Haylaz bir çocuktum. Görenler öyle diyor. Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük cinsinden yani. Benim için bir şeyi istemem yeterli. Ya olacak ya da oldurulacak. Nasıl mı? Şöyle tarif edeyim: Birisi, tanıdıklardan, bugün doğum günüm olduğunu söylesin. Çocukluk tabi! Basarım bağlığı, ağlar, zırlar, bugünün doğum günü olduğumu ev ahalisine ilan eder, pastanın neden olmadığını, hemen pasta alınması gerektiğini, Nemrud’un beynine vurulan tokmak gibi evdeki herkese duyururdum.
Yufka yürekli bir ailem var. Çocuklar ağlamasın isterler. Mümkün olsa ağlayan her çocuğun peşinden koşturur babam. Annem biraz ketumdu. Böylesine şımartılmamalıydı çocuklar. Ama annemin görüşüne nisbeten şımarık bir çocukluğum vardı. E, ailenin en büyük oğlunun, en büyük erkek çocuğu olmamın yanında, babamın babasının ismini taşıyordum. “Ali”si eksikti. Sadece Galip’ti adım ama olsundu. Dede ismi taşıyordum netice itibariyle. Yaşadığım ilçe de nadir kişilerde olan, ki bu kişilerden biri dedemdi, bir isimdi benimkisi. Galip. Dedesinin ismi.
Dedemin ismi Ali Galip’ti. Yaşadığım yerde herkes ona hacı olması münasebetiyle “Haceli” diye çağırırdı. İsmiyle nadiren muhatap olurdu: “Haceli nasılsın?”, “Haceli gel bi’ çay içelim” vs. Okul arkadaşları, asker arkadaşları ve geçmişten gelen fakat fazla görüşemediği arkadaşları “Ali Galip” ya da “Galip” derdi. Hangi isim olursa olsun, yakışırdı da hani. Kaldırırdı o yükü. İsminin anlamını.
imageBazıları vardır. İsimleriyle alakası yoktur o insanların. Yakışmazlar. Yakıştırılmazlar yani isimlerine. Ama Dedem o insanlardan değildi. Galip, dediler miydi yahut Haceli, zınk diye dururdu insanlar. Öylesine bir ismi vardı.
Her neyse, ez-cümle bana ait, küçüklüğüme ait, varlığıma, yetiştirilme tarzıma ait ne varsa hepsi dedemdendir. Çocukluğumun mimarı, inşa edeni dedemdir. Bilhassa okul çağımdan -ki okula gitme yaşım 8- önceki beş senenin ustası ve mihenk taşıdır.
Annemden kopup dedemin ve babaannemin yanına yerleşmem, üç-dört yaşlarıma yakındı. O zamanlar Kayserililerin yerlileri gibi Çiftliğe gider, orada kalırdık. Kışları ilçede, yazları çiftlikteydik yani. Yaş dört olsa gerek. şöyle bir geçmişe bakıyorum da hatırlar, hatırlamaz arasındayım. Dedemin yanında yatardım. İki katlı binanın birinci katında büyükçe bir yatakta yatardık. Altımızda yün yatak, üzerimizde yün yorgan. Üşürdüm. Dedemden gelen büyük bir huy. Üşümek. Yazın en sıcak havasında bile azıcık kalın giyinirim; çünkü dedemden öyle öğrendim. Düstur edinmişim çocukken, “Kurşundan korkmam ama iki açık pencere arasında kalmaktan ödüm kopar” sözünü.
Aynı şekilde derim bugün. Kurşundan korkmadığımı ama iki açık pencere arasında kalmaktan korktuğumu.
Çiftlik diyordum. Sabah kalkardık dedemle. Herkesten önce. Yapılacaklar vardı zira. Bahçeye inilecek, tarla çapalanacak, Domates fidelerine bakılacak, can suları verilecek, ağaçların dibindeki yabancı otlar yolunacak, arılara şafakla bakmak gerekirdi bir de, huyandırmadan peteklere bakılacaktı. Kısacası bir güne sığacak yahut sığmayacak ne kadar iş varsa hepsi bizim sabah kalktığımızda yapacağımız planın içerisindeydi. Tabi elzem olan şey: sabah namazını kılmaktı. İlk iş dedem için buyken ben o sırada elimi yüzümü yıkardım. O zamanlar evde su yok! Dışarı çıkacaksın, sabahın ayazı seni şöyle bir yalpalayacak, tankere gideceksin, buz gibi musluğu açıp irkilecek sonra yüzünü yıkacaksın. Su da aynı şekilde buz gibi olacaktı.
Bunların hepsi tamamlandığında, bahçeye inilirdi. Dedemle ben. “İki Galip”ti bizim adımız. İki Galip, bahçeye mi iniyor, derdi babaannem yanımızdaki somyada yarı uykulu yarı uykusuz dönerken. Evet, derdim bende, istediğin bir şey var mı?
Babaannem bu soruyu asla boş bırakmazdı: “Dutlar olmuşsa bir kaç tane getir de yiyim.” Sonra kendi de öğleden önce çıkar gelir, “İki Galip”e azık getirirdi. Dutların olmadığını görüp, dedeme, bu dutlar yerini sevmedi, diyerek eve giderdi.

