3. AKADEMİ   İKİNCİ   SINIFI

                                A.  AÇILIŞ  VE  DERSLER

               İkinci  sınıfa   geçtiğimiz   günlerin  sonrasında,  eşlerimizle  birlikte, İstanbul’un  saray  ve  camilerini  gezip,  görmek  programı  gereği,  Topkapı  sarayını,  Süleymaniye  camiini, Sultan  Ahmet  camiini,  Ayasofya’yı, Dolmabahçe  sarayını  gezdik. Gördüğümüz  bu  büyük  eserlerden  çok  etkilendik,  hayran  kaldık. İstanbul’un  içinde  senelerdir  yaşadığımıza  rağmen  bu  gibi  eserleri,  nasıl  olsa  gideriz   düşüncesiyle,  görememiştik.  Hele  Dolmabahçe  Sarayında,  Atatürk’ün  hiç  bozulmamış,  eşyalarıyla  bırakılan  odasını  dolaşırken  çok  duygulandık.  Diğer  hayran  kaldığımız  bir  eser  de  mermerden  yapılmış  bir  lavoba  idi. Öyle  özenle  ve  ince  yapılmıştı  ki elimizin  gölgesi, lav obanın  öbür  tarafından  görünüyordu.

               Ayrıca,  Havacı  arkadaşlar,  eşlerimizle,  Ataköyde,  bir  lokantada  buluşmuş,  öğle  yemeği   yemiştik. Aynı  masada,  biz,  Ünal  Dereli,  Erkan  Fercan  ve  Üstünler  vardı.  Bunlar  çok  iyi  anlaştığımız  ailelerdi. Birlikte  Muhabbet  etmekten   çok  memnun  kalmıştık.

               2  ekim  1967  tarihinde,  yine  açılış  konuşma  ve  merasiminden  sonra  ikinci  sınıfa  başladık.  Dersliklerimiz  değiştirilmemişti.  Yine  biz  giriş  katındaki  sınıfta,  birinci  sınıflar  da  üs  katımızdaki  derslikte  idiler.  Oturma  yerlerimiz  değişmişti.  Çünkü  kıdemler  de  değişmişti. Uçucular, bize  göre  fazladan, bir  sene  kıdem  alıyorlardı. Dolayısıyla  hem  yerlerimiz  değişmiş  hem  de  sınıf  kıdemlisi, Bnb. Ünal  Dereli  yerine,  Pilot  Bnb. Necdet  Gençaslan  sınıf   kıdemlisi  olmuştu. Artık  sınıf  ve  arkadaşlardan,  idareye  karşı, Necdet   Gençaslan  sorumluydu.

               Birinci  sınıfa  gelen   arkadaşlardan  çoğunu  tanıyordum. Örneğin.:Pilot  Yzb.  Alaattin  Güven,  Onunla  kaç  defa Eskişehir’de  Akademi  imtihanlarına  girmiştik.  Erkan  Fercan  da  tanıdığım,  sevdiğim  insanlardandı.  Öğretmenlerden  de   fazla  bir  değişiklik  yoktu.  Bir,  ikisi  tayin  olmuş,  yerlerine  gelenler  olmuştu. Bunlardan  biri  de  Nejat  Doğançay’dı.  Komutanın  kardeşiydi,  Eskişehir’de  4ncü  üsten  tanıyordum.  Mesai  dışı  zamanlarımda, üsde,  misafirhanede  kalırken,   notlarını,  daktilo  ile  temize  çekivermiştim.

               Kadıköy-  Okul  arası yolculuk   epey   zaman  alıyordu.  Kadıköy-  Karaköy  arası  en  zevkli  süreydi.  İyi  giyimli,  beyler, güzel  hanımlar  ve  beyaz  martıların  vapuru,  çığlık,  çığlığa  takip  edişleri,  denize  dalıp,  çıkışlarından  zevk  alıyordum.  Bu  süre   ancak,  20-25  dakika  sürüyordu.  Bazen  de  öğretmenlerin  verdiği  dersleri  yetiştiremeyip,  vapurun  alt  katına  inip  derslere  göz  attığım  zamanlar  da  oluyordu.  Orada  da  insanlar  vardı  ama,  etrafıma  bakmaya,  benim  zamanım  ve  imkânım  olmuyordu.  Zaten  buradan  denizi  görmek  de  mümkün  değildi.

               Yine  öğretmenlerin  takriri, münazaralar,  komite  çalışmaları,  konferanslar,  müşterek   tatbikatlar, harp  oyunları  vs.  şeklinde,  dersler  devam  ediyordu.

       Plan  tatbikatlarında  ise  benim  bulunduğum  taraf   şanslı  sayılırdı.  Lojistik  yönden,  yük  bende  olurdu  ve  arkadaşlar  endişe  etmezler,  rahat  ederlerdi.  Lojistikle  ilgili  her  türlü  problem  için  bana  müracaat  ederlerdi. Lojistik  öğretmeni  bile,  ki  uçak  bakımcısıydı,  bazı  konularda  benim  fikrimi  sorardı.  Çünkü   ikmalci  olarak , konuların  esasını,   tatbikatını   bilen  yalnızca  ben  vardım.

               Bu  arada  sosyal  faaliyetlerimiz  de   devam  ediyordu.  21  ekimde   diğer  sınıflarla  tanışma  toplantılarımız, 1 ocak 1968 ve  10  mart  1968  tarihlerinde  (ramazan  ve  kurban  bayramı)   bayramlaşmalarımız,  Ataköyde  yemek  yememiz  gibi. .,  İzmit  kağıt  fabrikasını  ziyaretimiz  gibi; tetkik  gezilerimiz  oluyordu..

                             B.  AKADEMİK  GEZİ- KUZEY  ANADOLU

               1968  senesi  memleket  gezilerimiz  için  Karadeniz, Kars,  Erzurum  gibi  bölgeler  planlanmıştı.  Bunun  için,  havaların  ısındığı  temmuz  ayı  bekleniyordu.

Birinci  ve  biz  ikici  sınıflarla, Yeşilköyden  uçakla  Samsuna  uçtuk. Samsun  meydanından  otobüslere,  Atanın  Samsun’a  çıktığı  iskeleye  gittik. 19  mayıs   1919  zamanının  badireli  günlerini  hatırlayıp,  Atatürk’ü  yad  ettikten  sonra,  yolumuza  devam  ettik.  Bir  tarafta  deniz,  bir  tarafta  dağların  yeşilliğini  görerek,  tadarak,  Trabzon’a  vasıl  olduk.  Trabzon’da  kara  kuvvetlerine  ait  ordu  evi  vardı  oraya  yerleştik.  Bilahare,  Atatürk’ün  kaldığı  beyaz  köşkü  görmeye  gittik.  Köşk,  yüksek  bir  tepenin  üstünde  Geniş  bir  araziye  sahipti. 1903  tarihinde  özel  bir  şahıs  tarafından  yapılmış,  1923  yılında  Atatürk  Trabzonu  ziyaretinde,  burada  kalmıştı. Bilahare,  hayırsever  mal  sahibi,  köşkü   Millî  Emlak’a  bağışlamıştı.  Milli  emlak   tarafından  da    Trabzon’a   geldikçe  kalması  maksadıyla  Atatürk’e  hediye  edilmişti.  Atatürk  1930  ve  1937  yıllarında  iki defa  daha Trabzonu  ziyaretinde  burada  kalmıştı.   Köşk,  Geniş  arazisi  içinde, çeşitli  çiçeklerin  ve  çeşitli  ağaçların  yükseldiği  ormanlık  bir  alan  içinde,  kendine  özgü  kuleleri  ve  beyaz  rengiyle  göze  çarpıyordu.  İki  katlıydı,  kulelerin  bulunduğu,  bir  de  teras  katı  vardı. Atatürk’ün  eşyaları  ile  birlikte  bir  müze  haline  getirilmişti.

               Bu  kıyı  kentinde,  ziyaret  ettiğimiz  başka  bir  orijinal  yer  daha  vardı  ki  o  da  Sumela  Manastırıydı..  Oraya  patika  bir  yolla  çıkılıyor, 30  Dakka  sürüyordu.  Her  ne  kadar  bu  yüksekliğe  ulaşmak  zor olsa  da,  dağın  yamacınca  bulunan  Ağaçlar,  yeşillikler  vahşi  doğası  ve  yapısının  entersanlığıyla  görülmeye  değer  bir  yerdi.  Tabii  mağaralardan   oluşan  Manastırın  içi  ise  bölüm,  bölüm  ve  renkli  frenkslerle   süslenmişti.

               Trabzonda  bir  gece  kaldıktan  sonra,  sağımızda   yemyeşil  yamaçlar,  solumuzda  deniz  olmak  üzere  yolumuza  devam  ettik  ve  Rize’ye  ulaştık.  Rizede,  Hava  kuvvetlerine  ait  bir  de  Radar  mevzii  vardı.  Önce  orasını  ziyaret  ettik,  Radar  mevzii  hakkında  bilgi  aldıktan   ve  öğle  yemeğini  yedikten   sonra,  Rize  çay  fabrikasını  ziyarete  gittik.  Yeşil  çay  yapraklarının  ve  filizlerinin,  fabrikada  nasıl  siyah  çay  haline  dönüştüğünü  gördük.  Üstelik  bize,  ev  sahibi  olarak,  güler  yüz  göstermişler,  şimdiye  kadar  hiç  içmediğimiz  güzellikte  ve  nefasette,  demli  çay  ikram  etmişlerdi.  Rizede  bir  gece  kaldıktan  sonra,  sabahleyin  Hopa’ya  doğru  yola  çıktık. Yine  solumuz  deniz,  sağımız  yeşillik  olmak  üzere,  dağları  seyrederek  Hopa’ya   ulaştık.

                                 C.    KUZEY  DOĞU  ANADOLU

               Hopadan  sağa  dönerek  Artvin  Ardahan  yoluna  saptık. Artık  yolumuz  yokuşa  vurmuştu.  Yemyeşil  ormanlar,  sarp,   daracık  ve  kötü  yolar,  öyle  ki,  karşıdan  bir  araba  görününce,  otobüsleri  yolun  geniş  bir  tarafına  çekmek   ve  beklemek   suretiyle,  araçların  geçmesine  olanak  sağlayarak  yolumuza  devam  ettik.  Üstelik  öyle  yerlerden  geçtik  ki  yolun  bir   tarafında  korkunç  uçurumlar  vardı.  Şakalaşmalar,   konuşmalar  susmuş,  herkes  dikkat  kesilmiş,   vahşi  manzaraya  bakıyorduk.  Borçka-  Cankurtaran  geçidini  geçtikten, Ancak  daha  yükseklere,  yaylalara  çıktıktan  sonradır  ki  böyle  kötü  yollardan  kurtulabilmiştik.  Ardahan’a  yaklaşırken,  yaylalar,  yemyeşil  çayırlar  ve  buz  gibi,  sularla  karşılaştık.  Çeşmelerden  akan  suları  görünce   de  dayanamadık,  otobüslerden  indik,   soğuk  sular  içtik  ve  bir  müddet,  çamların  altında  istirahat  edip,  dinlendik.  Fotoğraflar  çektirdik

               Ardahan  yaylalarında,  yayılıp,  otlayan  büyük  ve  küçük  baş  hayvan  sürüleriyle  karşılaştık.  Anlaşılan  bu  bölgeler  daha  ziyade  hayvancılıkla  uğraşıyorlardı.  Küçük  ve  şirin  Ardahan’ı  geçtikten  sonra  Kars'a  doğru  yöneldik.

               Kars,  hepimizin  bildiği  gibi,  bir  Serhatlar  şehrimizdi.  Taa  Urartulardan  kalma  eserler  olduğu  gibi,  Osmanlılardan  ve  Ruslardan  kalma  eserler  de  vardı.  Osmanlılarla-  Ruslar  arasında  birkaç  defa  el  değiştirmişti.  Bilhassa,  1877-1878  Rus-  Osmanlı  (Ki  buna  93  harbi  de  deniyordu)  harbinde,  Rus  işgalinde  kalmış,  bu  işgal,  aşağı,   yukarı    kırk  sene  sürmüştü.  Dolayısıyla,  Ruslardan  kalma  yapıtlar  da  vardı.  Bunlardan  biri  de  Çariçe  Katerina’ya  izafeten  isimlendirilen  Çar  av  köşkü  idi.  Ayrıca,  Kars  Sultan  sarayı,  Kars   Kalesi (Bilhassa  dış  kalesi  harabe  halinde)  ve  Ani  Harabeleri  vs.  Bu  eserleri  gezip  gördükten  sonra  Erzurum’a  doğru  yola  çıktık.                                                                        Erzurum'a  varmadan,  düşmandan  ziyade,  Enver  Paşanın  hatası  ve  tabiatın  hışmına  uğrayıp,  soğuk  ve  kar   sebebiyle   şehit  olan  dosan  bin  evladımız  için  saygı  duruşunda  bulunup,  dua  etmek  üzere  Allah-u  Ekber  dağlarına  uğradık.

               Erzurum'da  üçüncü  Ordu  karargahı  ve  ordu  evi  vardı.  Önce  Ordu  evine  giderek  yerleştik.   Zaten  geç  vakit  olmuştu. Ordu  evinde  akşam  yemeğimizi  yedikten  sonra, uykuya çekildik. Ertesi  sabah,  kahvaltı  yaptıktan  sonra,  Komutan  ve  öğretmenlerimiz   ordu   karargâhına   giderek,  Ordu  komutanı  ve  ilgilileri  ziyaret  ettiler.  Her  vilayette  olduğu  gibi, İlin  valisini  de  ziyaret  etmişlerdi.  Onlar  döndükten  sonra,  Erzurum  Kongrelerinin  yapıldığı  binayı  görmeye  gittik.

               Mustafa kemal  paşa,  Amasyadan  Sivas’a,  oradan  da  3  temmuz  1919  günü  Erzurum’a  gelmişti.  Gelir  gelmez,  sine-i  Millete  döndüğünü  ilan  etmiş  ve  büyük  bir  kongre  hazırlıklarına  girişmişti.  23  temmuzda  başlıyan  kongre  iki  hafta  sürmüş  ve   Türk  milletinin  kaderini  değiştirecek  kararlar  alınmıştı.  Kongre  bir  okul  binasında  yapılmıştı.  Bu  bina  bilahare  yanmış,  yerine  yeni  bir  okul  binası  yapılmış.  Binanın  büyük  salonu  ise  kongrenin  yapıldığı  şekle  sokulmuş  ve  aynı  zamanda  müze  olarak  ziyaretçilere  açılmıştı.  Kongreye  iştirak  eden  bütün  delegelerin  isim  ve  resimleri,  vs.  yazışma  tutanakları,  halkın  ziyaretine  sunulmuştu. Ne  kadar  zor  şartlar  altında  bu  kararların  alındığını,  tarih  kitap  ve  öğretmenlerimizin  anlatımıyla  biliyorduk.  Ama  O  muhterem  insanların  isimlerini  ve  resimlerini  yerinde  görmek,  o  havayı  teneffüs  etmek,  bizim  ufuklarımızı  öylesine  genişletmişti ki.

               Daha  sonra  Çifte  Minareli   Medreseyi  görmeye  gittik.  Bu  Medrese,  1877-1878  Osmanlı  -Rus  harbinde  hastane  olarak  kullanılmıştı.  Çifte  Minareli   Medrese,  bunca  seneye  rağmen  ayakta  kalabilmişti.  Fakat  yaralıydı.  Ağzı,  dili  olsa  kim bilir  neler,  neler  çektiğini  anlatacaktı.

               Ertesi  günü  de  Aziziye  Tabyalarına  gittik. Bu  tabyalar,   yine  93    Osmanlı-  Rus  harbinde  geçen  gerçek  bir  kahramanlık  öyküsünü  anlatacaktı.

               Aziziye  Tabyalarındaki  Osmanlı  askerleri  savunma  dururmundaydı.  Gece  olmuştu.  Bir  miktar  Ermeni  askerleri,  tabyalara  sızmışlar,  uykuda  yakaladıkları  askerleri  öldürmüşlerdi.  Ayrıca  Rus  askerlerine  haber  ulaştırmışlar,  Onlar  da  katliyama  iştirak  etmişlerdi.  Yaralı  bir  Osmanlı  askeri  kaçarak  şehre  ulaşmış,  durumu  bildirmişti.  Cami  minarelerine  çıkan  Çağrıcılar   ‘’Rus  ve   Ermeni  askerleri,  Aziziye  tabyalarında  bulunan  askerlerimize  katliyam  yapıyorlar,  silahını,  baltasını  alan  vatandaşlar  yardıma  koşsunlar’’  diye  halka  sesleniyor  ve  yardım  istiyorlardı.  Halk  coşmuş,  eline  ne  geçirdiyse (Silah,  balta,  nacak,  çapa,  sopa)  kalabalığa  katılmış  Aziziye  tabyalarına  doğru  koşuyorlardı. Bunlardan  biri  de  geç  bir  kadın  olan  Nine  Hatundu.  Nene  Hatunun  kocası  askerdeydi,   Asker  kardeşi  ise  evde  yaralı  yatıyordu.  Bir  de  küçük  bebeği  vardı.  Aziziye  Tabyalarında  bulunan  askerlerin  katledilmekte  olduğunu  duyan  Nine  Hatun,  bebeğini  Allaha  emanet  ederek,  eline  ne  geçirdiyse  onunla,  kalabalığa  karışmış  yardıma  koşuyordu.    Başlangıçta, modern  silahlar  karşısında  halk  epey  zayiat  vermiş,  sonra  Rus  ve  Ermeni  askerlerine  galebe  çalmış,  Tabyalardan  sürüp  çıkarmıştı.  Kaçabilenler  halkın  elinden  kendilerini  zor  kurtarmışlardı.  Nene  Hatun  da  yaralananlardandı,  Ama  kahramanca  mücadele  etmiş  ve  halkın  gözünde  kahraman  olmuştu.  Kahraman  Nene  Hatun   97  yaşına  kadar  halkın  kalbinde  kahraman  olarak  yaşamıştı…….

               Programa  göre,  20  Temmuz  1968  e  kadar  Erzurum da  kalacaktık.  Burada  ve  diğer  gezdiğimiz  yerlerde,  görmek  istediklerimizi  görmüş, Memleketimizin  çok  güzel  ve  tarihîn  hem  eski  hem  yeni  eserlerini   tanımış,  dersler  almıştık.  Artık  geri  dönmek  zamanı  gelmişti.  Yarın  sabah  iki  adet  C-47  uçağı  gelecek,  Bizi  İstanbul’a  götürecekti.  Bir  gece  daha  ordu  evinde,  tarihin  kucağında  kalacaktık.

               Bu   arada, biz  yazın  sıcağında, Anadolunun  yüksek  yerlerinde  serinliklerde  dolaşırken,  aklım  hep  eşimdeydi. Küçük  kızı,   Gülşen  hamileydi.  Onun  yanında  damadın  yaşlı teyzesi(  daha  doğrusu,  babasının  teyzesi)  vardı  ama,  Eşim  de  kızının  yanından  ayrılmıyor  diye  düşünüyordum.  Belki  de  büyük  kızı  Gülcan,  zaman,  zaman  dört  yaşındaki  oğluyla  geliyor,  onları  yalnız  bırakmıyordu. Aslında,  Gülcanın  işi  zordu,  Çünkü  kalabalık  bir  aileye  gelin  gitmişti.  Damadın  anneannesi,  anası,  babası,  teyzesi,  kız  kardeşi.  Çocukla  beraber  sekiz  kişi  oluyorlardı. Bu   sebeple  eşim,  kızına  hep  acıyarak  bakıyordu. Yasemin  Hamamcıların    evine  gitmez  olmuştu.   Çünkü,   damadın   Teyzesiyle  araları  açılmıştı.  Bu  sebeple,  ben  Hamamcılar  ailesinden  yalnız,  Gülcanın  görümcesi  Selma  hanımı  tanımıştım.  Onu  da  ilk  defa, Gülcan  ile  Kartaldaki  evimizi  ziyaretlerinde  görmüştüm.

                    D.   NOYANIN  DOĞUŞU

               Geziden  döndükten  sonra münazaralar,  harp  oyunları,  tatbikatlar  derken, Ağustos   ayına  girmiştik. Akşam  evde  otururken  kapı  çaldı.  Gelen,  Gülşenin  arkadaşı  Kara  Handandı.  Gülşenlerle  aynı  katta,  karşı  dairede oturuyorlardı.  ‘’Çabuk  gelin,  galiba  Gülşen  doğuracak’’ dedi.  Bizim  oturduğumuz  ev  hemen arka  sokaktaydı.  Acele  giyinip,  çıktık..  Gerçekten  Gülşen  sıkıntıdaydı.  Hemen  bir  taksiyle  Zeynep  Kâmil  hastanesine  götürdük.  Doktorlar  yatırdılar,  ben  dışarıda,  annesi  içerdeydi.   Bir  müddet  sonra,  çocuk  viyaklaması  geldi. 2  Ağustos  1968,   Gülşenin  bir  erkek  çocuğu  olmuştu.  Hepimiz  sevinçliydik  ama,  damat  denizlerde,  görevli  olduğundan,   henüz   haberi  yoktu. Allah’a  şükür  ana  da  çocuk  da   sağlıklıydı. O  gece  uykusuz  kalmıştık  ama,  deymişti. Sabahleyin  onlar  hastanede,  ben  ise  okul  yolundaydım.

( Zorlu Dönemeçler-2-b4-3a-d başlıklı yazı coni tarafından 11.03.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu