Çocukluk yıllarım nakkaş, hattat, yazar, şair ve ünlü bir seyyah olan hemşehrim, merhum Evliya Çelebinin evine birkaç yüz metre uzaklıkta,  evvelce ismi Ahırardı sokağı iken, kadirşinas belediyemizin-Evliya Çelebinin amcası Kütahyalı şair Firaki’nin adına izafeten- Firaki sokağı adını verdiği sokakta geçti.

 

O senelerde, Kütahya tamamen kendi yağı ile kavrulan bir fotoğraf vermekte idi, daha önce burada ikamet eden Rum ve Ermeni azınlık terzilik, bakırcılık, çinicilik, sarraflık, inşaatçılık, tamircilik vs. işlerle iştigal etmektelermiş, Yunan işgali sırasında büyük bir kısmı ya rehberlik yaparak veya bizzat orduya katılmak  suretiyle Yunan amaline hizmet ettikleri için bunlar, Kurtuluş Savaşı sonrası, Kütahya’yı  terk edince  bu hizmetler sahipsiz  kalmış, asker kökenli olan yerli halkın bu hizmetlere intibakı  zamana  ihtiyaç göstermiş.

 

Zira, daha önceleri Kütahya’daki erkeklerin ekserisi harp vukuunda orduya katılıp, sefer dönüşü hissesine düşen ganimetlerle, veya çok yararlık göstermişlerse verilen has, tımar, zeametin gelirleriyle geçindikleri için ticaret ve sanatla-güzel sanatlar hariç- ilgilenme gereği duymamışlar, boş zamanlarını kış aylarında gündüz kahvehanelerde, gece Gezek  tabir edilen, sıra esasına dayalı, yemekli veya çerezli  ev misafirliklerinde, yaz aylarında  da çok yakın mesirelerde  değerlendirirlerdi.

 

Bu mesirelerden en yakını şehre 5 Km. uzaklıktaki Çamlıca idi, burası soğuk kaynak suları, çam ormanı ve dünyaca meşhur kirazı ile anılmaktadır, evvelce yakınlığı sebebiyle günlük ziyaret imkanı olduğu gibi kurulan çadırlarda aylarca kalmak da mümkündü, ancak 194O lı yıllarda Alman harbi sırasında burada  askeri  yığınak yapılınca çadır kurmak yasaklandı, ondan sonra bu mesire, uzun süreli kalmak yerine, günlük gezinti mahalli haline geldi.

 

Diğer mesire ise 17 Km. uzaklıkta, romatizma, siyatik ve deri hastalıklarında şifalı termal kaynakları ile Yoncalı Kaplıcalarıdır.

 

          Rivayete göre, Selçuklu hükümdarlarından Alaedddin Keykubatın güzeller güzeli kızı kötü ve bulaşıcı bir hastalığa yakalanır, derileri dökülmeğe başlar, başkalarına bulaşmasını önlemek için buradan geçerken çayıra bir çadır kurup bakıcı ve yiyecek bırakarak kaderine terk ederler, her sabah çadırın önünden sürünerek geçen ve bir süre sonra dönen, tüyleri dökülmüş bir tilki dikkatini çekince kız tilkiyi takip eder, tilki çayırlıktaki çamurda bir süre yattıktan sonra ilerdeki su birikintisine dalar ve döner, böylece haftalar geçer ve tilki tamamen iyileşir. Bunu gören genç kız, her gün çamura yatar, daha sonra da suya dalar, birkaç hafta sonra iyileşir, esasen güzel olan kız bir süre sonra dünya güzeli bir afet olur, hikâye bu ya!  Buralara, sürülerini otlatmak için gelen genç bir çoban kızı görünce âşık olur, tanışırlar,  kızın hikâyesi çobana çok ilginç gelir ve anlaşarak hükümdara giderler, kızını sağlıklı gören hükümdar,  evlenme taleplerini reddedemeyerek bunları evlendirir ve şükran nişanesi olmak üzere de kaynağın olduğu yere bir camiyle hamam yaptırır.

 

     

 

Bu kaplıca,   1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Termal Turizm Merkezi ilan edilmiş olup İl Özel İdare Müdürlüğünce yapılan 140 yatak kapasiteli otel ve motellerin dışında özel otel ve motellerle ziyaretçilerin ihtiyacına cevap verecek duruma gelmiştir. 05.10.1991  tarihinde  burada faaliyete geçen S.S.K . Hidroterapi ve tedavi Merkezi 130 yatak kapasitesiyle hizmet vermektedir.

 

Oteller ve kür merkezinde fizik tedavi, rehabilitasyon, hidroterapi, erektroterapi üniteleriyle modern bir ortamda tatil ve sağlık sunulmaktadır.

