Bir termal tatil köyünün devre mülk tanıtım ve pazarlama organizasyonuna katılmıştım. Sonbaharla kış arası bir mevsimin ikindisinde, tatil köyünün bulunduğu ilçeye ulaştık.
Yolculuğumuz keyifli geçmişti ve termal bizi heyecanlandırıyordu.
Bir gurup genç hanım ve delikanlı karşıladı kafilemizi.
Küçük bir salona alındık, büyük bir LCD ekran televizyonda tanıtım filmini izliyorduk.
Bu esnada tatil köyünün arkasında ki Kaz dağlarının (İDA) tanrıçalarını kıskandıracak kadar güzel bir hanım, kendinden emin ve bütün güzelliğini sergileye sergileye salona girip sunum masasındaki yerini aldı.
Bir an soluk almadığımı hissettim, nefesimi yutmuştum sanki.
Öylesine güzel ve tatlıydı ki gözümü üzerine iğnelemiştim adeta.
Bir süre salondaki davetlileri göz filtresinden geçirdi.
Otuz yaşlarında, etine dolgun, pembe tenli, yuvarlak hatlı ve tebessümü baştan çıkarıcıydı.
Kumral saçını sarıya tercih ettiği belliydi.
Gözleriyle gözüme ulaştığında, baktığımı görünce gülümsedi.
Hatta bir süre gözlerini ayırmadı gözlerimden.
Tanıtım filmi bitmişti, uzaktan kumandayla televizyonu kapatıp salona döndü.
Termal tatil köyü hakkında bizlere kısa bir brifing verdi.
Sanki yalnız bana anlatıyordu dilinde ne varsa veya bana öyle geliyordu.
Zeytin yeşili gözleri vardı.
Bakışlarımı her yakaladığında tebessümünü esirgemiyordu.
Bu konuda cömertti.
O konuştukça dudağı, beyaz yüzünde pembe bir kelebek gibi kanat çırpıyordu.
Konuşması bitip önümüzden geçerken gözlerime şöyle bir dokundu gitti.
Artık tutuklanmıştım ona, gözlerimi alamıyordum.
Bizimle ilgili görevinin bittiğini, daha sonraki aşamalarda yine bizlerle olacağını ifade ederek, sorumlu olduğu bölüme geçmişti.
Gurup olarak değişik elemanlardan detay alıyorduk.
Bizim elemanımız genç bir delikanlıydı.
Bir masaya dört kişi oturduk, elemanımız anlatmaya başladı.
Bu sırada çay almak için yanımdan geçerken “çay alır mısınız” dediğini duydum.
İlk kez bu kadar yakınıma gelmişti, müthiş güzel kokuyordu.
Çayı masama bırakırken eğildi, siyah kazağından yayılan o muhteşem kokuyu bir kez daha içime çektim.
Zaman içinde o güzel gözlerine ve o müthiş kokuya iyice kapılıyordum.
Elemanımız bizleri devre mülk dairelerinin bir kaçına götürüp, yaşam alanlarını anlatıyordu.
Brifing aldığımız binadan bir iki blok uzaktık, dairenin balkonundan çevreme bakıyordum.
O’nu brifing verilen salonun penceresinden bakarken gördüm.
Eliyle hafifçe selam verdi, bende elimle karşılık verdim.
İşimiz bitip tekrar ilk toplandığımız binaya döndük.
Bizden önce gelen bir gurupla ayaküstü sohbet ediyordu.
Bizim içeri girdiğimizi görünce hafif bir tebessümle selamladı.
Yorulmuştum, boş bulduğum bir sandalyeye oturdum.
Gülümseyerek yanıma geldi ve “siz şairmişsiniz, gelirken otobüste şiir okumuşsunuz, bende dinlemek isterim” dedi.
Yanımda daha fazla tutabilmek için Nazım Hikmetin kurtuluş savaşı için yazdığı bilmem kaç sayfalık Kuvayı Milliye şiirini okumak isterdim.
“Severek” diyerek AŞKA RAMAK KALA isimli şiirimi okudum.
sahilde sarışın bir kız
güz rüzgârı yürüyüşü
tebessümü ağustos
bıraksam, katıp önüne
savuracak
gözlerimi kaçırdım
bakışından
göz göze gelsek
belli ki kavuracak
sokuldukça yaban mersini
kokar
biraz davetkâr
epeyi kışkırtıcı
ve
uzaklaştıkça
dönüp dönüp
bakar
dayanılmaz bir dişi
öylesine güzel ki
çağırır gidişi
uysa insan
baştan çıkar…
- Çok güzel, bana o anı yaşattınız dedi.
Teşekkür ettim ve içimden şiirde anlattığım her şey sana birebir uyuyor diye geçirdim.
Bütün bunlar olurken, bir nefes kadar yakın ama yıllarca uzaktaydı.
En az otuz yıl uzaktı bana.
Ben yine de geleceğe dair hayaller kuruyordum.
Öylesine sohbet ediyorduk.
Bense tatlı bir hayaldeydim.
Bir an koynunda uyuyordum, sımsıkı sarılmış.
Ya da bir teknenin küpeştesine yaslanmış günbatımını izliyorduk.
İçimiz mutluluk doluydu.
Günün her anı göz gözeydik, birbirimizden başkasını görmüyordu gözlerimiz.
Yeşil yeşil bakıyordu.
Elleri avuçlarımda, kayboluyordum zamanın gizinde.
Hayal güzel şeydi, insan kısa bir an için de olsa mutlu olabiliyordu.
Ama her güzel şey gibi bununda bir sonu vardı ve ne yazık ki rüya bitmişti.
Ayağa kalktı elini uzatıp “güle güle, sizi tanıdığıma sevindim” dedi.
İşte o an gerçek, bir kış ayazı gibi yüzümde patladı.
“Bende” dedim ama kaybedeceğim için oldukça üzgündüm.
Salonda kaybolurken, şuramda hissettiğimi söyleyemedim.
Otellerimize dönüp üstümüz değiştirip akşam için hazırlandık.
Akşam yemeğinde görebilme umudum vardı ama ne yazık ki katılmadı.
Sabah kahvaltısında da göremedim.
Son bir kez daha pazarlık için içeri girdiğimizde odalardan birinde arkası dönük oturuyordu.
Cesaret edip “Allaha ısmarladık” diyemedim.
Otobüslerimize bindik, burnumda kokusu, yağmura gebe bir Pazar ikindisi aklımı bırakıp İDA’nın eteklerindeki bu zeytin ağaçlarının altında, ondan uzaklaşıyordum.
Bir kez daha anlıyordum.
İnsan cesareti oranında kazanıyordu.
Ben cesur biri değildim.
İşte bu yüzden kaderimin önünde eğildim.
Yolda gelirken onun için bu şiiri yazdım.
PERVASIZ
küçük bir işaretin
yeter
ya da ufacık bir
tebessüm
bakmam üçüne beşine
hayatın
takılır peşine
giderim,
aklım kalmaz geride
yemin ederim…
Yazarın