21101714_dsc_0784

IMG_0217[1]














Liseyi özledim: hayatımın en temiz sayfasını dolduran insanları… Onların gülüşlerini, yüzlerindeki apayrı mutluluk ifadelerini, dar koridorlarda salınan kızları, uzun koridorda volta atan babayiğit erkekleri, “hadi evladım” diyen Almancacımızı, “Sınıfaaa” diye bağıran tarihçimizi, benimle takım elbesisine iddiaya giren değerli kimyacım Halis Hocamı özledim. Sonra Kolcuoğlu’nda yemeğine dönüştürülen iddianın sonucu halen gaip. Bir kaç aylığına geldi; fakat gönlümde yer etti. Her ne kadar beni ehliyet sınavında görmese de değerli Kimyacım, onunda hayatımda büyük bir yeri olduğunu söylemeden geçersem olmaz. Dahası, magazinden siyasete, futboldan dizi keyfine kadar konuştuğumuz ingilizce öğretmenlerimizi, fonksiyondan permütasyona, kombinasyondan, Harezmi amcamızın sıfırı bulduğuna kadar konuştuğumuz matematik derslerini özledim.

İçim kıpır kıpır. liseden yani lisem Kadir Has Anadolu Lisesinden ayrıldığımdan beri ilk defa bir yazı kaleme alıyor, etrafımdaki nadide insanları yazıyorum. İyilik yahut kötülük, güzellik yahut çirkinlik, küslük ya da barışık olma durumu inanın umurumda değil. Kimseye laf sokmak gibi amacım yok. Kim bana dargın ise bugün, ÖZÜR DİLERİM ve kime dargınsam bugün AFFETTİM. Günah çıkarmak için değil, böyle güzel bir yazıyı, böylesine güzel hikayeyi küslükler ile anlatmak değil, halisane duygularla paylaşmak için.
Matematik dersindeyizdir. Konu sıkıcı, hocamız mükemmel; fakat lise bu ya haylazlık etmeden olur mu? olmaz! Anlatacak anımız, yazacak kelamımız olsun diye yine haylazlık ederiz biz. konuya kaptırmış sevgili hocamız. Dinliyoruz. Dakikalar geçmek bilmiyor. Kara tahtada binlerce işlem, yığınlarca fonksiyon, gel de anla bunu zihin! Anlamaz, teneffüs vermek lazım. Etrafa bakınıyorum. Büyükçe bir peçete. Üzerinde koskoca Neşve Cafe yazıyor, hatırlıyorum, bi’ arkadaşın doğum gününde aşırmıştık bunu. Ne doğum günüydü ama anlatırım.
“Bu felsefecinin dersinde ne kokuyordu?” yazıyorum. Derste kimsenin çıtı çıkmıyor. Bir arkadaş. Küs olduğum için ismini vermeyeceğim. Biliyorum, küslüklerle dolu bir yazı olmayacak fakat isim vermeye gerek yok. Derse adepte olmuş. Dürtüyorum. Sağ kolunun altından veriyorum peçeteyi.
“Yumurta” yazıyor el cevap. Kahkaha atsam bir dert atmasam bir dert. Sıkıyorum kendimi ıh, mıh, pııııh. Derken gülüyorum. Anlaşılmıyor. Kaptırmış herkes kendini derse.
“Kendi yemiş olmalı, öyle ya elinde ekmekle geziyordu” diyorum. Bir kahkaha daha. Biliyorum, yaptığımız iyi bir şey değil ama kimse diyemez ki böyle bir şey yapmadık! Yaptık. Yapmalıydık.
Fark edildik. Hoca çekti bizi köşeye. Fırçalamadı fakat bir yazara kendi dilince konuştu. Unutmayacağım o mükemmel cümleleri şimdi sizinle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum:
“Galip” dedi, “biliyorum kötü niyetle yapmadınız bunu, ama unutma, cehennemin yolu da iyi niyetle yapılmış kötü işlerden oluşan taşlarla doludur. Gittiğin yolun sonuna iyi bak.”
Haklıydı. Ben ilerliyordum; ama yolun sonunu görerek değil, yolun başındaki taşları seyrederek.
Lise aşklarıyla bilinir. Liseli aşıklar mühimdir, anlatılır, yaşanması gerektiği söylenir. Doğru olabilir, liseli aşklar mühimdir evet, anlatılmamalı ama yaşanmalı; fakat şunu söylemeden geçemem ki benim lisem aşktan değil dostluktan doğdu. Benim lisem dostluk üzerine kuruluydu. Sadece öğrencilerle değildi dostluğumuz, bir çok öğretmenle baba-oğul, abi-kardeş, arkadaş gibiydik. Benim lisem de, sizin lisenin gibi eli sopalı bir hoca yoktu: Benim lisem eli şefkat, yüreği iyilik, bakışları güzellik dolu insanlardan oluşuyordu. Benim lisem farklıydı! Benim lisem, diğer liselerden çooook ama çoook farklıydı.
Kaç kez kaçtık o okuldan. Kaç kez, camdan atladık, duvardan sıvıştık. Tam kaçak olmadık ama o hissi de yaşadık. Tarih öğretmenimiz, kulakları çınlasın, Cuma günleri nöbetçi olurdu. Ben tarihi bir kaç konuyu sual etmek için yanına geçer, samimi arkadaşım da arkadan yandaki bakkala gitmek için kıçın kıçın kapıya yürürdü. Ama nafile! Kaçmak mümkün mü?.. Bağırırdı “Gir içeriye!” sonra hiç bir şey olmamış gibi bana döner sorumu cevaplardı.
Biyoloji hocam vardı. İsmini vermekten çekinmeyeceğim! Sevgili, Bediz Hocam. Bu dünya da hep iyilik görsün. Bu dünya ona kucak dolusu mutluluklarla gelsin. Bugün yahut dün yahut ileride bir gün ne zaman adını anarsam dualarla devam ettiririm cümlemi. Değerli hocam, benim için annemden farksızdı. En olmadık halimi, kafamın bozukluğunu bile ona anlatırdım. Onun mükemmel cevapları beni mest eder, derdime beraber çare arardık.
“İyiiiiiiiii anam” derdi çoğu kez, “sen dohtora gitmezsen eğer bu işe çare bulamah valla.”
Geçenler de mesaj attım, dedim ki, hocam iftar yapıyoruz, gelin, özledik. Verdiği cevap hem tebessüm ettirirken gelemeyeceğini bildirdiği için içerim üzüldü:
“Çoluğu çocuğu, herifi nasıl bırakayım da geleyim?”
Mükemmel ders anlatırdı. Gerçi, bir kere iyi bir azarlamıştı beni. Konuşuyorum diye. Babama da demişti hatta: “Senin bu oğlanı susturamıyoruz.” Susturamadı ama geçinip gidiyorduk. Ne güzel günlerdi! Ne güzel derslerdi! Şimdi biraz sonra mesaj atacağım ismini yazımda kullandığımı haber vermek için. Bakalım tepkisi ne olacak… :/
Fahri Hocam vardı ve halen de var. Unutmayacağım hocalarımdan. Çok derdimizi çekti, çok yanına gittik. Bir ders zamanında canımız bir şey mi çekti, Fahri hocama sorar sonra sipariş verir, onunla beraber öğle yemeklerimizi yerdik.
Coğrafyamıza girerdi 10. sınıfta. Mükemmel kutsardı konuşanları. Önce sağa, sonra sola, bir yukarı, bir aşağı. Akıllanmadı mı? Su yok mu, “kutsal su” dök tepesinden aşağıya, mum dökmüş kediye dönerdi. Koray vardı. O, bilir.
Koray, ismini vermekten çekinmeyeceğim arkadaşlarımdan. Pek fazla zaman geçiremedik onunla ama içten gülümsemesi, masmavi gözleri, Almancacı hocamızın tavsiye ettiği ilaçla (bu ilacı okuyunca hatırlayacaktır) çoğaltmasını tavsiye ettiği saçlarıyla, otuz sene sonra “Koray” dediklerinde hatırlayacağım insanlardan.
Almancacımız vardı. 50 küsür yaşında. Ona dair hatırladığım tek şey, “Almancayı öğrenen Cennet’in anahtarını kapar” sözleri. Biliyorum pek sevmezdi beni, ama ben onu çok severdim. Halende severim. Biliyorum, yanına gittiğimde, şöyle bir kötelerdi beni, ama ben onun her fırsatta yanına gider, “Hadi, hadiiii bakiyiiim, hadi” sözlerini kendine has üslupla söylemesini beklerdim.
Hayri vardı. Hayri Sefa Anıtsal. Ne günlerimiz geçti onunla. Dokuzuncu sınıf ve onuncu sınıfın ilk dönemi. Neler paylaştım onunla. Onu hep “Devlet memuru olacaksın sen” sözleriyle anlattım o da “daha ne olacak Galip ya, sabah 8, akşam 5. Ben masa başı işi severim.” derdi. Şimdi o da İstanbul’da bende. Görüşeceğiz ömrümüz yettiğince.
Feyza vardı. Exdi adı. Neden bilmem ama ona hep yakın hissederdim kendimi. Çok iyi anlaşamazdık zatıyla. Erkek gibi derdik, dövdü mü oturturdu. Kaç arkadaşımın omuriliğini aldırdı onun yüzünde. Vurdu mu kırıyordu çünkü. Affetmezdi. Dahası koşardı bir de peşimizde. Hele ki koştuğunda yakaladı mıydı, işte o an pilin bitti. Allah ne verdiyse. Verirdi köteği. Saadet vardı. ikisi beraber takılır. Baldızımdı o. Sadabaat paktı kalmıştı adı nerden bilmem. Sessiz sakin derdik ama bir gün bir çığlık attı derste yerlere yattık Banu ile.
Banu demişken, berbat fıkralarıyla kaç kez karın ameliyatı geçirtti bana. Diyaframım kasılırdı onun esprilerinden sonra. Ama harika kopya yöntemleri geliştirmişti. Bir gün okula geldiğimizde daha uyku mahmuruyuz Banu geldi. Elinde kartvizit gibi bir şey. İçini oymuş kopya yapmış. Şaşıp kalmıştık o gün. 
Bir gün bizim sınıfa bir kız geldi. Adı sanı belli değil. Nereden geldin, dedik, Hatay, dedi. Sinir olduk. Asabi yapısı, dik duruşu ve hep bir kaç cm içine kaçan çenesiyle uyuz etmedi değil hani bizi. Alem buysa o sınıfın reyizi bizdik. O kız bize böyle yapmayacaktı. Necisin, dedik, Seniha’yım dedi, nerede okuyordun, dedik, sanane der gibi bir bakış attı, okuduğu liseyi söyledi. Ses etmedik bir kaç gün geçti. Baktık ki kız elinde ipler dolayıp duruyor. Uzaylı görmüş masum köylü gibiydi sınıfın hali. Uyuz oluyordum hani bu duruma. Baktım olmadı. Gittim yanına. “Günah günah” dedim babaannem gibi. “Takmayın şunları!” Ne dese beğenirsiniz? Bu bilmem ne kilisesindeki Meryem ana ağacının bilmem ne dalından kopartılan bilmem ne ipleri. Bak bak şuna bak cevap veriyor! Ebru var candan öte, canandan yakın kardeşim. Ömrüm vefa ettikçe konuşacağım, sırrımı anlatacağım! Ebru, dedim, gel şu kızı yolak. Yok ben öyle dememişim de bir bakmışız kardeşten öte olmuşuz Senihacığımla. Her şeyi paylaşır, kendisiyle sık sık Mc yer, vafıl yemeye sözleşir ama bir türlü gidemez olmuşuz. Dahası, her şeyimi onunla paylaştığım gibi, her anımı onunla geçirir olmuşum. Seniha, ben ve Ebru, ömrümün sonuna kadar bir arada kalacak üç isim.
Ebru demişken onu anlatmadan geçme imkanım yok. Hani desem ki çok şey anlatmayayım gönlüm razı olmaz hani desem ki anlatmadan geçeyim dünya üzerime çöker. Tam dört sene! Galipten ne çekti o kızcağız bilir. Kaçak mı sözü en çok onun ağzına yakışırdı. Dersteyiz bir gün. Herkes kafayı gömmüş uyuyor. Kimin dersi hatırlamıyorum. Baktım biri kafayı kaldırmış. Ebru! Gözlerinden uyku akıyor. “Kanka” diyor bana “Kaçak mı?” Büyükçe bir kahkaha patlatıyorum. Her defasında olmasa da “Kaçalım, önce bir şeyler yapar sonra ben yurduma sen evine gidersin olur mu?” Gözleri dört açılıyor. “Tabi kanka tabi!” Hemen gidiyoruz.
Hacer! Onu unutamam. Neler ettim ona. Neler çektirdim o kızcağıza. Küstük. Tam 1,5 yıl. Çocukça bir şey! Nedeni büyüdü de büyüdü. Barıştık sonra. Bilindik bir hareketim vardır. Bayramlarda, küslüklerde yahut doğum günlerinde ve mutlu anlarda el öptürürüm. Elimi öptü. Barıştık. Ne güzel bir dost o! Ne güzel bir sırdaş! Kimse yokken o anladı beni! O derman oldu yarama. Ne kadar mükemmel bir insan! Şimdi İstanbul’da ve oraya gittiğimde onunla görüşeceğiz…
Ya Merve Dudu’ya ne demeli. Kıza halen yazı yazacağım. Yazmadım! Balık hafızalı biri olmak işte böyle bir şey. Ama onu da unutmam asla. Çünkü, Dudu ismine uyuz olmasına rağmen hep öyle dedim kızcağıza.
Liseden kalan herkesi özledim. Küs olduklarım, aramızda savaş ilan ettiklerim, hep sınıfın ötesinde kalan insanları yahut bize durmadan hakaret eden insanları. Hepsini ne kadar çok sevdiğimi şimdi fark ediyorum. Onlarsız bi ayrı olurdu sınıf. Onlarla aynı havayı solumaktan müşerrefim ve hep müşerref kalacağım.
Emine Hocam. Annemle eşdeğer. Öğütleri, sözleri, çığlıkları, dersleri hep kulağımda. Dersteki o heyecanını şuan yazarken bile görüyorum. Halen görüşürüz. Kulakları çınlasın. Kendisini çok seviyorum. Hayat boyunca hep mutlu olsun!
Beyza vardı bir de. Benden bir devre önce. Bir üst sınıfımda. Mezun oldu gitti. Okulda görüşemiyorduk kendisiyle ama servisteki muhabbetlerimiz takdire şayandı. Onun için koskoca okuldan toka topladım. Bağlama toka. Fil-teke. Ne arasanız. Şu çiçik yapılan küçük tokalar yok mu, ondan bile buldum. Şey diyordum kızları çevirim, tokanız var mı? E, haliyle soruyorlardı, ne yapacaksın? Yazın saç uzatacam da, diyordum şaka yollu, param yok toka biriktiriyorum şimdiden. Yalnız şunu da açıklamalıyım ki Beyza o tokaları aldığımı sanıyordu. Kızmaz, kızmaz ben biliyorum! :)
İkinci yazım LİSEYİ ÖZLEDİM (ÖZELİZ DERSHANESİ) olacak. Kısa bir müddet sonra… Mutluluk hep sizin ellerinizde kalsın ve sağlıcakla kalın…
ŞİMDİ BENDEN SONRAKİLERE ŞUNLARI SÖYLEMEK İSTİYORUM Kİ OKULUMA İYİ BAKIN! ORASININ BENDE YERİ AYRI!

( Liseyi Özledim başlıklı yazı Galip Argun tarafından 2.09.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.