 

Yukarıda arz edilen her iki mesireden daha uzak olmakla beraber (25 Km.)  hem şifalı termal suları hem de çam ormanı ile bu mesirelerimizin meziyetlerini cem etmiş olan Ilıca Kaplıcaları her dönemde daha çok rağbette olan bir mesiremizdir.

 

1930-1940’lı yıllarda Kütahya’ya şose ile bağlı Ilıca’ya, ekseriya iki atın çektiği,  üzeri ve yanları kapalı, arkada beşik denilen bagaj yeri olan ve tekerleklerin bağlandığı şasi ile silindirik gövde arasına konulan çelik yaylar sebebiyle diğer arabalardan(tatar arabası vs.) daha az sarsan yaylılarla 4-5 saatte gidilirdi ve çocukluk anılarımızın unutulmazlarındandı.

 

Seyahat geceleri uyuyamaz,  araba atlarının çıngırak seslerini bekler, duyar duymaz da ev halkını uyandırırdık.

 

Neş’eli bir koşuşturmadan sonra yiyecek, içecek vs. arabanın beşiğine yerleştirilir, yaylının içine serilen minderlere yaş sırasına göre sıralanılır, herkes bindikten sonra da henüz sabah ezanları okunmadan dualarla yola çıkılırdı.

 

Şimdi gübre, porselen, seramik, manyezit vs. fabrikalarının işgal ettiği, o zamanlar bomboş olan, araziyi geçip Beş Değirmen Deresi ‘ne Felent Çayı ile kolkola girerdik, yolumuzun sağındaki dereye mi, yoksa solundaki kayalıklara mı bakalım derken yolu yarılardık.

 

Bu seyahatlerden birisinde kayalıklara yaklaşırken birkaç köylü durmamızı ve boş bir tencere vermemizi  istediler, henüz ne olduğunu kavrayamadan, kapağına boşaltarak ellerine tutuşturduğumuz sarma tenceresi, bal dolu olarak geri geldi, meğer kayalıklarda kaçak bal arılarının yaptığı balı bulmuşlar, arıları sindirerek aldıkları  ballar   fazla çıkınca da, kapları olmadığı için , yoldan geçenlere ikram ediyorlarmış.

 

Yola devam ederek bir süre sonra Ahmet Oluğu denilen mevki’e  vardık, çeşme yanındaki gölgelikte mola vererek  hem atları yemleyip dinlendirdik, hem de kahvaltı yaptık, yeniden yola koyulduk, herkesin keyfi   yerine gelmişti, atlar çıngıraklarını daha neş’eli  sallıyor, arabacı bir türkü tutturmuş bizler de ona eşlik ediyorduk, bir de baktık ki İncirli Yokuşunu  yarılamışız. Buradaki çeşme yanında kısa bir molayı müteakip tekrar yola koyulduk, böylece 4-5 saatlik seyahatimizi tamamlayarak Ilıca’ya vasıl olduk.

 

O zamanlar çok az bina bulunduğu için ziyaretçiler kısa süre kalacaklarsa han  odalarında , uzun süre kalacaklarsa kiralık çadırlarda kalırlardı, biz de çamların arasına kurulmuş bir çadırı kiralayarak eşyamızı yerleştirdik, çadırın ön kısmına  etraftan tedarik ettiğimiz çalı çırpı ile  talvar denilen bir gölgelik yaptık, bu arada babam talvarın bir köşesinde toprağı kazmağa başlayınca etrafına toplanıp ne yaptığını sorduk, bu mevkide soğuk su az olduğundan hamam suyunu bu çukurda soğutarak içebileceğimizi söyledi, yanına da  sütlük  tabir edilen tel dolabı monte etti, hakikaten yemeklerimiz günlerce bu dolapta bozulmadan muhafaza olduğu gibi  fazla soğuk  su sıkıntısı da çekmedik.

 

O senelerde buzdolabının varlığından haberdar değildik, Kütahya’nın Karlık mevkiinden kıl torbalarda katır sırtında getirilen buz kalıpları, ancak ağır misafirlere ikram edilecek şerbetlerin soğutulmasında kullanılabiliyordu.

 

Elektrik olmadığı için gaz veya karpit lambaları gecelerimizin tek aydınlatma aracı idi.

