Sibel, sözünü tuttu. Üç gün sonraya randevu verdi. Aynı çay bahçesinde buluşacaktık. Saat 18.00’de.

     Yarım saat önceden gittim. Gene güvercinlerle biraz oyalandım. Denizi seyrettim. Manzara dinlendirici, serin esen rüzgar rahatlatıcıydı. Bir ara hava bulutlanır gibi oldu. Hatta  biraz yağmur bile çiseledi, ama bu uzun sürmedi. Birkaç dakika sonra bulutlar dağıldı, güneş deniz tarafından kendini göstermeye başladı.

     Randevu saatinden beş dakika önce bir dört çeker arabanın çayhanenin bahçe duvarının yanındaki yolda durduğunu ve içinden Sibel’in indiğini gördüm.

     Yüzü gülüyordu, sevindirici bir olay yaşamış olmalıydı.

     -Gülmek size yakışıyor, güzelliğinizi ortaya çıkarıyor, dedim.

     -Ne olur böyle demeyin, sonra bu sözünüzü gerçek zannedip inanıveririm. İltifatınıza teşekkür ederim. Kızım yurt dışında tahsil yapıyor, birkaç günlüğüne geldi. O nedenle çok sevinçliyim. Aslında bu günlerimi onunla geçirmek isterdim, ama arkadaşları ile buluşmaya gitti. Ben de o yüzden buraya geldim. O gün buradan acele ile ayrılmamın sebebini de böylece öğrenmiş oldunuz. Geleceğini haber vermemişti, sürpriz yapmak istemiş. Eve gidince aramış  ve ben de apar topar kalkmak zorunda kalmıştım.

     Dedi,ancak ben buna inanmadım. Bu konuda yalan söylediğini düşünüyordum.

     -Önceki görüşmemizde soracaktım, unutmuşum. Benim anı defterimi bulduğunuz, daha sonra da götürüp bıraktığınız kitapçının adresini verebilir misiniz?

     -Adres olarak veremesem de tarif edebilirim. Fakat neden bunu istediğinizi anlamadım. Oraya gitmeyi düşünüyor olamazsınız! Yoksa yanılıyor muyum?

     -Evet. Çünkü gidip o kitapçıyı bulmak ve defterimi aramak istiyorum. Biliyorum, bulamama ihtimalim çok yüksek. Buna rağmen ileride “keşke gidip bir baksaydım” dememek için oraya gideceğim.

     Kitapçının bulunduğu yeri tarif ettim ve o da geçen günkü konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

     -Hastanenin kokusu çok rahatsız ediciydi. Her nefes alışımda bu rahatsızlığı hissediyordum. Buna nasıl tahammül edeceğimi bilemiyordum, ama iki gün sonra bu kokuya alıştım; artık beni eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Hastane personeli, bana karşı çok iyi davranıyorlardı. Refakatçimin olmayışı tuhaflarına gitse de bunu bana sezdirmemeye çalışıyorlardı. Ziyaret saatlerinde de, ne gelenim ne de gidenim vardı. Hastanede yattığım süre içinde o kocam olacak alçak, namussuz iki kere geldi. Ağzımı bozduğum için sizden özür dilerim. Ne kadar dikkat etmeye çalışsam da bazen birden bire gene, o varoşların kızı Sibel oluveriyorum.

     -Önemli değil. Lütfen kendinizi sınırlandırmayın, içinizden geldiği gibi davranın, dedim.

     Daha önceki görüşmemizde dikkatimi çekmeyen başka bir şey daha vardı: Sibel arada bir, hafifçe zıplama refleksi gösteriyordu. Bu hareketi karşısındaki kişiyi ve kendisini rahatsız ediyordu. Ben sormadan o anlattı:

     -Bu zıplamalarım o günden kalma. Bir türlü engel olamıyorum. Bazen seyrek, bazen de çok sık… Utanıyorum başkalarının yanında olunca.

     -Hangi günden kalma?

     -O adamın haberim olmadan yüzüme tokat patlattığı günden. Onca yıl geçti, bunun bir çaresini bulamadım. Sadece bu olsa gene iyi. Bir de o günden beri kötü bir olay olacakmış ya da kötü bir haber alacakmışım gibi bir düşünce sürekli zihnimi işgal ediyor. Habersiz yakalanmamak için tetikte bekliyorum. Gerçi beklediğim o kötü şeyler olmadı, olmuyor; ancak bu gerçeği kendime anlatamıyorum.

     Sibel’in neşesi kayboldu, ağlamasa da gözleri doldu. Elleriyle masaya birkaç kere vurdu. Konuyu değiştirmek için garsona işaret ettim. Geldi. Siparişlerimizi verdik.

