Burda
böyle sadece otursak olmaz mı? Hiç konuşmadan, sadece duyumsayarak
varlıklarımızı, sözcüklere zaman vererek inceden inceye kurgulasak
söyleyeceklerimizi… Hep düşünmeden, pat diye söylenenler değil mi can yakıp, geçit
vermeyen duvarlar ören yüzlerimize? Kalplerimizi mühürlü kılan…
“Ama
nasıl tanıyacağız ki o zaman birbirimizi?” diyeceksin şimdi. “Sözcükler olmadan
öksüz çocuklara dönmez miyiz, bu dünyada ayakta kalabilmek için tek bir
dayanağı olmayan? Suskunken, yoldan geçen şu adamdan beni farklı kılan hangi
yönümü sunabilirim ki sana? Sen neden bu masada oturasın ki benimle?”
Yanılıyorsun
işte, bence tam aksine o sözcükler uzaklaştırıyor bizi. Bir dünya kadar farklı
insanları aynı kalıba sokacak kadar aynılar çünkü. Hiç konuşmayalım da demiyorum
tabii. Ama susmaktan da korkmadan, karşıdakinin zamanını en keyifli hale
getirmek için sürekli imgelere boğmadan gerçeği… Mesela sen bazen konuşmayı
bırakıp öyle daldığında, seni seyretmeyi öyle seviyorum ki! İşte o zaman
dudaklarından dökülen kelimeler gerçekten sana ait kalıyor. Beni eğlendirmek,
buraya geldiğime pişman etmemek için onca laf cambazlığı yapıp espriler
patlatırken olduğundan çok farklı bir anlama bürünüyor gözlerin. Bana yine
bakıyorsun bakmasına… Kendi içine dalman kaybetmene neden olmuyor beni. Hatta
belki de aslında tam da o zamanlarda gerçekten buluyorsun beni. Benim
gözlerimden kendine bakmayı bırakıp bana gerçekten baktığında, ilk kez gerçekten
de konuşmaya başlıyorsun benle.
O
anlarda kendini sevdirmeye çalışan o erkek kayboluyor birden. Gerçekten bakan,
dinleyen, gördükleri ve duydukları karşısında bir şeyler hisseden birinin
dünyayı sıkı sıkı kavrayan ellerini buluyorum sözlerinde. Yere sıkı sıkı basmak
için onaylayan bakışlarıma gerek duymayan biri… Ama yine de bekleyen o onayı
içten içe… Onda ayakta kalması için ihtiyacı olan bir şeyi değil, sevgisinin
karşılığını arayan; aradığı şeyi bulmamayı sonuna dek göze almış… Çünkü sevilmekten
çok daha önde bir yere koyan sevgisini…