gelebilirdi. Burada bir fizyolojik güdü ile bir sosyal güdü çatışıyor. Bunlardan biri diğerine baskın çıkabilir. Tabii hangisinin baskın çıkacağı da kişiye göre değişebilir. Sende baskın çıkan, yıllardır yoksun kaldığın fizyolojik özellikteki cinsiyet dürtüsüdür. Aç kalmak ile çalmak arasında bocalayan bir insanın durumu ne ise, seninki de odur. Kimi insan ahlâkî değerlere olan kuvvetli bağı nedeniyle çalmayı reddeder; ama kimisi de fizyolojik dürtüsü açlığın etkisiyle karnını doyurmak için çalabilir.”
Bu iki kişi, daha başka görüşler de ortaya attılar kendi tezlerini kanıtlamak için. Hayrettin bir kez daha ikisinin arasında kalmıştı. Hangisi doğru söylüyordu, hangisine inanmalıydı? Bu soru bile, başka bir kararsızlığa neden oluyordu. Kafasının içi düğüm düğüm olmuştu. Beyni acıyor, yüreği ağrıyor, başı ağrıdan zonkluyordu. Sonunda sinirli bir şekilde:
-Öf be öff! Bıktım sizden. Çıkın gidin kafamdan. Hanginizin haklı olduğu beni ilgilendirmiyor. Ben kötü hiçbir şey yapmadım. Kendimi savunamayışım masum olmadığımı göstermez. Evet, o kadınla karşılıklı oturup konuştuk. Hepsi bu! Kadın iki gün sonra tekrar geleceğini ve benim anılarımı dinlemek istediğini söyledi; ama bence gelmeyecek. Çünkü konuşmamı kesmek zorunda kalışı nedeniyle söyledi bunları. Ben iki gün sonra bu iddiamı kanıtlamak için oraya gideceğim ve siz de gelmediğini göreceksiniz. Böylece bu tartışma da burada sona erecek. Dedi.
İki gün sonra Hayrettin, börekçideki aynı yerine oturmuş, sözüm ona elindeki gazeteyi okuyor gibi yapıyordu. Aslında gazeteden bir tek cümle bile okumuş değildi. Çünkü biraz aşağıya indirdiği gazetenin üzerinden etrafı gözlüyordu.
Kadın öncekinden daha erken bir vakitte girdi börekçinin bahçesine. Hayrettin heyecanlandı. “Geldi, ama beni unutmuştur bile. Zaten buraya değil, başka tarafa bakıyor. İşte birazdan geçip gidecek.” Diye düşünüyordu. Kadının başka tarafa baktığı doğruydu. Çünkü yandaki masada üç yaşlarında yaramaz bir çocuk hem bağırıyor, hem de ağlıyordu. Çıkardığı gürültü o kadar fazlaydı ki bu ufaklığın, dikkat çekmemesi mümkün değildi.
Hayrettin, kadın başına dikilince gazeteyi masanın üzerine bırakıp ayağa fırladı. Hoş geldin, hoş bulduk ifadelerinden sonra sohbete başlamışlardı bile.
-Sizi üzmek istemem, ama rahmetli eşiniz Münevver hanımefendinin öyküsünün tamamını dinlemek isterim, dedi.
Kadının Münevver’in adını bile hatırlaması Hayrettin’i şaşırttı. Oysa Hayrettin, kadının kendisini bile unuttuğunu düşünüyordu.
-Ben o acıları hergün zaten yaşıyorum. Bir fazla olsa bundan ne çıkar? Kazadan sonra Münevver tam yirmi üç gün hastanede yattı. Ben de yirmi üç gün başında bekledim. Durumu ağırdı, çok az konuşabiliyordu. İyileşeceğine dair umudumu hep içimde yaşattım. Ancak durumu, her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Yirminci günde “Evime gitmek istiyorum. N’olur doktorlarla konuşup beni taburcu etmelerini sağla.” Dedi. İsteğini doktorlara söylediğimde bana biraz kızdılar ve böyle bir şeyin cinayet olacağını belirttiler. Bunu Münevver’e anlatamadım, anlatamazdım. Yalan söyledim. İleriki günlerde bunun olabileceğini, durumunun iyiye doğru gittiğini, biraz daha sabretmemiz gerektiğini söylediler, dedim. Bana inandı mı, bilmiyorum. Sanırım inanmadı. Çünkü cevap olarak sadece, boş boş yüzüme bakmakla yetindi.
-Keşke son günlerini evinde geçirebilseydi. Belki o moralle iyileşebilirdi.
-Keşke. Ama doktorlar böyle bir şeye izin vermeyince de yapacak bir şey kalmıyordu. Son gününde Münevver’in yüzünün güldüğünü gördüm. Umutlandım. Hastalandığından beri benimle hiç bu kadar uzun konuşmamıştı. İyileşecek diye öyle seviniyordum ki… Nazar değer diye bu sevincimi Münevver dahil herkesten gizlemeye çalışıyordum. Yanılmışım. Hani derler ya ölecek insanın ölmeden kısa bir süre önce son bir iyi hali olurmuş. Demek ki öyle bir şeymiş. Sağ elini o gün, hep ellerimin arasında tuttum. Bir ara bütün gücüyle elimi sıkmaya başladı. Bu kadar kuvveti nereden bulduğuna şaşırdım. Bu davranışı iyileşeceğine dair bir işaret olarak kabul ettim. Yüzüne baktığımda yaramaz bir çocuk gülümsemesi gördüm. Gözlerinin içinden ışık saçıyordu. Derken gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönen bir ampul gibi kayboldu. Gözleri kapandı, eli gevşedi. Ölmüştü.
Hayrettin o anı yaşarken gene gözyaşlarına hakim olamamıştı. Kadın çantasından çıkardığı bir mendili uzattı ve:
-Benim yüzümden oldu. Sizi anlatmanız için zorlamamalıydım. Dedi.
-Hayır, hayır! Lütfen kendinizi suçlamayın. Her zaman aynısı oluyor. Duygularıma bir türlü hakim olamıyorum. Çünkü umutlarımın zirve yaptığı bir anda, birdenbire her şey kesin bir umutsuzluğa dönüşmüştü. Münevver’in ölebileceğine kendimi alıştırsaydım, inandırsaydım belki de bu kadar etkilenmezdim. Oysa ben hep aksini düşündüm.
Garson yanlarına geldiğinde konuşmayı kesip siparişlerini verdiler. Hayrettin:
-İşte benimle Münevver’in öyküsü bu hanımefendi. Hanımefendi diyorum sadece, çünkü adınızı sormayı ve kendiminkini söylemeyi de bu zamana kadar akıl edemedim. Benim adım…
-Lütfen adınızı söylemeyin ve benimkini de sormayın. Ama illâki bir ad gerekiyorsa diyelim ki benimki Irmak, sizinki de Coşkun olsun.
-Coşkun Irmak, diye mırıldandı Hayrettin. Kadın da tam üç kere:
-Coşkun Irmak, diye tekrarladı.
Bir saat kadar daha oturup sohbet ettiler. Ayrılmadan önce bir hafta sonra bir lokantada buluşmayı kararlaştırdılar. Giderken kadın,
-Hoşça kal Coşkun, dedi. Hayrettin de:
-Güle güle Irmak, diyerek karşılık verdi.
(Devam edecek)