     -Evet, o adam iki kere ziyaretime geldi. Bir şeyler söyledi. Özür mü diledi, pişmanlığını mı anlattı, yoksa hakaret mi etti bilmiyorum. Söylediklerinin benim için hiç önemi olmadığından tek bir kelimesini bile dinlemedim. Yüzümü öteki tarafa çevirip gözlerimi kapattım. Fazla durmadı, gitti. İkincide de aynı tepkiyi verince bir daha  gelmedi. Hastaneye yattığımın altıncı gününde odadaki boş olan yatağa bir hasta getirdiler. Altmış yaşlarında bir bayandı. Üç tane kızı vardı yanında. Bir tanesi refakatçı olarak kaldı, diğerleri gitti. Kadının rahatsızlığının ne olduğunu şimdi tam olarak hatırlamıyorum. Üç gün acı içinde kıvrandığını, sabahlara kadar bağırdığını ise hiç unutmadım. Geceleri onun sesinden gözüme uyku girmiyordu. Kızı defalarca benden özür diledi. Ne hastanın ne de kızının bu konuda elinden bir şey gelmesi söz konusu değildi. Dördüncü gün, kadını ameliyata götürdüler. Giderken gözlerimiz karşılaştı. Ne tuhaf? Yüzünde bir sûkunet vardı. Sanki günlerdir bağıran o değildi. Üç-dört saat sonra kızı, odaya geldi ve annesinin eşyalarını aceleyle toplayıp, ağlayarak orayı terketti. Ben sormadım, o da ne olduğunu bana açıklamadı. Bir daha o hastayı odaya getirmediklerine göre, ne olduğu belliydi.

     Sibel, bir sigara içimi kadar süre için izin istedi. Konuşurken yorulmuş, nefes alışı hızlanmıştı. Yorulması gayet normaldi, çünkü sadece konuşmakla kalmıyor olayları bir kez daha yaşıyordu. Beden dilindeki tepkilerden bunu anlamak mümkündü.

     Sigarası bittikten sonra 10-15 dakika kadar daha konuşmadı. Ben de konuşması için üstelemedim, kendiliğinden anlatmasını tercih ediyordum. Sonunda konuşmaya başladı:

     -Hastaneye geleli iki haftayı geçmişti. Artık iyileştiğimi hissediyordum. Odanın içinde dolaşarak geçirdiğim süre yatarak geçirdiğim süreden daha fazlaydı. Doktorum da bunu farketmişti. İstersem bir-iki güne kadar taburcu olabileceğimi söyledi. Ben bu açıklama karşısında susmayı tercih ettim. Doktor ve hemşireler gittikten sonra “buradan çıktığımda ne yapacağım?” sorusunun cevabını bulmaya çalıştım. Önce panikledim, sonra da kara kara düşünmeye başladım. Evime, o adamın yanına gitmek istemiyordum. Anneme gitsem kabul etmezdi, çünkü ben evlendikten sonra ablam Tuğba tek başına kalamadığı için onun yanına sığınmıştı. Bu bile evli olduğu adamın kavga çıkarmasına neden olmuştu. Annemin önceki kocasından olan ablam Fatma’nın da beni kabul edeceğini zannetmiyordum. Çünkü, kabul etse bile orada yapamazdım. Serseri kocası hep işsizdi. Bu fakirlikle beni barındıramazlardı. Yanına sığınabileceğim samimi olduğum bir arkadaşım da yoktu. Yani anlayacağın çaresizdim, çaresiz!..

     Ağzından çıkan son kelimeleri oldukça yüksek sesle söylediğini farkeden Sibel özür diledi. Yanımızdaki masalar boştu. Buna rağmen ilerideki masalardan bazı insanların başlarını bizden tarafa çevirdiklerini gördüm.

     -Lütfen sakin olun, heyecan yapmayın. O yıllar artık geride kaldı, dedim.

     -Evet o yıllar artık geride kaldı, bu doğru. Peki, öyleyse neden bir gölge gibi bu tatsız anılar beni takip ediyor? Ne denir bunlara? Takıntı mı, kabûs mu?

     -Bir uzmandan yardım alarak bu hoş olmayan durumların da üstesinden gelebilirdiniz.

     -Dediğinizi de yaptım. Yıllarca psikiyatrist ve psikologlara taşındım. Kucak dolusu para verdim. İşte buna karşılık buldukları çözüm bu, yani karşınızdaki sorunlu Sibel.

     -Öyle demeyin. O tedavileri uygulamasaydınız, çok daha kötü durumda olabilirdiniz ya da felaketle sonuçlanabilecek eylemler yapabilirdiniz?

     -Belki de intihar ederdim, değil mi? Onu da düşündüm. Nereye gideceğime karar vermeye çalıştığım o gün, odamın penceresinin yanına geldim, camı açtım. Aşağıya bir göz attım. Oldukça yüksekti. Bahçedeki ağaçlara, çiçeklere, yeşil çimenlere baktım. Sadece baktım, güzel miydiler farkında değildim. Aşağıda bekleşen çok sayıda insan da vardı. Hasta yakınları veya muayeneye gelmiş kişiler olmalı. Birkaç otomobil ve iki tane ambulans gözüme ilişti. Üçüncüsü de sirenlerini açmış geliyordu. Birden gözümün önünden bu gördüklerimin hepsi kayboldu. Adeta her şey silindi. Başka bir mekana ve zamana geçmiş gibiydim. Uzaydan bir kamera ile dünyayı gözlediğimi zannettim. Kocaman  yuvarlak bir şey. Kamera görüntüyü yaklaştırdı. Ne akarsular, ne denizler, ne ormanlar, ne şehirler, ne de insan ve hayvanlar vardı bu dünyada. Var olan sadece devasa bir çöldü. Her taraf incecik kumla doluydu, görüntü ilerledikçe arada bir kum tepecikleri de gözüme çarpıyordu. Uzaydan bir cisim atıldı bu çöle. Atılan cisim bendim. Hayret, yere çakılmadım. Bir kuş gibi kondum sıcak kumların üzerine. Ayaklarım yere basınca sağıma soluma, önüme arkama bakındım. Gözlerimin önünde uzanıp gidiyordu adeta sonsuzmuşcasına bu çöl. Yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüm bilemem. Bildiğim tâ ki çöldeki o korkunç hortum yanıma gelince durmak zorunda kalışımdır. Korkmuştum. Bana zarar vermeyeceğini anlayınca rahatladım. Uysal bir hayvan gibi ayaklarıma sürtünmeye başlayınca, tıpkı bir ata biner gibi üzerine bindim ve havalandım. Çok güzeldi, tarifi imkansız bir mutluluk yaşıyordum. Bir kadının çığlığı ile tekrar bu dünyaya döndüm. Kadın bir yandan bağırıp çığlık atıyor, bir yandan da beni çekerek pencere kenarından uzaklaştırmaya çalışıyordu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bizim de başımızı belaya sokacaksın. Çekil şu pencerenin kenarından! “ deyince intihar etmek istediğimi zannettiğini anladım. Böyle bir amacımın olmadığını söylediğimde “Yalan söyleme! Vücudunun yarıdan fazlası pencerenin dışındaydı…” dedi.

     Biraz dinlendikten sonra, tekrar konuşmaya başladı:

     -Hemşire bu olayı anlatmış olmalı ki biraz sonra doktor yanıma geldi ve bana davranışımın nedenini sordu. Fazla detaya girmeden özetledim ve beni biraz daha hastanede tutması ricasında bulundum. Kabul etti. Şimdi en azından birkaç günlük zaman kazanmıştım. Ne yapacağıma, nereye gideceğime rahat rahat karar verebilirdim.

     Güneş batmak üzereydi. Sanki batmamak için direniyor gibi bir hali de vardı . Bir bulut güneşin önünden hızla geçti. Beş dakikadır çay bahçesinin etrafında dolaşan bir martı, bundan vazgeçip güneşe doğru uçmaya başladı. Nefis bir manzara vardı gözlerimin önünde: Kızıl ve mavinin karışımı bir renk, beyaz kanatları renk değiştirmiş bir martı.

     Sibel’in yüzü, beyaz teni kızarmış gibi görünüyordu. Güneş de işte direnmeye son vermiş ve hızla batmıştı.

     -Beni dinlemiyorsunuz, daldınız. Diyen Sibel’in sesi beni kendime getirdi.

     -Evet, bir an dalmışım bu harika doğa manzarası karşısında. Kusurumu bağışlayın.

     -Sizi anlıyorum, ama bu manzaranın size tattırdığı hazzı ben doğrusu hiç tanımıyorum. Bunun için lütfen beni kınamayın. Kınamayın da bazı duyguları yitirdiğimi, yitenlerin ise kolay geri kazanılmadığını düşünün.

     -Haklı olabilirsiniz. Nerede kalmıştık? Lütfen devam edin.

     -Hayır devam etmeyeyim. Ben müsaadenizi rica edeceğim. Kızımdan önce evde olmak istiyorum. Yolumuz oldukça uzun.

     -Buraya uzak bir yerde mi oturuyorsunuz?

     Diye sordum. Duymamazlıktan geldi. Ayağa kalktı, elini uzattı, kendisini bekleyen arabasına doğru yürüdü…

     Sibel gittikten sonra daha bir müddet oturdum. Güneş batmıştı, ancak gökyüzü, çıkan yıldızlarla bir başka büyüleyici güzelliğe bürünmüştü. Denizden süzülerek giden ışıkları seyrettim, bunların gemilerin ışıkları olduğu aklıma bile gelmedi. Görünmeyen becerikli bir elin ışık oyunları olduğunu düşündüm. 

(Devam edecek)

Öykünün birinci bölümünü okumak için tıklayınızhttp://www.sendeyaz.net/yazi/72209_bir-ani-defteri-buldum-1.html

Öykünün ikinci bölümünü okumak için tıklayınızhttp://www.sendeyaz.net/yazi/72273_bir-ani-defteri-buldum-2.html

Öykünün üçüncü bölümünü okumak için tıklayınızhttp://www.sendeyaz.net/yazi/72348_bir-ani-defteri-buldum-3.html


( Bir Anı Defteri Buldum-4 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 2/28/2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu