Aşkın vuslat çizgisini geçmiş veya sevdayı iki farklı bedenden tek bir ruha yükseltmiş istisna ve bir o kadar da müstesna kalpler de dâhil aşkın öyle boyutları vardır ki, dokunur. Bazen sersemletir, bazen serinletir. Bazen çağlar, bazen dağlar. Bazen durulaştırır, bazen durultur. Ah aşk... Dokunur. Hem de her kalbe farklı, her sevdaya farklı dokunur. Her zamanda farklı, her mekânda farklı.

Bakınız, aşkın dokunan bir olgu olduğunu, her durumda ruha nasıl işlediğini beraber işleyelim. Evveli; vuslata ermemiş, kavuşmama acısı çeken bir gönlün çaresiz çırpınışları... Olgunlaşmamış bir meyve gibi dalında asılı durur aşk. Yesen yiyemezsin; tatsızdır; kopartıp atsan, atamazsın, canın acır. Atsan dahi koptuğu yerde izi kalır, hüznü yapraklara vurur, yapraklar dökülür. Burada hüzünden ziyade dokunması vurgudur, belki de ne çiçekler açacak diğer dallarda, ne meyveler bitecek gövdesinde gönlün ama o olgunlaşmamış meyve orada bıraktığın köşede masum, boynu bükük şekilde hep sana bakacak, dokunacak. Ya da misal; visale açılacak küçük bir pencere gibi duracak bir kenarda, ama hiç açılmayacak. Rüzgârını özleyeceksin umudun, şöyle çarpıp geçse diye. Ama esmeyecek. Belkide ne kapılar aralanacak ama o pencere gizem perdesini de çekmiş olarak kalacak ve dilini bilmediğin en muammalı şarkıları fısıldayacak kulağına. Dokunacak aşk. Durup durup ket vuracak geçmişe anılar. Hiç olmadık anlarda içinize düşecek onsuzluk ve sizi de düşürecek sonsuzluğun arka sokaklarına. Veremli caddeleri, cüzamlı ayaklarla çiğneyeceksiniz. Aşkın başkenti değil, yalnızlığın taşrası olacak kent. Öyle yokuşlarla ülfetleşeceksiniz ki külfetine katlanacağınız çıkmaz sokaklarınız dahi olmayacak. Her volta da bir kerte daha çizilecek zaman defterine ve her kerte kardeş olacak ölüme. Ve dokunacak aşk kalplere.

Kavuşmuş aşklara gelince, velev ki iki gönül birbirini sevdi, velev ki kalplerini birbirine emanet verdi, velev ki sustu hüzün, güldü yüzün; aşk yine dokunur. Belki senaryo başkadır ama aynı oyun oynanır. Sevdiğiniz yanınızdadır, gülümsüyordur. Beraber başlıyorsunuzdur sabahlara gonca tadında. En güzel kahvaltılar sizindir belki. Kızartılan her ekmek aşkı anlatır, bereketi anlatır. Çaydanlıkta huzurla kaynarken su, buğusunda sevgi yayılır odanın her bir yanına, yaşam tadında. Sevgi bir aktarma otobüsü gibi olur yârin gönlünden varlığa giderken, biletini gülüşlerle ödediğin ve zaman tadında... Her an böyle, her an onunla. Hiç sıkılmadan, hiç bıkmadan inadına böyle, inadına onunla. Hayata inadına... Ama böylesi mutluluğun zirve yaptığı durumlarda bile hep bir soru meşgul eder gönülleri: “Ya biterse!” Siz sevdayı yaşatırken, sevda sizi yaşatırken hep bir çocuk çekiştirir sırtınızdan: “Ya biterse!” Bitmese de biter gibi içinize vurur ve aramızda kalsın bir aşk en çok biterken dokunur.

Ucu güvene dokunmayan ve ipliği sevgiyle dokunmayan her aşk dokunur. Hatta böyleleri yok olur.

Yazarken de dokunur aşk ki hem de bana nasıl dokunur! Hep usul usul sorarım kendime: “ Hangi bahane avutur?” Dokunmasa kalemimde kâğıda dokunmazdı elbet, dokunmasa geceler boyu böyle canım okunmazdı. Bu dokunuşlar değil miydi aşığını sokaklara vuran ve hala vuruyor. Bak yine! Karışıyorsun insan seline. Her renkten, her telden bir sürü insan. Yürüyorsun şehrin kalabalık sokaklarında. Onsuz caddedeki insanlar bir anda yok oluyor, kalıyorsun bir anda tek başına. Her yer bomboş. Sessizliğin bile yankı yapıyor tenhalığın akustiğinde. Kaldırımlar öksüz kalıyor ama yetim değil. Evler, apartmanlar, dükkânlar sana bakıyor. Sen ise onu bekliyorsun her geçen anda, sanki bir el usulca omzunuza dokunacak da dönünce onu görecekmiş gibi bekliyorsun. Ama olmuyor. Dünya dönüyor. Başın dönüyor. Sen dönüyorsun. Ama yok. O yok. Arkanda kimse yok. Bir anlığına yokluğu hissediyorsun. Sonrasında insanlar geri geliyor, sel gibi akıyor yine. Mecidiyeköy kaynıyor. Bir adım atıyorsun ve roller değişiyor, bu sefer şehir kayboluyor. Bir dünya insanlasın uçsuz bir ovada. Onu arıyorsun kalabalıklarda. İğneyle insan kazıyorsun. Her kalbin altına, her gözün arkasına bakıyorsun çocuğunu kaybetmiş anne serzenişi gibi. Ne zaman ki bir kırmızı kazak görsen giyinilmiş, heyecanlanıyorsun aşkın verdiği refleksle. Ama olmuyor. Bulunmuyor sevgili. Sonrasında yavaş yavaş insanlarda kayboluyor, şehirde kayboluyor, sende kayboluyorsun... Onu bulacağım derken kendini kaybediyorsun...

Ve diyorsun ki:

-Aşkta mutluluk hayal olsa da hayallere âşık olmak mutluluk olsa da, birlikte yapacağımız ilk kahvaltının umudunu kendimle beraber gömerek ölsem de, meyveyi rüzgâr alıp götürse de, pencere göçse de ulu bir zelzele ile bir şiir için Roma’yı yakmış Neron misali kenti de versek alevlere, o ulvi elin omzuma dokunmasa da, aşkın dokunsa da kalbime, bir sen kalacaksın geride.
( Aşk Dokunur Kalplere başlıklı yazı fatih-canava tarafından 8/8/2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu