1940 yılında babam Kütahya PTT. Müdürlüğünde Levazım Şefi olarak görev yapmakta idi. Bir akşam iş  dönüşü  :

 - Çocuklar!  Size  bir  müjdem var,6 ay süreli bir meslek kursuna çağrıldım, hemen Ankara’ya gidiyoruz! Deyince  evde  bir bayram sevinci yaşanmağa başladı. Zira,  amcamlar  Ankara’ da  ikamet ediyorlardı, onları görebilecektik, ayrıca, o dönemde nakil vasıtalarının az sayıda ve çok pahalı olması sebebi ile en yakın kazaya bile ancak çok zorunlu hallerde gidiliyordu ki böyle şehirler arası bir gezi  hayal edilemeyecek bir ödüldü. Ulaşımın bu menfi hali,  tabiatı  ile   yiyip içtiklerimizi de etkiliyordu, Kütahya iklim şartlarında yetiştirilemeyen ürünleri,  ancak hasat mevsiminde, o da birkaç haftalığına manav tezgâhlarında  görebiliyorduk. Bunların en başında da çok sevdiğim taze incir ve yol şartlarına dayanıklılığı sebebi ile siyah olanı, en  mebzul  olduğu dönemde,  7-8  Kg.lık kamış sepetler içinde, arzı endam eder, birkaç hafta sonra da kaybolurdu, şimdi  ise bu güzel ve şifalı meyveyi  manavlarda  aylarca  görmemiz mümkün.

Babaannem, taze incirle ilgili bir de hikâye anlatmıştı. Köyde satamadığı  mahsulünü Kütahya’ya getiren köylü satacağını satıp parası ile yağ,tuz,çay,kahve vs. ihtiyaçlarını aldıktan sonra uğradığı manavda o güne kadar görmediği,adını bile bilmediği, siyah taze incirleri görünce 1 Kg. da şunlardan tart diyerek alır ve merkep sırtında 6-7 saat sürecek bir yolculuktan sonra varacağı köyüne dönmek üzere yola çıkar,yolda aldığı meyvenin tadına bakmak ister,hoşuna gidince de köye varamadan hepsini  yer,diğer aldıklarını hanımına teslim ederken tatlı bir meyve aldığını ,fakat yolda  yiyip bitirdiğini anlatır,ama içine sinmediği için ilk fırsatta alıp hanımına da yedirmeye niyet eder, aksilik olacak ya birkaç hafta fırsat bulup şehre gidemez, gittiği zaman da hemen manava uğrar, önceki gelişinde aldığı meyveyi ararken manav : Hayrola dayı! Ne arıyorsun? deyince köylü geçen gün aldığımı arıyorum ama göremedim der. Manav nasıl bir şeydi ? diye sorunca bizimki siyah ,dışı  deri,içi darı gibi bir şeydi  deyiverir,sağına soluna bakan manav tarife uygun olarak patlıcanları görür ve istediği miktarda patlıcanı köylünün heybesine döker,pek benzetememekle beraber yapacak başka bir şey  olmadığını düşünen, köylü yola çıkar, ama aklı heybededir,biraz uzaklaşınca patlıcanlardan birini ısırır,tadını beğenmediği için herhalde bu biraz kartlaşmış diyerek ikincinin de tadına bakar,tatma olayı patlıcanlar bitene kadar devam eder,bitince de hemen geri dönerek manava gelir :-Kardeş ! sen bunları hem uzatmış,hem de tadını kaçırmışsın der.