image“İki Galip” bahçe de bocalayıp dururken gün öğleye kavuşur dedem namaza gider, ben yine bahçenin ortasında yapayalnız kalırdım. Merak işte! Nerede kuş yuvası var diye bakardım o zamanlarda. Hangi yere yakın ağacın tepesinde bir kuş yuvası görsem ağaca tırmanır, yuvanın içindeki yumurtalara bakar, yavru varsa usulca baş parmağımla onu okşar geri aşağı inerdim.
Çok iyi hatırlıyorum bir keresinde, elma kasasının içine samanı doldurmuş üzerine bir tane bildiğimiz sarı ampül takmıştım. Maksat bu düzenekten kuluçka makinesi yapmak. Dedemin desteği de var tabii. Durur muyum! Hemen bir kaç tane köy yumurtası koydum içine düzeneğin. Yanına da yuvalardan kaçırdığım bir tane karga yumurtası. çıkacak ya! Ben yaparım da olmaz mı? Kışın buz gibi havada diktiğim kaysı ağacı yazına meyve vermişse, bu yumurtalar da civciv verirdi. Bir-iki-üç gün derken tam tamına yirmi bir gün oldu. Heyecanla gittim elma kasasının yanına. Tek tek çıkardım yumurtaları. Her birini elimle yokladım, ağırlaşmışlardı. Dedim, valla oldu, kan pıhtısı bile görsem mutlu olacaktım yani. Yumurtaları tek tek kırdım. Hepsi de rafadan olmuşlardı. YANİ PİŞMİŞLER.
Hemen arkasına büyük bir hayal kırıklığı tabi. Dedem teselli etti. O günden sonra anladım ki insanın her zaman hayal ettiği olmuyormuş. Düşünmek, çalışmak hayalinin başarısını da etkiliyormuş bir nebze sonra. O gün, ilk yenilgimi yaşadım ama son olmasına da gayret gösterdim. Bugün mantıksız gelen yahut mantık sınırları dışında bir şey yapmadığım için tüm işim yolunda gitti.
Kuyu vururdum boş bulduğum her yere. Elektrikle uğraştım her boş zamanımda. Bulduğum telleri birbirine ekler, ağaç üzerinden geçirirdim. Hah, şimdi de Elektrik Elektronik Mühendisliğini okuyacağım. Tesadüfler işte. Hayatta ki en manidar sürpriz bu olsa gerek. Elektrikle uğraşan ben, şimdi Elektrik Elektronik Mühendisliği okuyor.
Gün ikindiye kavuştuğunda dedemle planımızın bir kısmını yetiştirir diğer kısmını başka bir güne atardık. Olmayacaktı ama her gün uzunca bir liste yapmadan evden çıkmazdık asla! İşte, benim küçüklükten alışkanlığımdır kendime büyükçe bir vazife hazırlayıp zamanın yettiği kadarını yapmak.
Olacak derdik, olmayınca da kader kısmet ne yapalım ucunda ölüm yok ya der geçerdik. Hiçbir zaman üzülmedik. Üzülmeyi bilmeyiz dedemle. Hep gülmek için bahaneler yaratır, en olmadı şöyle en hafifinden ufacık bir küfür koy verirdik. Olur o kadar! Olmaz değil! Hayatımızın en tatlı kaçamağı belki de “Şerefsiz” deyip geçmekti.
Bana insanları kategori halinde sıralamamı söyleseler iki başlık halinde toplardım: Dedesi tarafından büyütülenler, Dededen mahrum büyüyenler.
Neden mi? Şöyle açıklayayım:
Bundan tam 14 asır evvelinde Mekke’de bir Yetim vardı. Ümmiydi. Sekiz yaşındaydı. Annesi vefat etmiş, bir başına kalmıştı. Yalnızdı. Yetimdi. Yoklukta vardı ama hüzünlüydü. Sekiz yaşındaki Yetim, dedesi Abdulmuttalip tarafından yetiştirildi. Büyütüldü. Dedesini öğrendi, dedesinden parçalar taşıdı..
İşte bu nedenle hep derim ki: “Sizin kahramanınız kim bilmem amma benim kahramanım 79 yaşında beni aramadan bir saat geçiremeyen dedem!”

Resimleri görüntülemek için ve kaynak: http://galipargun.com/dedeme/

( Dedeme... başlıklı yazı Galip Argun tarafından 20.10.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.