Hatice
dedi bir ses. Rüzgâr sandım önceleri. Ama değildi. Böyle diyordu yüreğim.
Rüzgâr
olmadığına emindim.
Bugüne
kadar öğrendiklerim zihnime hakim olmasalardı eğer kalbimin “Hatice” diye seslendiğine yemin edebilirdim; ama kalp
konuşamazdı ki. Nasıl konuşsundu hem? Onun bir görevi vardı; o da olduğu yerde
atıp durmak. Dahasını yapabilen bir kalp var mıydı? Bildiğim yoktu, ama işte
benim ki dile gelmişti. Kim ne derse desin, öyleydi işte.
Dinledim
o sesi.
Kulak
kesildim adeta.
Sadece
“Hatice” deyip geçmeyecekti ya. Elbet söyleyeceği daha şeyler vardı. Tek kelimelik
bir konuşma olabilir miydi ki?
Dinledim
Ve
yanılmamıştım.
İşte
konuşuyordu.
“Aşk”
dedi evvela. Sonra sıraladı: “Sadakat”, “Sevgi”.
Neydi
bunlar şimdi? Lügatimde elbette vardı bu kelimeler. Gelgelelim son zamanlarda
yaşamadığım yahut insanların pek çoğunda eksik gördüğüm kelimeler ne diye
kulağıma çalınmıştı?
Hay
Allah!
Yine
bir çıkmazın içinde çıkar yol arar bir vaziyetteyim.
Biliyordum.
Çıkmazdı
bu yol.
Çıkmayacaktı
işte! Hem kalbim bu zaman kadar beni en çıkmaz yola sürüklememiş miydi?
Bilmiyordum. Tıpkı biraz önce sendeleyerek yürüyen dilsiz gibi lâl kesilmiş,
duymayan sağır bir amca gibi sağır olmuştum. Hem bugüne kadar duyduklarım
bugünden sonra işe yarayacak mıydı? Yaramazdı. Yaramayacaktı.
Düşündüm.
Hani seneler evvelini. Evvelinde evvelini. Çığır açan o zamanları. Düşünmek iyidir
derler bazı yerlerde. Haklıdırlar. Düşündükçe kelimeler üşüştü başıma.
Devirleri
hatırlarım. Olayları da. Ama tarih işinde pek iyi değilimdir. On dört asır
öncesindeyim. On dört yüzyıl öncesinde.
“Bir
aşk hikâyesi yazacağım” diyorum ve “Hatice” sesi çalınıyor yine kulağıma.
Mekke
sokaklarında olmalıyım. Güneşin altında parıldayan sarı kumlar ayaklarıma
batıyor. Bedenim güneşin keskinliğinden kavrulurken ruhum bedenime hapsolmuş
gibi kıvranıyor. Hissediyorum.
“Muhammed”
diyor bir ses. Sonra gündüz geceye, güneş dolunaya, gökyüzü yıldızlara dönüyor.
Her şey tepe taklak oluyor.
Ayazda
titriyor bedenim. Buz kesiliyor Mekke’nin dar sokakları. Ama o sesi dinliyorum.
“Muhammed
ne oldu? Neden titriyorsun?”
Sesteki
tını kulaklarıma aşina gibi geliyor. Hani, sokakta ağlayan bir çocuğun
annesindeki şefkatle birlikte âşık bir sevgilinin sesindeki buse vardır. Tıpkı
onlara benziyor. Yumuşacık, kadifemsi bir ses… Önce şefkatle sarıp sarmalıyor
insanı, sonra müşfik bir edanın ellerine bırakıyor.
“Hatice”
diyor bir ses. “Üzerimi ört.”
Tekrarlıyor
birkaç kez daha bu ses. Yineleniyor aynı cümleler.
Hatice
aşık. Hatice maşuk. Hatice sabrın da sebatın da yolcusu. Hatice biliyor. Hatice
susuyor. Hatice…
Ah
Hatice.
Seni
nasıl anlatayım. Yahut nasıl yazayım.
Susuyorum.
İçimdeki
çıkmazın bir köşesine pusuyor yalnız adam.
Mekke’nin
dar sokaklarından sıyrılıyorum. Sıyrılmak zorunda bırakılıyorum. Geriye kupkuru
bir yalnızlık ve sızlamaktan yorulan bir kalp kalıyor. Ne konuşabiliyorum. Ne
de susuyorum. Çığlık çığlağa kalıyorum koskoca sessizlikte.
Geriye
ne kalıyor bilmiyorum; ama geriden kalanlara bakıyorum şöyle. Ve o ses diyorum
usulca. Sanki birisi duysa sesimi çalacak bana ait olan sırrı. Hiçbir şey
kalmayacak elimde.
“Bana
aşkı anlattı.”