                              Ben de tadını kaçırmadan sadede geleyim, alelacele hazırlıklarımızı tamamlayıp lüzumlu eşyadan bagaj limitini aşanları istasyon ambarına teslim ettiğimiz günün akşamı o dönemin  lüksü ,bugün ancak müzelerde,Adalarda veya bazı şehirlerde sadece bayram günlerinde görebi-leceğimiz , iki at tarafından çekilen,yarı kapalı ,4 tekerlekli ve sarsmaması için yaylarla takviyeli fayton denilen nakil vasıtası ile istasyon binasındaki bekleme salonuna  varıp bir süre bekledikten sonra, kömürle çalışan ,buharlı lokomotifin ıkına sıkına sürüklediği yük vagonlarından birine bindik,o sıralarda,henüz kavis hattı yapılmadığından, trenler Kütahya İstasyonuna  gelemiyor,  yolcularını yakın bir köyümüz  iken şimdi mahallemiz olan, Alayunt ’tan alabiliyordu ve  yolcular  kapalı yük vagonları ile gidip trenin gelişine kadar bu istasyonda beklemek zorunda idi.Biz de bu  formaliteye uyup, bir süre de Alayunt’ta bekleyerek,  gelen trenle  saatler sonra Eskişehir’e ulaştık,aktarma için birkaç saat de  burada bekleyip  büyük bir sevinç ve huşu içinde Ankara’ya  hareket ettik,saatler sonra  ulaştığımız Ankara’da  bizi karşılayan amcamlarla onların Samanpazarı’ndaki  evine  vasıl olduk.

Babamın kurs göreceği  dershane  şimdiki  Gençlik Parkı yanında bulunan Evkaf Apartmanında olduğundan,  hemen ertesi gün, en yakın bölge olan Hergele Meydanı denilen semtten başlayıp Taşhan, Samanpazarı, Hamamönü semtlerinde kiralık ev aramağa başladık. Malûmunuz olduğu veçhile, o yıllarda ikinci dünya savaşı Avrupa’yı kasıp kavuruyor,Türkiye’yi  de tehdit ediyordu,olağan üstü hallerde genelde büyük şehirlerden kırsal kesimlere nüfus kayması olduğu halde,belki de Ankara’nın baş şehir olması yüzünden, tam tersi bir nüfus akışı vardı ,bu durumda  mesken sıkıntısı  had safhaya  ulaştığı için Ankara’da  kiralık ev bulmak oldukça zor olmasına rağmen,büyük bir şans eseri olarak, üçüncü günü Hamamönü ile Kurtuluş arasında, Hacettepe Parkına yakın,  Erzurum Mahallesinde bir ev bulmak nasip oldu.

Ev sahibinin  Samanpazarında  kasaplıkla iştigal eden İbrahim Ağa isminde biri olduğunu öğrendik,günün şartlarına göre oldukça modern görünümlü dükkanında bulduğumuz ev sahibine durumu anlatarak evine talip olduğumuzu belirttik,eğer yanılmıyorsam 1 kg etin 25-30 kuruş olduğu o dönemde aylık 40 lira kira ve 6 aylık peşin isteyince pazarlık etmek ve kirayı peşin değil de her ay ödemek isteyen babama :

-Evlât ! benim şartlarım bu,işine gelirse tutarsın diyen İbrahim Ağa  dayatınca çaresiz akşam amc

larla konuşup parayı tedarik ettik.Ertesi sabah babamla tekrar gidip babam parayı uzatınca, dünkü sert tavırlı ,İbrahim Ağa bu defa babayani bir tavırla : -Evlât  ! dün mali durumunu anlamak için seni sınadım, o parayı cebine koy, her ay sonunda, hem de 30 lira olarak ödersin,şu anahtarı da al, güle güle oturun ! demez mi?

Hemen ertesi sabah taşındığımız  ev tuğla yığma ,oldukça büyük bir binadan bölünmüş, iki katlı, üç odalı bir meskendi,diğer yarısında da ev sahipleri oturuyordu.

Birkaç gün sonra ev sahibimiz Anakadın ziyaretimize geldi, kısa bir sohbet ve kahve faslından sonra anneme :

 - Gelin hanım benimle gel! diyerek bizi zemin kata indirdi, o zamana kadar kömürlük, WC, bahçe kapıları arasında pek dikkatimizi çekmeyen bir kapının  önünde  durup  elindeki  anahtarı  uzatarak: -Gelin!  bu kapı bizim bölüme ve kilere açılır, bundan sonra sokağa çıkmadan bu kapıdan bize gelebilirsin, aynı zamanda ekşi ve tatlı pekmezimiz,  turşular,  mevsim   sebze   ve meyveleri  buradadır, hepsi  de bağımızın mahsulü,  çekinmeden, istediğiniz kadar alın, helal olsun!  deyi p  o   kapıdan evine döndü, ilk günler çekinerek aldığımızı görünce teklifini yineleyerek, almazsanız hakkımı helal etmem!  dediği  için  o  günden  sonra  ihtiyacımızı  kendi  kilerimizden  karşılarcasına oradan temine başladık. Böylece günler geçmekte idi, henüz kış gelmediği için sobalar yanmamıştı, şimdiki  gibi  doğal  gaz ,  tüp  gaz  havagazı vs. olmadığı için, yemeğimizi  Acem Ocağı veya maltız denilen üstü açık soba benzeri,saçtan mamul ocakta kor haline gelmiş meşe kömüründe pişiriyorduk,ihtiyacımız olan kömürü  Kilosu  10-11 kuruşa satan ardiyeler yerine, eşeklere yüklediği çuvallarla sokak aralarında hem de 8-9 kuruşa satan seyyar kömürcüden temin ediyorduk,yine böyle bir alım esnasında,antrede  babamla kömürcü, omuzlarındaki sırığın ortasına takılı toplu kantarla ,bir çuvalı tartmağa çalışıyor,ama her tartıda değişik kilolar ortaya çıktığı için çuvalın hakiki ağırlığını bir türlü tespit edemiyorlardı , bu sırada elinde bir karpuzla dışarıda bekleyen bir amca karpuzu yere bırakarak  antreye daldı,kömürcüye tekme tokat girişti,babam ve ben  şaşkınlıkla yüzüne bakarken kömürcüyü kapının önüne atan amca :

-Bu heriften dün ben de kömür aldım, her çuvalı birkaç defa tartmak zorunda kaldık, o zaman ,ne olduğunu anlayamamıştım,şimdi fark ettim,bu sahtekâr çuvalların altına ip sarkıtmış,ayağı ile basarak çuvalların olduğundan fazla tartılmasını sağlıyor,istediği miktara ulaşamayınca da tekrar tekrar tartmak zorunda bırakıyor, dedi. Babamla o amca çuvalları yeniden tarttılar, babamın haram olacağı düşüncesi  , kömürcünün  menfaat kaybı  sebebi ile yaptıkları itirazları dinlemeyen  komşu ,kömür parasını , hakiki   ağırlıklarına göre hesap edip   babama ödettikten sonra kömürcüyü kovaladı,kömürcünün ardiyelerden daha ucuza satmasının  sebebini  de bu vesile ile öğrenmiş  olduk.

Bu arada, nakil ilmühaberi ile geldiğim için kolay kayıt edileceğimi düşündüğüm okul meselesinin pek müşkül olduğunu, civar okullara başvurunca öğrendik,her sınıfta asgari 50-60 öğrenci  sebebile kontenjanları dolduğu için ancak Samanpazarındaki Ulus İlkokuluna kayıt yaptırabildik, o da yeterli sıra olmadığından götüreceğim sandalyede, bir sıraya yanaşma olarak, oturmak kaydı ile.

Günler haftaları , haftalar ayları kovaladı,Kütahya’ya dönme vaktimiz geldi ,ama ayrılmamız pek firaklı oldu,annem ağlar,Anakadın ağlar,komşu hanımlar feryat figan.Düşünüyorum da o zaman  Gayrimenkul  Kira  Kanunu  vs mevzuat  yoktu ama, kiracı-ev sahibi münasebetleri bugünkünden  çok daha iyi idi,  bu yaşa geldim,  kanunların, ihtilafların halli için mi çıkarıldığını,yoksa bu kanunların  farklı  yorumlanmasının mı ihtilâfları doğurduğunu hala çözebilmiş değilim.

Bu yaşanmış hikayeme son verirken,  benden  gayrı  olay kahramanlarının tamamı  yaşamlarını  yitirmiş oldukları  için hepsine Allah’tan rahmet  diler,  mekanlarının cennet olmasını temenni ederim.

 

 

 

 

( Yaşanmış Bir Hikâye başlıklı yazı Cevdet Doğan tarafından 21.06.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.