 

Yerleşme işi bitince babaannem babamla karşılıklı kahvelerini yudumlarken:

 

-Çocuklar kayalıklarda her zaman bal ikram etmezler, ben size aynı mahalde dedenizin başından geçen oldukça enteresan bir olayı nakledeyim! Deyince hepimiz merakla etrafına sıralandık, o da anlatmağa başladı:

 

Dedeniz Ilıca’dan temin edemediğimiz bazı ihtiyaçlarımızı Kütahya’dan satın almak için atına biner, yola düşer, kayalıklara yaklaştığı sırada tepeden tırnağa silahlı iki kızan durdurup üzerini arar ve biraz yukarıdaki efenin yanına götürürler, efe:

 

-Baba nereden gelip nereye gidersin, kimsin, nesin? der.

 

Dedeniz de Kumarı köyünün hatibi olduğunu, Ilıcadan Kütahya’ya gittiğini anlatınca üzerinden çıkan yarım tabaka ucuz tütün ve iki  mecit para ile adi çakmağa bakarak:

 

-Kızanlar! Hocamın karnını doyurun, tabakasına benim has tütünden basın, biraz da harçlık verin, bırakın, gitsin!,  der.

 

Babaannem tarih verememişti ama, olay muhtemelen Yunan işgali senelerinde, 1919-1922 yılları arasında vuku bulmuştur sanırım.

 

Sohbet sürerken akşamın yaklaştığını fark eden annem hazırladığı mantıyı, pompalı gaz ocağında pişirmeğe başladı, teyzem de Kütahya’dan getirdiğimiz yemekleri maltız denilen 3 ayaklı saç ocakta ısıtma hazırlıklarına geçti, bu arada yoğurt, meyve vs. ihtiyacımızı temin için, bakkala giden babam gelerek akşam Haslas başında eğlence varmış deyince sevincimizden yemek vs yi unuttuk.

 

Haslas, suyu ılık olan açık bir havuzdu, müdavimlerin bir kısmı banyo yaparken bir kısmı da  havuz yanındaki kahvehanede  meşrubat içer, sohbet eder, oyun oynar, manzarayı seyrederdi, havuza madeni paralar atılır, çocuklar bunları çıkarmak için yarışırlardı, büyüklerimiz  bazen de topluca şakalaşmak istedikleri  kişileri elbiseleriyle havuza atmağa yeltenirler, ziyafet vadederse vazgeçerlerdi.

 

Her tarafı bir tabiat harikası olan güzel vatanımızın birçok kaplıcaları gibi Ilıca’mızın da bir efsanesi vardır, Ilıca girişindeki hamama ve otele ismini veren bu efsaneye göre:

 

Bugün Erkekler Hamamı olan mağarada ihtiyar bir kadın kızı ile ikamet etmektelermiş, bir de sarı inekleri varmış, ineğin otları Boyalık denilen in kısmında dururmuş, Sarı kız her gün buradan ot alır ineğe verirmiş, son zamanlarda kız Boyalıktan bazı uğultular duyup kulak kabartınca şu sözleri duyar olmuş:

 

-Güzel kız, Sarıkız geliyorum, harlayarak mı geleyim, gürleyerek mi?

 

Tabiatıyla kız korkarak annesine anlatırmış, ama annesi de bir yol gösteremezmiş ve olay devam edermiş, nihayet sabrı tükenen  Sarıkız:

 

-İn misin, cin misin?  Gel de ne isen görelim! Deyince uğultu şiddetlenir:

 

-Harlayarak mı geleyim, gürleyerek mi? Sarıkız da:

 

-Harla ey mübarek! der demez mağaradan harlayarak fışkıran sıcak sulara gark olan Sarıkız kaybolur, o günden sonra ihtiyar anne ve ineği de kimse göremez  ama, Sarıkızın sabahları erken ve akşamları çok geç saatlerde hamama gelen genç, temiz ve duygulu bayanlara göründüğü söylenmektedir.

 

Bu günün nakil vasıtaları ile şehre 15-20 dakika uzaklıkta olan bu güzel mesiremiz 1989 yılında Bakanlar Kurulunca Termal Turizm Merkezi olarak ilan edilmiş olup Kalsiyum, Magnezyum ve Bikarbonat ihtiva eden 24-43 derece C termal sularıyla Romatizma, Karaciğer ve safra kesesinden mustarip olanlara şifa dağıtmaktadır.

 

Buradaki otel, lokanta ve pansiyonlar gelecek ziyaretçilerin ihtiyaçlarına cevap verecek kapasitededir.

 

Yokluk ve zorluklarla geçen eski yaşantımızla bu günün şartlarını mukayese ederken artı ve eksiler bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor, hangi dönemin daha iyi olduğuna karar vermekte oldukça zorlanıyorum, bilmem sizler nasıl düşünürsünüz? 

( Geçmişe Yolculuk başlıklı yazı Cevdet Doğan tarafından 24.06.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu