Size âşkı yazmak isterdim; ama kusura bakmayın, artık onu yazamayacak kadar büyük acılarla tanıştım.


Önceden yıldızların ışıldattığı gökyüzünü yorgan ederdim üzerime. Dolunayı yastık, güneşi lamba. Bir avuç gökyüzüydü anlayacağınız hayatım. Başkasına gerek yoktu; bir avuç gökyüzü, bir gönül dolusu toprak. Gökyüzünü katık ederdim geceme, toprağı tarla ederdim gönlüme her günün gündüzünde. Bilmezdim öyle çok şey. Mefhumlara meftûn idim; ama mefhumların ırkçısı değildim. 


Babaannem sabahki sütleri kaynatırdı her gün. Onları makineden geçirir, bir kısmını daha sonra peynir yapmak için bir kovanın içerisinde toplardık. Diğer kısmını yiyenlerin ağzında büyük bir tat bırakan yağ olarak alırdık köşeye. Dedem (Şu an dedem arıyor. Devam edeceğim.) sıcacık pide alır, o yağı üzerine sürerdik.


Sonra bir şarkı öğrendim. “Güzel günler göreceğiz çocuklar,” diyordu. Dilime dolayarak büyüdüm. Kötü ve güzel nedir bilemiyordum tabii o zamanlar; ama şarkı hoşuma gitmiş, dilimde aheste aheste raks ediyordu, işte. Bunu söyleyerek büyüdüm. Hatta “motorlarımızı maviliklere süreceğiz” diyordu bu şarkı ve ben her gün sürüyordum o motorları. Güzel günlere olmasa da gökyüzüne nazır bir tepeye. Seyreyliyordum ahvalini cümle alemin. Ölüm çok uzaktı anlayacağınız.


Zaman geçti. Şarkının söylediği o güzel günlerin gelmesini bekliyordum. O zamanlarda güzeldi günler aslında. Ölüm yoktu. Zulüm yoktu. Terörden bihaberdim. İnsanları hep mutlu sanıyordum. Anneannem televizyonun açma-kapama düğmesini kıvrattığında “büyüyünce anlayacaksın,” derdi. “Büyüyünce haber seyretmenin ne olduğunu anlayacaksın.” Anlayamamıştım o zamanlar. Toprağı nur olsun, ne zaman haberlerin kulağını kıvırsam aklıma onun “yitmiş yidiyi aç oğlum” deyişi geliyor. Daim takip ettiği haber kanalı yetmiş yedinci sıradaydı onun ekranı çizilmiş, renkleri birbirine karışmış televizyonunda.


Büyük olaylardı aslında yaşım biraz geçtiğinde öğrendiğim şeyler. Birileri dağa çıkmış, birileri ise o dağa çıkanı indirmek istiyordu. Dağa çıkanlar “dövlet bize zulmediyor” diyor, dağdan indirmek isteyenler ise “Devlete isyan edilmez” diyordu. Kim haklı, kim haksız anlayamıyordum; ama netice de bu dağa çıkan teröristleri indirmek için ölüyordu hiç tanımadığımız birileri; bizim canımızı, rahatımızı, evde otururken elimize aldığımız çay bardağını yudumlarken ki yarattığımız huzurlu ortamı korumak için kendisini feda ediyordu. Analar ağlıyordu. Babalar ağlıyordu. Devlet, adına sadece bir çelenk gönderiyordu. Hiç de anlamazdım o zamanlar bu kavramları; ama gülleri ve beyaz papatyaları tertipli bir şekilde dizenin “devlet” denilen kişi olduğunu düşünüyordum.


E, yaş geldi 19-20’ye. Dağdakiler şehre inmişti. Az buçuk anlamıştım bunların zihniyetini. Çoğunu da okumuştum. Temsil ediyoruz dedikleri kişileri bile öldürüyorlardı. Çocukken beklediğim güzel günlerin içine etmişler, pek çok hayatı yakmışlardı. Her şehit haberlerinde bir kere daha gömülüyordum ve insanlar alışmışlardı. Umursamıyorlardı.


Derken Ankara’da bir patlama oldu. Öncesi Suruç’taydı ve bu memleket orada ölenlerin belli bir ideolojiye mensup olduğunu söylediğini gördü ve bir stad dolusu koca koca adamların onları yuhalamasına şahit oldu. Artık ölmekle kalmıyorduk, bir de öldüğümüz zaman hangi ideolojiye sahip olduğumuza göre ya yuhalanıyorduk ya da taraftar toplayıp koca bir cenaze merasimine şahit oluyorduk.


Çok zaman geçmedi. Ankara’da oldu ikinci bir patlama. Gar önünde. İki kişi patlatmışlardı kendilerini. Gençtiler. 20-24 yaşındaki insanlar, gencecik insanlar, habersiz yere, en olmadık zamanda tanıştı ölümle. Karanfiller derken, unutuldu gitti. Ve ben bir kez daha öldüm; çünkü annelerin, babaların acısını hissediyor, çığlıklarını işitebiliyordum.


Son patlamadan önceki bir patlama daha Ankara’daydı. Güvenlik güçleri için gazına basılan araba paniklemiş ve bir otobüs durağında patlamıştı. 35-37 can. Hepsi işinden gücünden, okulundan çıkmanın, evine gitmenin huzuru içindeyken ne olduğunu bile anlamadan yitip gitmişti. Gencecik insanlar vardı. Gencecik fidanlar. Kimi âşık olacaktı, kimi evlenecekti. Hatta birisinin gözlerinde yeni doğan çocuğunun heyecanı vardı. Bazıları baba/anne olmanın telaşındaydı, kimileriyse anne/baba oldukları zaman gözlerindeki çakmak çakmak bakışlarıyla fotoğraf çektirip çerçevelettireceği günü bekliyordu.


Netice de öldü her biri. Kimse kalmadı bu topraklar üzerinde. HİÇ KİMSE. Ne bir parça toprak isteyen ne de geleceğe umutla bakan. Her biri toprağın altına girdi. Ve bana gene bir ölüm daha kaldı. Öldüm, anlıyor musunuz?


Sonrası sekteleye sekteleye yürüdüm. Acıları içimdeydi. Sorumluluk alan da pek yoktu. Bende bir şarkıyı buldum kendime. Hani suçlamak, tüm sorumluluğu külliyen üzerine yıkmak için. “Güzel günler göreceğiz çocuklar” diyen şarkıyı ne zaman dinlesem, onu suçluyorum. Bizi kandırdığını düşünüyorum. “Güzel günler filan yok. Görmeyeceğiz” diyorum; çünkü insanların zihninde yeşertilen bu ideolojik düşünme yöntemi beni çok korkutuyor. Yarın her şey bitecek ve “biz” ve “siz” olarak kalacağız diye korkuyorum.


Açın şimdi “yitmiş yidinci” kanalı. Ağlayalım birlikte. 

( Memleketime Ağıt. başlıklı yazı Galip Argun tarafından 22.03.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.