ÇAKMA EFENDİLER
Bizim kanaatimize göre insanlar hür ve temiz bir şekilde dünyaya gelirler; ancak insanoğlu büyüdükçe şımarır ve şımardıkça yerinde durmaz. Öyle ki, birbirinin kanına göz dikerek fesat çıkaracak seviyeye gelirler. Aslında bunu, melekler insanın yaradılışında hissetmiş yüce yaratıcıya: “Yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak insanı mı yaratacaksın?” (Bakara 30) diyerek hissiyatlarını dile getirmişlerdi. İnsanın doğasındaki açgözlülük, insanı birbirlerine karşı acımasız kılmıştır. İlahî kudret, insanın bu halini kontrol altında tutmak için 124 bin elçisiyle müdahalede bulunmuşsa da son peygamberiyle nübüvvet sistemine son vermiştir. Bunun yerine daha hukuki ve evrensel kurallar bırakarak insanların can, mal, namus ve neslini koruma altına almıştır. Oysa insan azdıkça azdı, birbirlerinin hak ve hürriyetlerine göz dikmeye devam etti. Güçlenen güçsüzü önce esir sonra da köleleştirmeye başladı. Gün geldi özellikle kolonyalizmin gelişmesiyle Avrupa’da kölelik ve köleleştirme zirve yaptı. Öyle ki Avrupa’da her bireyin en önemli zevki ve her devletin de aynı zamanda en önemli politikası haline geldi.
Bilmem okudunuz mu bilemiyorum. Bu sahada kurgulanan Daniel Defoe’nin “Robinson Crusoe” romanı bunu en güzel şekilde somutlaştırmıştır. Bu roman Avrupalı zihin haritasını deşifre etmektedir. Onun için bu romanı okumayanlara özellikle bu romanı okumalarını tavsiye ediyorum. Romanda, Robinson, orta gelirli ve düzeyli bir ailenin çocuğudur. Aynı zamanda inançlı babanın çocuğudur. O, anne babasını takmaz, bir maceranın ve kısa yolda zengin olmanın peşindedir. Kısacası engin deryalara dalıp bir an önce efendi seviyesine yükselerek güçsüzler ülkesine seyahat edip, onların mallarının yanında fırsat bulursa canlarını da almaya çalışmaktadır. Bu da başta da bahsettiğimiz gibi, meleklerin de karşı çıktığı, “egoizmi” hâkim kılmak anlamına gelmekteydi.
Avrupalı efendiler(!) Efendiliği doğal bir hak olarak gördüler. Bunu da kanun adı altında anayasal güvence altına aldılar. Peki, bunu nasıl başardılar, İnsanları nasıl köleleştirdiler, insanlar da onların efendiliklerini kabullenip köleliklerine nasıl razı oldular?
Bunlar, önce elindeki tüm imkânları seferber ettiler. Kendilerini çok iyi yetiştirdiler, bilgi ve teknolojiyle donattılar. Karşısındakilerini, önce geri kalmışlık, yamyamlık, teröristlik ve barbarlıkla itham ettiler. Sihirbazlar gibi elindeki imkânlarla göz boyattılar. Kendilerinin farklı oluğunu, insanlara kabul ettirmeyi başardılar, karşıdakini komplekse kaptırıp özgüvenlerini ellerinden aldılar. Robinson gibi yıllarca bir adada kalsalar da umudunu yitirmeyip sabırla emellerine ulaştılar.
Kölelikten kastımız sadece kişilerin köleleştirilmesi değildir. Karşıdaki kişilere boyun eğdirmektir. Aynı zamanda, karşı kişilerin onların amel ve emellerine göre hareket etmelerini sağlamaktır. Efendi zihniyeti, “asimile eder”, önce ismini sonra dilini hatta dinini dahi beğenmez değiştirmeye çalışır. Özüyle buluşmayı özellikle engeller. Kendi farklılığını teknolojiyle kabul ettirir. Güven vermez ama mutlak güven ve itaat ister. Efendi zihniyeti son derece faşizandır. Kendilerinden olan birini dünyaya değişmezler, hatta tüm dünyaya bedel görürler.
Söz konusu bu zihniyet, karşısındakileri, maiyetlerinde tutabilmek için çeşitli komplo teorilerini üretir, büyük propagandalarla, güçsüz oldukları halde en güçlü hale gelirler. Romanda da görüldüğü gibi aslında çok korkaktırlar, ancak hileleriyle efendi kalmayı başarırlar. Karşılarında asi, zeki ve cesaretli istemezler bu durumda onlara da bazı kısıtlı imkânlar tanıyarak devre dışı bırakırlar. Efendi insan, tüm bunları yaparken teolojiyi çok iyi kullanır. Kutsal metinlerle köleliğin tanrısal bir irade ve takdir olduğunu kabul ettirirler. Böylece insanın onlara karşı tek sığınağı olan ilahi kuvvetin de kendilerinden yana olduğunu kabul ettirerek mutlak bağımlılığı sağlarlar. Gün gelir ki kendisine bağlı olduğu köle veya zihniyet, artık efendisi için her şeyi göze almakta, artık kendisi diye bir şey kalmaz, efendisinin dili, dini, kültürü ve ülkesi aynı zamanda kendisinindir de. Efendisinin düşmanları, kendisinin düşmanlarıdır.
Romanda köleliği ve ezikliği temsil eden Cuma, Robinson’un bilgi ve teknolojisi karşısında hayrete kapılmış.
Robinson, kabileler arasındaki ihtilaflardan ve kavgalardan faydalanarak
Cuma’yı daha rahat kendine bağlamıştır. Bu durum, ilerde Avrupalı efendilerin
karşıtlarını daha rahat teslim alabilmeleri için oryantalizm (şarkiyatçılık)’i doğuracaktır. Demek ki günümüzde
Robinson, kapitalizm, materyalizm ve kolonyalizm’i temsil etmekte; Cuma da, adından
da anlaşıldığı gibi İslam ülkelerini ve Afrika’yı temsil etmektedir. Aynı
zamanda biri Firavun’u diğeri ise Musa’yı temsil etmektedir. Çok enteresandır,
bu gün gerek Kara Kıta’yı gerekse kısmen Kıta-ı Asya’yı bilhassa Alem-i İslam’ı
“çakma efendiler” yönetmektedir. Onlar efendilerinden gördüklerini sadece
taklit ederler. Yani beyinsel değil, güdüsel hareket etmektedirler.
Son olarak şunu söylemek gerekir ki bu çakma efendilerin bir an önce kendi efendilerinin yanına göndermelerinin zamanı gelmiştir hatta geçmiştir de. Yoksa bir Afrika atasözünde de söylendiği gibi “Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkları sürece, avcılar kahramanlık öykülerini anlatmaya devam edecektir.” Eğer bunlar hala İslam ülkelerinde cirit atıyorlarsa tıpkı bir Nijerya atasözünde denildiği gibi "Eğer bir fare kediye gülüyorsa, yakınlarda bir delik var demektir." Evet, o delik bir an önce kapatılmalıdır. Sanırım en sonunda kimin efendi kimin köle olduğu net anlaşılmıştır. Sakın ha, Avrupalı efendileri, efendi sanıp onlara kanmayınız. Onlar da asli itibariyle “çakma” dırlar.
HÜLASAYI
KELAM, VESSELAM
07.03.2013
Ziyaeddîn EMBARÎ
Yazarın
Sonraki Yazısı